YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU
Son haftalarda Afganistan’da yaşanan ve pek de hayra alamet olmayan gelişmeler ve ülkenin bir anda Taliban’ın eline geçmesi üzerine herkes bu ülkeyi konuşuyor. Afganistan’da ilk Sovyet yanlısı darbe olduğunda çocuk yaştaydım ama gene de hepimiz haklı olarak tedirgin olmuştuk. Çünkü o yıllarda ülkemiz de, dünyanın birçok ülkesi de silahlı sol eylemcilerin kanlı devrim girişimlerine muhataptı. Malum olduğu üzere devrimci sol gelenek bir ülkeye sosyalizmi getirmek için insan öldürmek dahil her türlü şiddet eylemini bir hak olarak görüyordu, halen de görenler var. Bu darbeler daha sonra doğrudan Sovyet işgaline evrildi ve Afganistan ülke olarak tek kelimeyle “battı”. Şimdi herkes Afganistan’ı konuşuyor, Afganlılar insan olarak ülkeden daha az konuşuluyor. Afganistan’a hiç gitmedim, gidilebilir bir yer pek olmadı zaten. Afganlılarla ilginç karşılaşmalarımız ve dostluklarımız oldu ve bence bunlar Afganistan’ı anlamada epeyce işe yarar hususlardı
Tıp fakültesi öğrencisi iken, 1980’lerin ilk yarısında, iki Afganlı hocamız oldu. Mikrobiyoloji hocamız Profesör Şir Ahmet Hoca, Türkçeyi belirgin şekilde aksanlı konuşan, oldukça sert ve ciddi bir hocaydı. Şir Ahmet Hoca sanırım Özbek kökenliydi ve Türkiye’de eğitim almıştı. O zamanki ders geçme sisteminde laboratuvar ya da pratik sınavı olan (ki tıp eğitiminde hemen her dersin vardır) derslerde laboratuvardan ayrı sınav yapılırdı ve geçer not alamayan o dersten kalmış olurdu. Dolayısıyla doğrudan o sınıfı tekrarlardı. Şir Ahmet Hoca’nın kızının da okuduğu bizim bir üst sınıfın beşte dördü Mikrobiyoloji laboratuvar sınavından yetersiz not alarak sınıfta kalmakla yüz yüze geldi ve tabiatıyla fakültede kıyamet koptu, öğrenciler ağlayıp sızlayıp figan ediyordu ama sıkıyönetimin gölgesinin üzerimizde olduğu o günlerde öğrenci eylemi vs. yapmak bir hayaldi.
Birkaç hafta süren travmatik bir süreçten sonra itirazlar işe yaradı, Fakülte Kurulu kararıyla öğrencilere yeniden sınav hakkı verildi ve çoğu sınıfı geçti. Şir Ahmet Hoca, Afganistan’ın işgaline karşı inanılmaz bir kızgınlık duyuyordu. Bize birçok derste mücahitlerin Sovyet işgaline direnişini anlatmış ve hatta onlarla ilgili fotoğraflar içeren slaytlar da göstermişti. Bizler öğrenci olarak Şir Ahmet Hoca’nın derslerdeki sertliğini o zaman hiç sevmemiştik, eğitim metodu çok yumuşak değildi. Ama, Allah rahmet eylesin, yıllar geçtikçe bize ne kadar ciddi katkısı olduğunu, özellikle laboratuvar eğitimini ciddiye almamızı sağladığını, bize bir şeyler öğretmek için çırpınmasının ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım.
Diğer Afganlı hocamız, biyokimya anlatan Gülbet Hocaydı. Gülbet Hoca daha genç, daha muhafazakar biriydi, büyük şehirde adapte olmaya çalışan bir Anadolu insanı gibiydi. Bir bayramda bir arkadaşımla Gülbet Hoca’yı evinde ziyaret ettik. Bize Afganistan’ın nasıl Sovyet kontrolüne girdiğini detaylarıyla anlattı. Hocanın anlattığına göre Afganistan’dan her alanda gençler uzun yıllar eğitim için Sovyetler Birliğine gönderildi ve bunlar ciddi şekilde ideolojik etkilenme yaşamıştı. Hoca durumu şöyle özetlemişti: “Sovyetler Birliğinde eğitim alan bir arkadaşım hastanede işlerini hep aksatıyordu ve devamlı şikayet ediliyordu. Bir gün kendisine niçin böyle yaptığını, neden işlerini doğru dürüst yapmadığını sordum. Bana ‘Sovyetlerdeki eğitimde mesleki olarak pek bir şey öğrenmediklerini, daha ziyade ideolojik eğitim aldıklarını’ söyledi. Maalesef ordudaki Sovyet taraftarları darbe yaparak ülkeyi bu hale getirdi.”
Afganlılarla daha yakın temasım 2000’lerin başında bilgi ve görgü artırmak amaçlı olarak üniversitemin görevlendirmesiyle bulunduğum Kanada’da oldu. Kaldığım apartman Birleşmiş Milletler binası gibiydi. Farklı milletlerden, bazısı mülteci olmak üzere, çok sayıda yabancı bu devasa binada yaşıyordu. Bana orada ev tutmayı öneren Cem, binada yaşayan benim dışımdaki tek Türk’tü. Cem’le bir restoranda tanışmıştık ve Türkiye’den ailesiyle kaçak olarak gelip Kanada’ya sığınmıştı. Sanırım binaya taşındığımdan birkaç ay sonraydı, Cem binaya bir Afganlı ailenin taşındığını, Türkçe de konuştuklarını ve Türklerle tanışmak istediklerini, kendisinin de benim daire numaramı verdiğini söyledi. Aradan birkaç gün geçmişti ki bir akşam kapım çaldı. Ali adında esmer bir delikanlı aksanlı bir Türkçeyle selam verip kendini tanıttı. Ali’yi içeri davet ettim, tanıştık ve uzun uzun konuştuk. Ali, Hacettepe İktisat Fakültesi’nde okumuş, daha sonra Afganistan’a dönmüş, Mezar-ı Şerif’ten Özbek asıllı birisiydi. Eşi ve iki kız çocuğuyla Kanada’ya iltica etmişti, işlemleri tamamlanınca Mültecilerle ilgilenen kurum kendilerine bizim binada ev tutup buraya yerleştirilmişlerdi.
Ali kısa zaman sonra beni evlerine yemeğe davet etti. Evlerine gittiğimde selamlaşmadan hemen sonra eşi İnci Hanım, “Kahramanımız Fethullah Gülen nasıllar acaba?” diyerek beni şaşırttı. İnci Hanım, Ali’ye göre daha üst tabakadan biriydi, babasının eski dönemde milletvekili olduğunu anlattı. Kendisi Afganistan’daki Türk Okullarında uzun zaman öğretmenlik yapmıştı. Taliban geldikten sonra kız okulları kapandığı için öğretmenlik yapamamıştı. Kız çocuklarını gizlice evde okuttuğu öğrenilince apar topar Pakistan’a ve oradan da Türkiye’ye kaçmışlardı. Annesiyle beraber ailenin bir kısmı İstanbul’da yaşıyordu. İstanbul’a gelip iki yıldan fazla kalmışlar ve Türk vatandaşlığı almaya çalışmışlardı ama bu mümkün olmamıştı. Amerika’da ve Kanada’da akrabaları vardı ve artık bu ülkelerden birine göçmek istemişlerdi. Bunun için insan kaçakçılarıyla görüşmüşler ve anlaşmışlardı. İnsan kaçakçıları onlara ancak Pakistan’a giderlerse oradan sahte pasaportlarla İtalya üzeri Kanada’ya uçmalarını sağlayabileceklerini bildirmişler. Bu şekilde anlaşarak Pakistan üzerinden Roma aktarmalı Kanada’ya uçmuşlardı.
“İnsan kaçakçıları bütün paramızı ve altınlarımızı aldı ve uçağa öyle binmemize izin verdiler” diye yana yakıla anlattılar. Aile Toronto Havaalanına indiklerinde hemen iltica etmeyi planlamış, çünkü bu şekilde iltica daha hızlı sonuçlanıyormuş. Ancak orada da başka bir talihsizlik yaşamışlar, daha havaalanında işlemleri sürerken dört yaşındaki küçük kızları kaybolmuş. Mecburen havaalanı yönetimine ve polise gidip çocuğu aramaya başlamışlar ve çok şükür bulabilmişler. Ancak o hengamede iltica edemeden ülke içine girmişler, daha sonra iltica başvurusunu ülke içinden yapabilmişler.
İnci Hanım’ın ve eşinin Taliban ile ilgili anlattıkları hakikaten tüyler ürperticiydi. Özellikle kız çocukları olduğu için ülkeyi terk etmek istediklerini anlattılar. Taliban üyeleri evli olmayan her kadınla zorla evlenmeye kalkıyormuş, hukuk vs. de olmadığı ve elleri silahlı olduğu için kimsenin onlara hayır deme şansı yokmuş. “Taliban dediğin kim ki, nerede bir eşkıya, cahil varsa onların içinde. Saç sakal birbirine karışmış, tırnakları uzun, pislik içindeler. Taliban üyesi biri tanıdık bir ailenin kızını almak istedi, Taliban üyesi zorla evine gidip nikah yapmak için gidip imam getireceğini söyledi. Kız, o adam gelmeden kendini binadan atıp intihar etti.”
Onların anlattığı olaylara bakınca insanın dehşete kapılmaması mümkün değildi. Ne kadar eğitimli kişi varsa ülkeyi terk etmişti, kalanlar da terk etmeye çalışıyordu.
Aradan geçen bunca zamanda Afganistan’da ne değişti bilemiyorum. Afganistan’da uzun zaman Türk Okulları oldu, on binlerce çocuğa hizmet verdiler. Bu okullarda çalışanlar çok dikkate değer hadiseler yaşadılar, dostluklar biriktirdiler. Eminim ki oralarda çalışan bu kişilerin nice değerli hatıraları vardır. Bunların yazılması ve değişik mecralarda anlatılmasının önemli olduğunu düşünenlerdenim. Ülkeleri ve olayları sadece siyasi değil daha çok insani perspektiften değerlendirmemiz için birebir yaşananların kaydedilmesinde fayda var.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***