YORUM | NEVİN ERDEM
Erdoğan dönemi bugün olmazsa yarın bitecek. Peki bu dönemdeki mağduriyetler nasıl telafi edilecek? Hukuksuzluklar nasıl giderilecek? Suç işleyenler nasıl yargılanacak?
Bu sorulara bir yazıya sığdırarak cevap vermek elbette mümkün değil. Ama Erdoğan sonrası döneme dair bazı hukuki değerlendirmelerin şimdilerde yapılması gerekiyor.
İnsanlık ailesi, Türkiye’de son dönemlerde yüzbinlerin yaşadığı hukuksuzluk ve zulümlerden çok daha ağır tecrübelere sahip.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
17 Temmuz Uluslararası Ceza Adaleti Günü olarak kabul ediliyor. Bu hafta sonu değişik etkinliklerle kutlandı. Bu günün seçilmesinin nedeni, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) kuruluş sözleşmesi olan Roma Statüsü’nün 17 Temmuz 1998’de imzalanmış olmasıdır. Bugün itibariyle Statü’yü 123 ülke imzalamış durumdadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin görev alanındaki suçlar soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçlarıdır. Böyle ağır suçların soruşturma ve kovuşturmasını yapma yetkisine sahip olan uluslararası bir mahkemenin kurulmuş olması ceza adaleti açısından oldukça önemli bir gelişmedir.
Mahkemenin savcılarından Karim Khan’ın da belirttiği gibi, mahkemenin bizatihi varlığı insanın, masum ve korumasız diğer insanlara karşı kötülük yapma potansiyelini gösteren bir kanıttır.
Gerçekten de son yüzyıl içinde Nazi Almanya’sı, Yugoslavya ve Ruanda gibi ülkelerde yaşananlar insanların vahşi, acımasız, kötülükte bir sınırın olmadığını ortaya koymaya yetecek niteliktedir.
Bu sınırsız kötülük potansiyelinin yapılabildiği kadarıyla hukuki tanımının yapılması, çerçevesinin çizilmesi ceza adaleti açısından son derece kritiktir. 1940’ların öncesinde soykırım ve insanlığa karşı suçlar bilinen kavramlar değildi. Özellikle Nazi vahşeti, hukukçuları bu eylemleri tanımlamada yeni arayışlara itti. Genocide (soykırım) kavramını geliştiren Raphael Lempkin ve insanlığa karşı suçların kavramsallaştırılması çabalarıyla tanınan Hersch Lauterpacht gibi hukukçular uluslararası ceza adaletinin gelişiminde önemli isimler arasındadır.
1940’lı ve sonraki yıllarda gösterilen çabalar 1998 yılında Roma Statüsü ile meyve vermiştir. Bugün elimizde soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçlarını tanımlayan uluslararası geçerliliği olan bir metin bulunmaktadır.
Roma Statüsü’ndeki suç tanımları, sadece geçmişteki acı olayların içeriğiyle sınırlı bir tanım değildir; aynı zamanda, yaşanmış tecrübelerden yola çıkılarak gelecekte işlenmesi muhtemel büyük kötülüklerin hukuki çerçevesini çizmektedir.
“Never again!” (Bir daha asla!) sözleriyle sloganlaştırılan bir amaçtır bu!
UCM’nin yetkisi, tamamlayıcı bir yetkidir. Bunun anlamı, suçun işlendiği ülkedeki mahkemeler eğer failleri etkin bir şekilde yargılarsa, UCM’nin yetkisi ortadan kalkmaktadır. Önemli olan bu ağır suçların faillerinin cezasız kalmamasıdır. Eğer Statü’de yazılı suçlar işlenmiş ve cezasızlık hali varsa, Sudan örneğinde olduğu gibi, Roma Statüsü’ne taraf olmayan ülkeler dahi BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ile, mahkeme tarafından yargılamaya konu edilebilmektedir.
Suçun işlendiği ülkede yargılamanın yapılamamasının çeşitli nedenleri olabilir. Savaş ya da iç savaş gibi nedenlerle yargılama mekanizması etkisini tamamen kaybetmiş olabilir. Ya da, suçun failleri (Türkiye’de olduğu gibi) devlet yöneticileri, nüfuzlu kişiler, etkin gruplar olduğu için yargı makamları suçların soruşturmasında isteksiz ya da yetersiz kalabilir.
UCM ve Roma Statüsü’ne dair bu uzun açıklamalardan sonra Türkiye’deki durumu değerlendirelim.
Türkiye Roma Statüsü’nü imzalayan ülkeler arasında değildir. Ancak 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nun 76. maddesinde soykırım suçu, 77. maddesinde ise insanlığa karşı suçlar Roma Statüsü’nde yer alan şekliyle düzenlenmiş ve iç hukuka dahil edilmiştir. Her iki suçun cezası da, ağırlaştırılmış müebbet hapistir; zamanaşımı yoktur.
15 Temmuz sonrası eylemler tek bir şahsa ya da birkaç kişiye yönelik eylemler değildir. Aynı şekilde eylemlerin failleri de tek bir şahıs veya birkaç şahıs değildir.
Binlerce kişinin yüzbinlerce kişiye yönelik eylemi söz konusudur.
Eylemlerin sistematik olduğu, bir plan çerçevesinde hareket edildiği sabittir. “Bir plan”ın varlığı hem TCK m. 76’daki soykırım suçunun, hem de TCK m. 77’deki insanlığa karşı suçların ortak unsurudur.
Her iki suçta “amaç” unsuruna bakalım…
İnsanlığa karşı suçlar, soykırım suçuna göre daha genel bir suçtur. Eylemler “milli, etnik, ırki veya dini bir grubun tamamen veya kısmen yokedilmesi maksadıyla” yapılmışsa, soykırım olur. “Siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı” işlenmişse “insanlığa karşı suç” oluşur.
Bunun anlamı şu:
15 Temmuz sonrasında “FETÖ üyesi” denilerek Gülen Cemaati’ne mensup olduğu iddia edilen kişilere yönelik eylemler TCK 76 gereğince “dini bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi” amacıyla yapılan eylemler olup, soykırım suçu kapsamında değerlendirilmesi gerekecektir. İktidar da zaten söylem olarak “muhalifleri tasfiye ediyoruz” demiyor; “FETÖ’yü yok ediyoruz” diyor.
“Efendim, bu bir terör örgütüdür ve elbette yok edilmesi gerekir” savunması geçerli değildir. Zira, siz kafanıza göre terör örgütü yaratamazsınız. Zaten soykırıma maruz kalan herkes, saldırganların gözünde teröristtir; vatan hainidir; insan değildir…
Bir gecede 2745 hakim ve savcıya “terörist” diyeceksin ve bunun kabul edilmesini bekleyeceksin!
Türkiye sınırları dışına çıkın ve görün bu iddialara ne dediklerini!
15 Temmuz sonrasında “FETÖ” suçlamasından başka bir “siyasal, felsefi, ırki veya dini saik” ile TCK 77. maddesindeki eylemlere maruz kalanlarla ilgili olarak ise “insanlığa karşı suç” söz konusu olacaktır. Bu kapsamda binlerce KHK’lı bulunmaktadır.
FETÖ üyeliğiyle suçlananlara yönelik eylemler de bu kapsamdadır aslında. Ancak soykırım suçu daha özel bir suç olduğu için, failler hakkında cezalandırma daha genel olan “insanlığa karşı suç”tan değil, TCK m. 76’ya göre yapılacaktır.
Şimdi de her iki suçun unsurları olan eylemlere bakalım…
Her iki suçun oluşması için seçimlik bir çok eylem var kanun maddesinde. Somut olaylara karşılık gelen eylemlere bakalım. Soykırım suçu için şu eylemlerin işlenmesi gerekli:
— Kasten öldürme,
— Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme,
— Grubun, tamamen veya kısmen yokedilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması,
Bunlardan bir tanesinin gerçekleştirilmesi yeterli. Örneğin, 15 Temmuz sonrası mağdurların psikiyatristlerden alacakları raporlarla ruhsal olarak ağır zarara uğranıldığının tespiti soykırım suçunun ispatı için yeterli. İşkence ve öldürmeleri saymıyorum bile.
İnsanlığa karşı suçun varlığı için gerekli eylemler ise şunlar:
— Kasten öldürme,
— Kasten yaralama,
— İşkence, eziyet veya köleleştirme,
— Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma.
Bu kapsamda ise, sadece gözaltına alınanların ve tutuklananların durumu fazlasıyla yeterli.
Yazıyı ceza hukukunun teknik ayrıntılarıyla daha fazla boğmamak için burada bitiriyorum.
Kısaca toparlamak gerekirse; 15 Temmuz sonrası Türkiye’de iktidar ve destekçilerinin eylemleri soykırım ve insanlığa karşı suç kapsamında yargılanması gereken eylemlerdir.
Eylemlerin mağduru, görünüşte tek tek bireyler ise de, özde tüm insanlıktır.
Türkiye’de son dönemde yaşananlar insanın ne kadar kötü olabileceğinin güncel örneğini oluşturmaktadır ve bu daha önceki tecrübelerle hukukçular tarafından görülmüş, formüle edilmiş ve en ağır suç tipleri olarak gerek Roma Statüsü’ne gerekse Türk Ceza Kanunu’na yazılmıştır.
Mağdurlar yönüyle bu cezalar bir nebze tatmin edici olabilir ancak tüm mağduriyetleri telafi edebilecek bir cezanın bulunmadığını hepimiz biliyoruz.
“Bir daha asla” bu tür eylemlere tevessül edilmemesi için Türkiye’de etkin bir yargılama şarttır.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***