YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 14)
Önceki yazıda Kur’an bir siyasi sistem önermediği “adalet”, “meşveret” ve “ehliyet’e işaret ettiğini ifade etmiş, adalet üzerinde durmuştuk.
İkinci önemli kelime “Meşveret” yani “İstişare.”
Kendi düşüncelerini daima doğru zannetmek, kendi aklıyla her problemi çözebileceğini düşünmek bir yönetici hastalığıdır. Monarşilerin hâkim olduğu bir tarih döneminde Kur’an’ın istişare tavsiyesi ve emri oldukça dikkat çekicidir.
Bizim ülkemizde “Her Türk asker doğar.” yaygın bir söylemdir. Ama “Her Türk diktatör doğar!” desek bence doğruya daha yakın bir söz söylemiş oluruz. Bizde maalesef koltuğa oturuncaya kadar, koltuk sağlamlaşıncaya kadar herkes demokrattır ve istişareye, aksi görüşlere açıktır. Ama koltuğa oturunca demokrasi biter, istişare rafa kalkar!
Bu sâri illet çok su götürür, konumuza dönelim.
2- İSTİŞARE-MEŞVERET-ŞURA
Şûrâ Sûresi, 38: “Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabblerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında istişare iledir…”
ALTIN ÖRNEK
Uhud Savaşından bir gün önce cuma gecesi Allah Rasul’ü (sas) bir rüya görmüştü. Bunu Uhud savaşı ile ilgili istişare meclisinde şöyle anlatmıştı: “Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcımın ağzında, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.”
Sonra şöyle tabir buyurur:
“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askeri bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir.”
Allah Rasul’ünün (sas) kanâati, gördüğü rüyânın da işaretiyle savunma savaşı idi. Ama ashabın çoğunluğu, özellikle gençler “şehrin dışında harp edelim” diyordu.
Allah Rasul’ünün önünde iki seçenek vardı. Ya doğru olduğuna inandığı ve rüyasında gördüğü işaretin gereğini yapacaktı. Veya çoğunluğun tercihine riayet edecekti. Nübüvvetin bir cüz’ü de olsa rüya ile amel etmedi. Ekseriyetin fikrini kabul etti. Bu, aynı zamanda insanlığın henüz pek aşina olmadığı demokratik bir tercihti. Monarkların, kralların, kayserlerin hükümdarlık yaptıkları o günün dünyası için yeni bir şeydi.
İstişare sonrasında bazı sahabeler pişman oldu: “Yâ Rasûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz.”
Fakat Allah Rasul’ü istişareye riayet etti. Kararı değiştirmedi.
İkinci karar okçular tepesiyle ilgiliydi.
Savaşla alakalı görüşme devam etmiş Hz. Peygamber (sas) okçulara “Bizim vücutlarımızı kartallar kaldırsa, benden emir gelmeden yerinizden ayrılmayın!” demişti.
Ama okçular bu karara uymamıştı.
Sonuç olarak savaş şehrin dışında yapıldı. Savaşın ilk kısmında düşman ordusu bozguna uğradı ve dağıldı. Okçular tepeyi terk edene kadar sadece “1” şehit verilmişti. Yani tepeye konuşlanmış okçular Peygamberimizin kararına, emrine mutlak riayet etseydi tek şehitle muazzam bir savaş kazanılmış olacaktı.
Okçuların yerinden ayrılması her şeyi değiştirdi. O gün için Müşriklerin kumandanlarından Halit bin Velid bu zafiyeti fark etmiş, oradan saldırıya geçti. Üstünlük müşriklere geçti.
Allah Rasulü’nün (sas) dişi kırıldı, miğferinin halkası yüzüne battı. O ana kadar tek şehit varken yetmiş sahabi daha şehit oldu; yüz yetmiş veya iki yüz sahabi de yaralandı.
O gün ayet inmese, hadise öylece kalsaydı ister istemez “yöneticinin” inandığını yapması, istişarenin şart olmadığı gibi bir hüküm insanlar tarafından hüsnü kabul görebilirdi.
Ama öyle olmadı. Şu ayet nazil oldu:
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, (Ki öyle değilsin.) çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlarla istişare et, karar verince de artık Allah’a dayan; çünkü Allah Kendine güvenip dayananları sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159)
Ölçülü ve en kapsamlı değerlendirme şöyle:
“Allah Rasul’ü, Uhud yolunda karşılaştığı zımnî muhalefetlerden biriyle karşı karşıya bulunuyordu. Şimdi, eğer O’nun yerinde böyle üst üste muhalefetlerle karşılaşan bir başkası olsaydı, bunca zarar ve zâyiattan sonra onları da, onların düşüncelerini de elinin tersiyle iter ve ‘Gidin Allah’tan bulun!’ derdi. Ama O, öyle yapmadı; arkadaşlarının sebebiyet verdiği ve hasımlarının gerçekleştirdiği en amansız tecavüzlerle yüzü-gözü kanlar içinde, bir sürü şehidin paramparça cesetleri karşısında ve arkadaşlarından bazılarının kendi başlarının derdine düştükleri, hatta bazılarının da ‘Medine’ yolunu tuttuğu hengâmda, O suçlu-suçsuz etrafında kümelenen insanlara, hiçbir şey olmamış gibi, Allah’ın: ‘Bu iş husûsunda onlarla istişâre et!’ âyetini onlara okuyor ve oturup yeniden onlarla meşverette bulunuyordu. Sadece meşveret etmekle de kalmıyor, onları bağışlaması lâzım geldiğini ve onlar hakkında istiğfar emri aldığını da onlara duyuruyordu.” (Ruhumuzun Heykelini Dikerken-1, Şura)
İstişare bir yanıyla seçim de demektir. Çoğunluğun tercihini ihtiyar etmektir.
“Hz. Peygamber, Medinelilerden biat aldıktan sonra “seçim” talebinde bulunmaktadır. Her bir grup kendi içlerinden bir kişiyi (nakib) seçmektedir. Seçilen kişi seçmen kitlesini, topluluğu temsil edecektir. Şu halde kendi başına biat bir yönetimin meşruiyetinin garantisi değildir, biatın seçimle desteklenmesi lazımdır. Akabe’de biat alan Nebi sıfatıyla Hz. Muhammed olduğundan önce biat, sonra seçim sıralanmıştır; diğer bütün yönetim ilişkileri belirlendiğinde önce seçim, sonra biatın gelmesi lazım. Yani seçimsiz biat, yönetimi meşru kılmaya yetmez. Muaviye’den başlamak üzere tarihi İslami yönetimlerin tamamı seçimsiz biatla yetinmişlerdir.” (Medine Sözleşmesi)
“İslam’ın ilk döneminde dört halife seçimle başa geldi, iyi kötü seçim vardı fakat iktidar kılıçla el değiştirdi, üç halife suikasta uğrayarak öldürüldü. İslam tarihinde hiçbir zaman seçim olmadı. Ebu Hanife söyler, ‘ümmetin tamamı biat etmiş olsa dahi halife seçimle iş başına gelmediği müddetçe gayri meşrudur’. Batı bunu getirdi, bunu kabullenmek lazım.”(alibulac.net; Hemhal.org)
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Şura yazısı bu konuya ayrılmıştır. Ekseriyet vurgusu bu yazıda da vardır:
“Meşverette her zaman icmâ olmayabilir; herkesin görüşünün tek bir noktada toplanmadığı durumlarda, ekseriyetin düşünce ve kanaatine göre amel edilir. Zira Sahib-i Şeriat’a göre ekseriyet icmâ hükmündedir.”
Yazının başlığını niçin “Her Türk diktatör doğar!” koydum?
Milletimizin istişareye kapalılığı; fırsatını bulur bulmaz “dediğim dedik” bir psikolojiye bürünmesi; en küçük kurumda bile bir “dikte” makamı icat edebilme yeteneği(!) bu provokatif başlığı tercih ettirdi.
Sözün orijinali “Her Türk asker doğar”. O da doğru!
“Askerler” yani “erler” olmasa kim kime diktatörlük yapabilir ki!
Sonraki yazı: Peygamberden akıllı olmak…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***