Livaneli’ye göre Türkiye’de yıllardır biriken cerahat bir yerde patlayacaktı ve şu anda akıyor.
Sedat Peker’in Deniz Baykal-Korkmaz Karaca ilişkisine dair iddiaları üzerine Baykal’ın 2002 yılından itibaren Erdoğan’la ilişkisi sorgulanmaya başlandı. Baykal’ın 2002’de olduğu kadar, CHP genel başkanlığından istifa ettikten sonra da iktidarla gizli münasebetler kurduğu, hatta teslim olduğu ve kendi partisini, tabanını manipüle ettiği yönünde iddialar var.
Baykal-Erdoğan ilişkisine dair bilinen en ilginç ve öngörülü yazının sahibi ise, 2002 seçimlerinde Baykal’ın Kürt meselesi başta olmak üzere çeşitli şartlarını kabul ederek milletvekili olmaya ikna ettiği sanatçı, yazar Zülfü Livaneli.
Yazısı son günlerde sosyal medyada tekrar gündeme gelen Livaneli, Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’ın sorularını yanıtladı.
“Türkiye’de sosyal demokrasi çizgisinin aktörü devlettir”
Livaneli, İrfan Aktan’ın “Deniz Baykal ile Milli Görüşçüler arasındaki ilişkilerin kronolojisi 1973 yılında CHP-MSP koalisyonundan başlatılıyor. Kimi iddialara göre daha sonra Maliye Bakanı olduğu CHP-MSP koalisyonun oluşmasında Baykal aktif görev aldı. 1994 yılında, sizin Erdoğan karşısında aday olduğunuz yerel seçimler öncesinde de Baykal’ın CHP’si, SHP’li adayların karşısına aday koyarak oyları böldü ve İstanbul’da Erdoğan’ın, Ankara’da Gökçek’in kazanmasına yol açıldı. 2002’de Erdoğan Meclis’e giremeyince, 2007 tarihli yazınızda aktardığınıza göre Baykal’ın üstün gayretiyle altyapı hazırlanarak Siirt’ten milletvekili seçildi. 2015’te AKP’nin iktidardan düştüğü 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra yine Baykal sahneye çıktı ve Kılıçdaroğlu’nun istememesine rağmen Erdoğan’la muhtevası bilinmeyen bir görüşme yaptı. Tüm bunlar Baykal hakkında bize ne anlatıyor?” sorusuna şöyle yanıt verdi:
“Bir kere isimler, kişiler tarihte çeşitli roller oynarlar ve nasıl anılacaklarını da oynadıkları bu rollerle kendileri belirlerler ama tarih sadece kişilerle değil somut koşullara göre akar. Yaşar Kemal, Cumhuriyet gazetesi muhabiri olarak 1950’li yıllarda İsmet İnönü’nün seçim gezilerini izliyor. İnönü bir gün kendisini çağırıp “Tek kanatlı kuş uçar mı” diye sorunca Yaşar Kemal de “Yok paşam, uçmaz ama bunu niye soruyorsunuz?” diyor. “Çünkü biz tek kanatla kuş uçurmaya çalıştık” yanıtı veriyor İnönü”
Neyi kastediyor?
Yaşar abi bu anıyı anlattığı zaman İsmet Paşa’nın ortanın solunu düşündüğünü konuştuk. Buna göre Türkiye’de sadece sağ hükümetlerle bir yere gidilemez; demokrasi bir dengeyi gerektiriyor: Dünyadaki demokrasi örnekleri gibi merkez sağ ve merkez sol birbirini denetleyecek. Anlaşılan İnönü daha o zamanlar bunun farkına varmış ve ondan sonra ortanın solunu ilan etmiş. Böylece CHP sanki sol bir partiymiş gibi konumlandırıldı. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nden gelen, kadro olarak İttihat Terakki’yi dışlayan, Doktor Nâzım’ı, Cavit Bey’i ve diğer İttihatçıları idam ederek cezalandıran ama o kadronun bir kısmını içinde taşıyan bir devlet kurucu parti olarak CHP, ileriki tarihlerde sol bir parti gibi görünmeye çalıştı. Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin temelinde işçi sınıfı hareketi var. Mesela İsveç’i yarım yüzyıldan fazla yönetmiş olan İsveç Sosyal Demokrat Partisi, kapitalizmle sosyal demokrasi arasında bir çizgi tutturmuş olduğu halde Enternasyonal Marşı’yla yürür. 1969-1974 arasında Almanya Şansölyeliği yapmış olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi başkanı Willy Brandt sol gelenekten gelmedir. Türkiye’deki sosyal demokrasi çizgisinin aktörü ise devlettir.
Peki İnönü neden böyle bir çizgi çizmeye yöneldi?
“Madem bu devleti kurduk, buna bir de sol boyut ekleyelim” dendi. Ama bunu Sovyetler Birliği’nin komşusu, ABD’nin üs kurduğu, nükleer silahları yığdığı önemli bir ülkede yapıyorsun. Böylesi bir ileri karakol ülkesinde gerçek manada solculuk yaptırmazlardı. Geçmişe baktığımızda, ABD ve Batı açısından bunun elzem olduğu ve sürecin de hep bu bağlamda ilerlediği görülür. Türkiye’de gerçek manada solculuk yapmak, Soğuk Savaş döneminde SSCB açısından ileri karakol olan Küba’da Amerikancılık yapmaya benzerdi. Nitekim benim de dâhil olduğum 1968 kuşağını, öncesi ve sonrasındaki sol hareketleri korkunç bir biçimde kırdılar. Sol hareketlerin içine ajanlar, provokatörler yerleştirdiler, devrimcileri silaha yönelttiler ki, bu çok büyük bir hataydı.
“Baykal tipik bir Ankaralı, sünni, sağcı politikacıdır: Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez”
Zülfü Livaneli, “Ama 1960’lı, 70’li yıllarda silahlı mücadeleye girişen devrimciler ideolojik, politik analizler sonucu bu kararı almıştı. Dolayısıyla “yönelttiler” demek onlara haksızlık olmaz mı?” sorusuna ise şöyle yanıt verdi:
“O kahraman arkadaşlarımıza “yönlendirildiler’’ demek haksızlık tabii. Belki de başka çıkış yolu bırakmadılar demek daha doğru bir ifade olur. Sinan Cemgil, Mahir Çayan arkadaşlarımdı ve Ankara’da bu konuyu tartışıyorduk. O zaman Ekim Yayınları olarak Gerilla Savaşı ve Marksizm isimli kitabı da yayınlayarak silahlı mücadelenin hata olduğunu anlatmaya çalışmıştım. “Elinizdeki üç-beş silahla NATO’nun en kuvvetli ordusuna karşı ne yapabilirsiniz, bu bir tuzaktır” diyerek çok uyarmışımdır arkadaşlarımı. Ama çeşitli oyunlar oynanarak o arkadaşlarımız bile bile ateşe sürüldüler. 12 Mart dönemi hâlâ aydınlatılmadı. Mihri Belli’yle Stockholm’de buluşup bütün bir gün bunu konuşmuştuk, o da aynı fikirdeydi. Hikmet Kıvılcımlı Ankara’da bizim evde kalırdı. Gece gündüz konuşurduk bu konuları. Vasıf Öngören, Erdal Öz, Muzaffer Erdost; hepimizin kafasında tek bir konu vardı: Devrime nasıl ulaşılır? O yıllardan beri elbette Türkiye’de sol hareketler, işçi sınıfı hareketleri var ama bunların başını CHP’yle, DSP’yle bağladılar. CHP, DSP, SHP gibi partiler sol partiler değil, gelenekleri de sola dayanmıyor, gelecek programları da. Fakat sol olarak sunulan bu partilerin başına, hiçbiri solcu olmayan birtakım liderler getirildi. İsmet İnönü, Bülent Ecevit solcu muydu? Ecevit gibi politikaya meraklı, hırslı, Robert Kolejli genç bir siyasetçinin önündeki bütün engelleri kaldırarak CHP’nin başına getirdiler. İsmet İnönü’nün yerine Ecevit’in getirilmesi bir operasyondu; darbe gibi bir şeydi. Nitekim Ecevit’in de CHP’yi sol gibi gösterip bahsettiğim sınıfsal kesimlerin başını bağlamak isteyenler için ne kadar isabetli bir isim olduğunu zaman içinde gördük. Deniz Baykal bahsine geleceğiz ama; Baykal solcu muydu! Hiçbir alakası yok. Tipik bir Sünni, sağcı, Ankara politikacısıdır Baykal. Baykal pekâlâ DYP’de, ANAP’ta, DP’de görev yapabilirdi ve çok daha başarılı olurdu”
“Erdal İnönü, Sivas’tan arayıp “bizi yakıyorlar” diyen arkadaşlarımızın yerine “öyle bir şey yok” diyen valiye güvenmiştir”
Baykal’ın sola bakışı nedir peki?
Deniz Baykal Kürtleri, Alevileri, ezilenleri sevmez. Bunu çok sefer kendisi de söyledi, basında çıktı. Bakın, Ecevit’i Robert Kolej’den bulup getirdikleri gibi, DYP’nin başına da yine Robert Kolejli Tansu Çiller’i getirdiler. Erdal İnönü; rahmetlinin solla ne ilgisi vardı? Erdal Bey devlete güvenen biridir. Çünkü babası İsmet Paşa’dır; devletin içinde, köşkte büyümüştür. Onun için 2 Temmuz’da Sivas’ta arkadaşlarımız otelden telefon açıp “Bizi yakıyorlar” dediklerinde, Sivas Valisi de “Hayır efendim, öyle bir şey yok” dediğinde, valiye güvenmiştir. Sol gelenekten gelen biri olsa, valiye mi, “Bizi yakıyorlar” diyen aydınlara mı güvenirdi?
Eğer solcu olsaydı, 1989 yılında Paris’teki Kürt Konferansı’na katıldıkları için yedi Kürt milletvekili İnönü’nün SHP’sinden ihraç edilmezlerdi belki de…
Tabii! Bunlar birer hata değildi; bu insanların ideolojik konumlanmaları, varoluşları zaten bu yöndedir. Tek tek isimlerini saymayayım ama bunlar, Türkiye’de 30’lar devletinin devamlılığını arzulayan ve bununla görevli olan, devletle halk karşı karşıya geldiğinde devletin yanında duran, bu nedenle de hep korumaya alınmış insanlar. Türkiye’de sol partilerin gelişmemesi için işlevselleştirilen bu insanların hepsi de görevlerini son derece başarılı biçimde yerine getirmiştir.
“İslamcı hareketi devlete ilk sokan Bülent Ecevit’tir”
Livaneli, Bülent Ecevit için de şu ifadeleri kullandı:
“Ecevit’in zamanında devrimci gençlerin protestolarına yönelik tepkileri, “Bunlar vatan haini” demesi unutulur gibi değil. Ecevit devletin kuruluş ideolojisine uygun Türkçü-laik kesimlerin temsilcisiydi. Rahşan Ecevit’le birlikte yaptıkları buydu. Nitekim Ecevit 1973’teki CHP-MSP koalisyonuyla devlete ilk defa İslamcı hareketi sokmuştur. Daha sonra çeşitli zamanlarda, vazgeçilmeyen bir insan olarak çeşitli görevler üstlenmiş ve sayısız şey yapmıştır. Geçenlerde, Ecevit’in en yakınındaki isim olan Hüsamettin Özkan bana, “Biz politik hayatımızdaki en büyük hatayı İstanbul seçimlerinde sizin oylarınızı bölerek yaptık” dedi”
Sizin SHP’den aday olduğunuz 1994 seçimlerini kastederek…
Evet. O seçimlerde Hüsamettin Özkan’ın ağabeyi Necdet Özkan da benim karşımda, DSP’nin adayıydı. Baykal da CHP’nin adayı olarak sonradan AKP’de kültür bakanlığı yapan, ismini unuttuğum birini aday göstermişti.
“Ecevit ve Baykal, sol iktidar olmasın diye partilerin başına getirildiler”
“Ecevit, Baykal gibi isimler olmasa, solun kaderi değişir miydi?” sorusuna yanıt veren Livanli, “Ecevit de, Baykal da partilerinin başına solcular belediyelerde, hükümette iktidar olamasın diye getirildiler. Solun başını bağlayan, yolunu şaşırtan insanlar bunlar. Ecevit, Fethullah Gülen teşkilatıyla yan yana geldi, onlara kontenjan verdi, her türlü olanağı sundu. Cemaati devlete ilk yerleştiren Tayyip Erdoğan değil, Bülent Ecevit’tir. Uzun lafın kısası, Ecevit, Baykal gibi insanlar sol filan değil, soldan hoşlanmayan, tipik Türk milliyetçileridir” dedi.
“Baykal’ın yaptıklarını hep hata olarak görürdüm, meğer bilinçli tercihlermiş”
Son günlerde iddia edildiğine göre Baykal, muhalifi göründüğü AKP’yle, onun lideriyle gizli bir ilişki kuruyor ve Erdoğan’ın önünü açıyor. Bunu çeşitli şantajlara, kişisel meselelere bağlayanlar var. Sizin bu konudaki değerlendirmeniz nedir?
Ecevit’in de bu türden yaptığı gizli ilişkileri olduğunu kaynağından biliyoruz. Onun da sağcılarla, dincilerle akıl almaz ilişkileri var. Şimdi belgesini ortaya koyamayacağım için ayrıntılarına girmeyeyim. Baykal da böyle bir insan; demin de söylediğim gibi devletçidir, sağcıdır, Alevi, Kürt, sol sevmez. Ben Baykal’ın yaptıklarını hep hata zannediyordum ama meğer bunlar bilinçli tercihlermiş. 94 seçimlerinde karşıma Ertuğrul Günay’ı çıkararak çok kötü bir kampanya yürüttüler. Hatta Baykal ve Günay o süreçte benim için “Livaneli İsveç’e gitti ama siyasi sebeplerden değil, kadın meselesinden” bile dediler! Politika için bu kadar kire bulaşmaya değer mi yahu! Sonradan Ertuğrul Günay mealen “Kusura bakma, siyaset işte, söylenir böyle şeyler” dedi. “Yahu yapmayın, bizler böyle şeyler için ölürüz, biz siyasetçi değiliz ki” dedim kendisine.
“Baykal bizi kullanmak için her şeyi yaptı”
“2002 yılında neden Baykal’ın CHP’sinden milletvekili oldunuz?” sorusuna yanıt veren Zülfü Livaneli, “Baykal o zaman bana ısrar ettiğinde, bir grup arkadaşla birlikte kendisine bazı şartlar sunduk. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin en kısa sürede AB çatısı altına girmesi ve sorunların AB ilkeleri çerçevesinde çözümü için çalışma yapılması yönündeydi. Baykal’a “Bunda tamam mıyız” dedik, “Tamamız” dedi. Kürtçe televizyon ve radyo, o zaman yoktu, “Bunda tamam mıyız”, “Tamamız” dedi. Anadil meselesinde hakeza. İşçi sınıfı hakları dâhil pek çok şartı daha önüne sürdük ve hepsine “Tamam” dedi” şeklinde konuştu.
Livaneli sonrasında yaşananları ise şöyle anlattı:
“2002 seçimleri olup bitti ve birdenbire Baykal, sanki bu şartlarda hiç anlaşmamışız gibi davranmaya başladı. Biliyorsunuz o seçimde bütün partiler baraj altı kalmıştı ve bir tek CHP ile AKP çıkmıştı. Baykal bütün sol partilerin elendiği bu ikili yapıdan son derece mutluydu. Çünkü artık muhalefet kendisi açısından dikensiz gül bahçesiydi. “Bunları konuşmamış mıydık?” dedikçe, tam tersini yaptı. Parti içindeki en milliyetçi, ulusalcı isimleri, keza onun kirli işlerini yapan birtakım tipleri yönetime getirdi. Neticede o ulusalcılarla beraber CHP’yi MHP çizgisine kaydırdı. Bir parti meclisi toplantısında “Şimdi söyleyeceğime itiraz edeceksiniz ama siz ileride MHP’yle kol kola gireceksiniz” dedim. O konularda çok fazla teorik tartışma da yaptık”
“Baykal, sizin gibi AB yolu, Kürtçe TV-radyo türü şartlar sunan, ileride sorun çıkartabilecek birini milletvekilliğine ikna etmek için neden çabaladı o halde?” sorusunu yanıtlayan Livaneli şunları söyledi:
“Sol kamuoyundan oy alabilmek için. Yüzbinlerin katıldığı konserlerden bir bilinç yükseliyor o zaman. İnsanlar “Yiğidim Aslanım”larla, “Ey Özgürlük” şarkılarıyla yürüyor. Dolayısıyla belli ki bizim kesimin oylarına ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla Baykal bizi kullanmak için her şeyi yaptı. O partide başımdan ilginç şeyler geçti. Bir kurultaydaki parti meclisi seçiminde en çok oyu alarak, birinci sıraya yerleşmiştim. PM toplantısına gittik; liste dağıtıldı, birinci sıradayım. O gün parti kurulları seçilecek. MYK belirlenecek, disiplin kurulu oluşturulacak… Elbette bana hiç görev verilmedi. Akşamüstü o liste tepetaklak olmuştu. Sabah en altta olan isimler en üste çıkmıştı, ben de ismimin baş harfinden dolayı en alt sıraya konmuştum. Sabah en çok delege oyuyla listenin başına çıkmışken, akşamı sonuncu sıradan kapattık (Gülüyor). Daha sonra da beni hiçbir şeye karıştırmadılar. Bayram Meral’in verdiği bir yemekte yaptığımız tartışma da var. Kemal Derviş bana “Kürt meselesini gündeme getirelim, bu adam -Baykal- hiçbir şey demiyor” diyordu. Bunun üzerine “Sayın Baykal, Kürtçe TV-radyo sözü vermiştik. Bununla ilgili ne yapacağız?” diye sordum. “Onlar kendileri yapsınlar, bizim işimiz değil ki” dedi. “Kimdir ‘onlar’” dedim. “Geçenlerde Diyarbakır’a gidip konuşma yaptığımız, oylarını istediğimiz insanlardan mı bahsediyorsunuz?”
“Erdoğan 2002’deki görüşmede Baykal’a muhtemelen Cumhurbaşkanlığı vaadinde bulunmuş”
Sedat Peker’in Baykal-Korkmaz Karaca ilişkisine dair iddiaları üzerine sizin 25 Temmuz 2007 tarihli yazınız tekrar gündeme geldi. Söz konusu yazıda Baykal’la 2002 yılında yaptığınız bir görüşmeden söz ediyor, Baykal’ın milletvekili olamayan Erdoğan’ın önünü açabilmek için kendisiyle Beylerbeyi’nde gizli bir anlaşma yaptığını söylüyorsunuz. Bu nasıl bir anlaşmaydı?
“Bu son iddiaları duyunca ben hiç bulaşmak istemedim. Zaten 14 yıl önceki yazıyı da başkaları çıkarıp dolaşıma sokmuş. Sosyal medya öyle berbat bir şey ki, “Aklın başına yeni mi geldi?” diye soruyorlar. Yahu yazı zaten 14 yıl öncesine ait! Beni pek çok gazeteci de aradı ama siz hariç kimseye konuşmadım. Çünkü karmakarışık bir ortam söz konusu. Evet, Baykal 2002 seçimlerinden sonra Erdoğan’la görüşmüş, anlaşmış. Erdoğan kendisine muhtemelen “Seni cumhurbaşkanı yapacağım” demiş. Birileri bugün bile çıkıp diyor ki, “O, Baykal’ın en sağlam hareketidir.” Niye? “Çünkü partisi seçimden birinci çıkmış Erdoğan’ın Meclis’e girmek hakkıydı.” Fakat burada esas mesele şudur: 2002 seçimlerinden önce CHP halka milletvekilliği dokunulmazlığını kaldırma sözü vermişti. Çünkü milletvekili olmak akçalı suçlarda dokunulmazlık zırhına erişmek demekti. Elbette partisi birinci çıkmış Erdoğan veya herhangi biri seçilip Meclis’e girebilmeli ama dokunulmazlık da kalkmalıydı”
Erdoğan hakkındaki davalar nelerdi?
Belediye başkanlığı döneminden gelen davalar vardı. Dolayısıyla Baykal’ın yaptığı anlaşma Erdoğan’a atılmış can simidiydi. Bir hukukçu olarak Sezer’in uyarısı da bu yöndeydi. Kendisi de bir hukukçu olan Baykal, bile bile bu operasyona imza atarak o dönem Erdoğan’ın dokunulmazlık zırhı kazanmasını sağladı.
Ahmet Necdet Sezer’le bu konuyu siz mi görüşmüştünüz?
Evet. Sayın Sezer, Erdoğan’ın milletvekili olmadan başbakan olma önerisini reddetmişti. Dolayısıyla Erdoğan’ın başbakan olabilmesi için milletvekili seçilmesi şarttı.
Sezer’in görüşlerini Baykal’a ilettiniz mi?
Tabii, Mehmet Sevigen’in evindeki gayet gergin geçen bir buluşmada ben ilettim kendisine. O görüşmenin şu anda yaşayan şahitleri de var. Partinin ileri gelenlerinin olduğu o buluşmada benim haricimde kimse konuşmadı. Baykal’a, “Demokrasinin gereğiyse, tamam, Erdoğan’ın önü açılsın ama bu dokunulmazlıklar ne olacak? Niye dokunulmazlıkları kaldırmadan bunu yapıyoruz biz?” diye sordum.
Baykal’ın yanıtı ne oldu?
Erdoğan’la şahsi çıkarları için o kadar net bir anlaşma yapmıştı ki; bırakın kapalı görüşmeyi, Meclis grubunda bas bas bağırarak “Tayyip’i kurtarıyor diyorlar, evet kurtarıyorum; var mı itirazı olan?” dedi. Biz de saf saf ilkelerden dem vuruyoruz. Ne ilkesi yahu; hiçbir şey kalmamış!
“Kısa sürede anladım ki, Baykal’ın Erdoğan’dan farkı yok”
Livaneli, partiden istifa gerekçesini ise “Anladım ki Don Kişot’luk kanımızda var, bazı görevler üstleniyoruz ama bizi kullanıyorlar” diye açıkladı.
2007 tarihli yazınızda Baykal-Erdoğan “anlaşmasına” dair ifşaatınız kadar o tarihteki öngörünüz de çok çarpıcı. Yazıda Sevigen’in evinde yaptığınız görüşmede Baykal’a şunu söylediğinizi aktarıyorsunuz: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.” Yine aynı yazınızdan: “Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı Meclis’e sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.”
Tabii, ben Baykal’ın o tutumunun sadece şahsi değil aynı zamanda ideolojik olduğunu hatırlatmak için az önce size Türkiye’de sol olmayan partilerin sol olarak gösterilmesinin nedenlerini anlattım. Maalesef bizim gibi insanlar da çeşitli dönemlerde bu partiler içinde mücadele yürütmek durumunda kaldı. Oysa ben Marksist çizgiden gelen, bunu hayatıma rehber etmiş bir insanım. CHP’de ne işim vardı! Fakat o sırada CHP’de kendi düşüncelerimizi hayata geçirebileceğimizi, Baykal’a verdirdiğimiz sözleri yerine getirtebileceğimizi zannettik. Kısa süre sonra anladım ki, Baykal’ın Erdoğan’dan bir farkı yok.
“2019’da Kılıçdaroğlu’nun ve HDP’nin sağduyulu siyaseti Türkiye’ye tarihi bir adım attırdı”
Zülfü Livaneli, “Mevcut CHP yönetiminin muhalefet etme biçiminin, Baykal’ınki gibi olmasa da AKP’ye yaradığına dair eleştirilere katılıyor musunuz?” sorusuna ise şu yanıttı verdi:
“Hayır, ciddi bir fark var aralarında. Aksi halde 2019 yerel seçimlerindeki başarı elde edilemez, AKP’ye tarihi bir yenilgi tattırılamazdı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve HDP’nin sağduyulu siyaseti Türkiye’ye iyiye doğru tarihi bir adım attırdı. Umarım genel seçimlerde de bu adımın devamı getirilir. 7 Haziran’da da böylesi bir zafer kazanılmıştı ama kan ve revanla bu başarıyı boğdular. Ortada bir hayat memat meselesi varken solun kendi arasındaki ihtilafları bir kenara bırakması zarurettir. 1960’larda Milli Demokratik Devrim (MDD) ile Sosyalist Devrim çizgileri arasındaki kavganın bedelini unutmamalıyız. Bir grubun sloganı “Bağımsız Türkiye”, öbürününki de “Sosyalist Türkiye”ydi. Bu iki kesim birbirinden nefret ederdi. 1970’lerde Ankara’da Dilşat Düğün Salonu’nda yapılan bir kongrede “Sosyalist Türkiye” diyenlerle “Bağımsız Türkiye” diyenler sandalyelerle birbirine girişirken, solcu bir işçi “Yahu kardeşim ikiniz ‘Hem bağımsız hem sosyalist Türkiye’ deseniz ne olur?” diye isyan ediyordu.Çünkü Türkiye’de solun rotasını işçi sınıfı mücadelesi değil, Kurtuluş Savaşı’ndan gelen kadrolar, “Bir de sol renk koyalım buraya” diyerek belirledi”
“Sadece AKP’yi suçlayarak da gerçek bir yüzleşme yapamayız”
Livaneli, “Bence esas mesele, bundan sonra ne yapacağımız, Türkiye’yi hangi esaslara göre geleceğe taşıyacağımızdır. Sadece AKP’yi suçlayarak da gerçek bir yüzleşme yapamayız. 1990’lı yılların, faili meçhullerin de hesabını sormalıyız. Uğur Mumcu’ları, Musa Anter’leri kimler öldürdü? İçinde devletin olmadığı hangi suçlar var? Bütün bu hesaplaşmayı sağlayacak, Türkiye’yi ileriye götürecek olanlar da demokrasi güçleridir” dedi.