YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Farklılığının farkında ve o güne kadar da bu farklılığın karşılığını görmüş bir şâirdi, Abbâs İbn-i Mirdâs (radıyallahu anh).
Gözü pek bir kahramandı; yiğitliğin hakkını verdiği gibi şiirlerini de babayiğitlerin hakkını teslim etmekle örgülerdi. Kimin mert kimin de nâmert olduğunu görür ve etrafında halkalanan kitlelerle konuşurken, bir ekranda seyrediyormuşçasına er meydanını önlerine döküverir, kimin omuzunda hangi zaferin bayraklaştığını detaylarıyla tasvir ederdi.
Kısacası, söz konusu kahramanlık olduğunda eline su dökülmez, sözünün üstüne de söz söylenmezdi!
Dahası, Müslüman olmadan önce ağzına içki koymayan ender insanlardan birisiydi, Abbâs İbn-i Mirdâs (radıyallahu anh). Cehaletin dümende olduğu dönemlerde bile kendisine, “Sana güç ve cesaret verir; niçin içki içmiyorsun?” diyenlere şöyle derdi:
“Sabahına kavmimin efendisi olarak uyandığım günün akşamına, aşağılık bir sefih olarak girmek istemem! Vallahi, benimle aklım arasına giren hiçbir şey, mideme girmeye asla yol bulamaz!”
Nezih yaşamıştı.
Ne var ki o günkü tezvirât ve kara propagandalar sebebiyle nezahetin merkezi ile tanışması gecikmiş ve ancak Mekke fethinden kısa süre önce Müslüman olabilmişti.
O kadar heyecanlıydı ki o gün sadece kendisi Müslüman olmakla kalmamış, kavminden üç yüz kişiye de rehberlik yapmış, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna getirerek onların da Müslüman olmasına vesile olmuştu.
Hemen akabinde yaşanan Huneyn’e o da katılmış, doğal olarak Ci’râne’deki bekleyişe o da şahit olmuştu.
Hiç kimsenin beklemediği sürpriz taksimat, onu da çarpmıştı; zira hiç olmayacak insanlara ihsanlarda bulunup sağanak gibi cemîle yağdıran Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), fakirlik endişesi yaşamadan veriyordu!
O gün verilenler arasında onun da bir yeri vardı ve Abbâs İbn-i Mirdâs’ın (radıyallahu anh) beklentileri de yükselmişti; demek ki kendisine de verilecekti!
Ancak, öyle olmadı; hâlâ gelgitler yaşayan ve bunu dışarıya vurmaktan da çekinmeyen, üstelik iki de bir beklentilerini dile getiren ısrarcı tiplere bile yüzer deve veren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ona bunun çok daha azını uygun görmüştü!
Aslında, Abbâs İbn-i Mirdâs (radıyallahu anh) gibi akıllı birisinin anlaması gereken bir uygulamaydı bu; zira, o gün Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’a (radıyallahu anh) dediği gibi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisi için daha kıymetli ve sevdiği kimselere belki hiçbir şey vermezken, yüzü üstü ateşe düşeceğinden korktuğu insanları o ateşten kurtarmak için onlara daha fazla veriyor, ihsanda bulunuyordu.
Bunu duyacak ve onu da bileceklerdi. Bu yönüyle Asr-ı Saâdet’in her karesi, adeta ayrı bir mektepti ve saniyelerine yıllar sığıştırılmışçasına bu mektepten çok şey öğrenecekler, sonrakilere de öğreteceklerdi.
Sebeb-i hikmetini öğreneceği âna kadar o gün sessiz kalmak da bir tercihti, ama özellikle Akra İbn-i Hâbis ve Uyeyne İbn-i Hısn’a yüzer devenin verildiğini görünce sabredemedi.
Zâhire bakıyor ve bu taksimata bir anlam veremiyordu.
Şâirdi ya, hissettiklerini şiirin kalıbına koydu ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) taksimatını kastederek seslendirmeye başladı:
“Sonra da benim hissemle atım Ubeyd’in hissesini Akra ile Uyeyne arasında bölüştürüyor!”
Devamını da getirdi; kavmi arasındaki yerini, Akra ile Uyeyne’ye olan üstünlüğünü ve dünden bu yana halk nezdinde gördüğü itibarı da dillendirmeye başladı.
Uzunca şiirinde de ifade ettiği gibi aslında onun, mala-mülke ihtiyacı yoktu; uygulamayı bir statü farklılığı olarak görmüş ve toplum nezdindeki yerinin nazara alınmadığını düşünmüştü!
İyi ki öyle gördü ve öyle düşündü; zira o gün bu türlü hadiseler yaşanmasa ve işin gerçek mahiyeti de bu vesileyle gün yüzüne çıkmış olmasaydı, hepimizin bugün farklı beklentileri olmaz mıydı?
Veya başka bir ifadeyle söyleyelim; buna rağmen hâlâ keskin dilimizi kullandığımız, kalemimizin gücüne sarılıp hakk-ı temettü beklediğimiz zamanlar yok mu?
Halbuki o gün verilenler, ne dökülen herhangi bir alın terine mukabil verilmiş birer ücret veya hakedişti ne de hasat mevsimi yaşanıyormuşçasına rastgele bir dağıtılmaktan ibaretti; orda da, vahiy merkezli bir İrade vardı!
Söz konusu huzursuzluk ve bunu ifade eden şiiri, Fahr-i Âlem Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem) duydu ve hiç vakit kaybetmeden Abbâs İbn-i Mirdâs’ı (radıyallahu anh) yanına çağırarak sordu:
“Az önce, ‘Sonra da benim hissemle atım Ubeyd’in hissesini Akra ile Uyeyne arasında bölüştürüyor!’ diyen sen misin?”
Açık sözlü ve mert bir insandı. Zaten bunları söylerken muhatapları arasında Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) gibi en önde gelenler de vardı. Yani, şâhidi çok bir dillendirmeydi ve hiç uzatmadı:
“Evet, bunları ben söyledim!”
Üzerine gitmedi, Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem); bunları neden söylediğini de sormadı. Belli ki sadece teyid için sormuştu.
Ya ne yaptı?
Etrafındakilere döndü ve “Gidin, onun dilini kesin!” buyurdu.
İnsanları göz göze getiren bir cümleydi bu; nassın zâhirine odaklanmış ve Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) ait uygulamayı hicveden bir şâirin dilinin kesileceğine hükmetmişlerdi! Hatta, bu cümleyi duyan Abbâs İbn-i Mirdâs (radıyallahu anh) bile aynı kanaatteydi ve dilinin kesileceğine kesin gözle bakmaya başlamıştı.
Nebevî beyanın anlaşılmadığı belliydi ve yüzlerden bunu okuyan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir adım daha attı; yanına Hazreti Bilâl’i (radıyallahu anh) çağırdı ve “Ey Bilâl!” dedi. “Haydi, onu götür ve dilini kes! Kendisine bir kat da elbise ver!”
Aynı dili kullandığına ve kullanmada ısrarcı olduğuna göre burada başka bir mesele vardı. Üstelik talimatın verildiği şahıs da ona söylenen sözün akabindeki ayrıntı da aslında Habîb-i Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) niyetini aşikâr ediyordu.
Anlayan anlamıştı; anlamayanlar da anlayacaktı!
Bu arada Hazreti Bilâl (radıyallahu anh), Abbâs İbn-i Mirdâs’ın (radıyallahu anh) elinden tutmuş ve bir tarafa doğru götürmeye başlamıştı!
Acıyarak arkadan bakanların, “Dili gitti!” diyerek yansıttıkları hissiyatı, Abbâs İbn-i Mirdâs’ı da (radıyallahu anh) tedirgin etmişti; artık o da dilinin kesileceğini düşünüyor ve iki de bir “Dilim kesilecek!” deyip dövünüyordu.
Bir yere kadar dişini sıkan Hazreti Bilâl’in de (radıyallahu anh) sabrı taştı; elinden tuttuğu Abbâs İbn-i Mirdâs’a (radıyallahu anh), “Sus be adam!” dedi. “Öyle zannettiğin gibi dilin falan kesilmeyecek! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana, sana ihsanda bulunmam suretiyle dilini kesmemi emretti!”
Şimdi anlaşılmıştı; talimat verilirken kullanılan dil farklı olduğu gibi cümle içinde kastedilen dil de demek ki bilinen dil değildi.
Gerçekten de öyle oldu; develerin bulunduğu mekâna kadar gelen ve Nebevî literatürü çok iyi bilen Hazreti Bilâl (radıyallahu anh), Akra İbn-i Hâbis ve Uyeyne İbn-i Hısn’a verildiği gibi ona da yüz deve verdi.
Tabii, ihtiyacı kadar elbise vermeyi de unutmadı.
Abbâs İbn-i Mirdâs (radıyallahu anh) mahcup da olsa iş tatlıya bağlandı ve o günden sonra bize, atılan adımdaki niyet ve hedef bilinmeden, söylenen sözün hangi ortamda ve kime söylendiği ve söylenen sözden neyin kastedildiği iyi kavranıp doğru anlaşılmadan hareket edildiğinde ortaya çıkabilecek yanlışlar silsilesini gösteren güzel bir ders kaldı.
Tabii, kredimizi doldurup sınavımızı geçebildiysek!
Kaynak: Tr724