YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ
Huneyn sonrası ganimet dağıtımında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yeni Müslüman olan veya Müslüman olmasını umduğu insanlara yüzlerce deve veya koyun, çuvallar dolusu altın veya gümüş dağıtırken ashâbından bazılarına onlardan çok daha azını vermiş, hatta ganimetten hiç pay vermediği bile olmuştu.
Nebevî bir uygulamaydı; o güne kadar kim savaşa katılmış ve alın teri dökmüşse evine ganimetiyle dönmüştü. Ne var ki bugünkü uygulama öncekilere hiç benzemiyordu.
Bir bildiği vardı; öyle ya, vahiyle müeyyed bir Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) adaletin dışına çıkması düşünülemezdi.
Herkesin dikkatini çeken bu bâriz uygulama, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Dayım” diyerek iltifat ettiği büyük sahâbî Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’ın da (radıyallahu anh) dikkatinden kaçmamıştı; sebebini anlayabilmek ve başkalarının da anlamasına imkan tanıyabilmek için Fahr-i Âlem’i (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın takibine almış, yeni durumu adım adım izliyordu.
Sebebini öğrenecek ve başkalarının da öğrenmesine vesile olacaktı.
Rahmet taşıyan meltem gibi esiyor, neredeyse sınırsız veriyordu! Ancak bir detay Hazreti Sa’d’ın (radıyallahu anh) gözünden kaçmadı; semtine dahil olan bir cemaate daha ihsanda bulunulmuş, ancak aralarından birisine hiçbir şey verilmemişti. Dayanamadı ve sordu:
“Falanca ile aranızda ne var ki ona vermedin! Allah’a kasem olsun ki onu ben mü’min görüyorum!”
Bu da doğaldı; zira problemli olana verilmezmiş veya verilenler baş tâcıymış gibi bir refleksin sonucuydu bu. Ne var ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Sa’d’ın (radıyallahu anh) sorusuna cevap verme yerine başka bir detaya dikkat çekti:
“Müslüman görüyorum’ de!”
Demek ki mü’min ile müslim arasında önemli bir fark vardı ve Sultân-ı Rusül (sallallahu aleyhi ve sellem), hakiki mü’mine de bu farkı fark ettirmek istiyordu.
Evet, bu da güzel bir ayrıntıydı ama sorusuna cevap alamayan Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’ın (radıyallahu anh) merakı teskin olmamıştı ve “Yâ Resûlallah!” diyerek ikinci defa seslendi:
“Falanca ile aranızda ne var ki ona vermedin! Allah’a kasem olsun ki onu ben mü’min görüyorum!”
Rahmet Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) ona döndü ve yine aynı cümleyi söyledi:
“Müslüman görüyorum, de!”
Bu arada coşkunluk zirvedeydi ve bir taraftan da vermeye devam ediyordu.
Merakı iyice artan Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), “Yâ Resûlallah!” dedi ve bir daha seslendi:
“Falanca ile aranızda ne var ki ona vermedin! Allah’a kasem olsun ki onu ben mü’min görüyorum!”
Fem-i mübareklerinden üçüncü kez aynı cümle döküldü:
“Müslüman görüyorum, de!”
Belli ki merakını teskin etmeden işin peşini bırakmayacaktı, Hazreti Sa’d (radıyallahu anh). Merak dolu bakışlarını okuyan Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), ona yaklaştı ve “İhsanda bulunmam, sevgim için ölçü değildir!” buyurdu. Sonra da devam etti:
“Zira ben, benim için daha kıymetli ve daha çok sevdiğim kimselere hiçbir şey vermezken, yüz üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona daha fazla ihsanda bulunurum!”
Sükûtunun, ısrarla tekrarlanan soruya cevap vermeyişinin sebebi şimdi anlaşılmıştı; demek ki bir taraftan verirken diğer yandan niyetini âşikâr etmemek gerekiyordu.
Bütün algıları değiştirecek bir cümle, Kıyâmet’e kadar uygulanacak bir stratejiydi bu ve yıllarca sır gibi sakladığı bu emaneti Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), vakt-i zamanı gelince konuştu ve herkese mâletti.
Her zaman iki kere ikinin dört etmeyeceğini ifade eden bu farkı bize de fark ettiren Hazreti Sa’d’den Allah (celle celâlühû) ebeden razı olsun!
Dahası var:
O gün Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’ın (radıyallahu anh) radarına takılan isimlerden birisi de Cuayl İbn-i Sürâka (radıyallahu anh) idi; hem çok kıymetli ve hem de çok sevilen birisiydi.
İlk muhâcirlerdendi.
Suffe mektebinin has bir talebesiydi.
Benî Mustalık gazvesine giderken Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, kendi yerine Medîne’de vekil bırakmıştı.
Zâtü’r-Rika gazvesinden dönerken yine onu tercih etmiş, sağlık ve zafer haberini ulaştırması için ashâb arasından onu seçip öncü olarak Medîne’ye göndermişti.
Fakr u zaruret içinde bir hayat yaşayan Hazreti Cuayl (radıyallahu anh), ihanetin üst üste geldiği günlerde bir gözünü Benî Kurayza yurdunda bırakanlardan birisiydi!
Ne var ki Huneyn sonrası ona ne deve veya koyun ne de altın veya gümüş verilmişti!
Nebevî uygulamayı bu denli yakın takibine alan Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), Mekke’nin ilk günlerinden bu yana tanıdığı bir isme yapılan uygulamanın hikmetini de öğrenecekti; “Yâ Resûlallah!” dedi ve bu sefer isimleri de tasrih ederek sordu:
“Uyeyne İbn-i Hısn ve Akra İbn-i Hâbis gibilere yüzer deve verilirken Cuayl İbn-i Sürâka’ya herhangi bir ihsanda bulunmadın?”
“Neden?” diyordu. Şüphesiz ki bu bir sorgulama değildi; hikmetini öğrenmek ve hikmeti yitik hazine görenlere de öğretmek istiyordu.
İnsan sarrafıydı; anlamaz mıydı?
Yanına yaklaştırdı ve “Hayatım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki” diye başladı, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerine. Sadece onun duyacağı tonda ve Nübüvvet vakarıyla konuşuyordu. “Yeryüzü Uyeyne ve Akra gibi kişilerle dolup taşsa, Cuayl İbn-i Sürâka onlardan yine de daha hayırlıdır!” dedi ve arkasından niçin böyle yaptığını şu cümlelerle tasrih etti:
“Bunlara verirken ben, onları İslâm’a ısındırmak ve alıştırmak için yapıyorum; Cuayl İbn-i Sürâka gibileri ise sımsıkı bağlı olduğu Müslümanlığına ve Âhiret’te kendisi için hazırlanmış üstün mükâfatlara havale etmiş bulunuyorum!”
Nebevî stratejinin Hazreti Sa’d’e (radıyallahu anh) emanet ettiği bir hakikatti bu ve Müslümanlığa sımsıkı bağlı olduğu halde dünya ve dünyadakilerin yüzüne ekşidiği nice mü’min bugün de var.
O gün, Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) eliyle iki kere ikinin her zaman dört etmediğini gösteren bu uygulamayı başlattıran Allah (celle celâlühû), günün Cuayllerini hiç mahrum bırakır mı?
Kaynak: Tr724