YORUM | VEYSEL AYHAN
“Her kim ki bu ahdi bozarsa Allah’ın ahdini bozmuş,
dinini alaya almış olur ve Allah-ü Teala’nın lanetine layık olur…”
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 7)
Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethettiğinde Tur-i Sina Kilisesi’nin ruhbanları bir belge ile huzuruna geldi. Ellerinde Allah Rasulü (sas) mühürlü bir ahitname vardı. Yavuz, ahitnameyi okuyunca heyecanlanmış şu sözleri sarf etmişti:
“Ne yer hakkı ne de vergi… Onun iki eliyle yazdığı ve mühürlediği vasiyetnamesini Mısır’da Tur-i Sina keşişlerinin ellerinde buldum ve o kadar mesrur oldum ki bütün Mısır’ı zabt ettiğim zamanda dahi o kadar mesrur olmamıştım” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.EE.24/67)
“Ahitname” (Dokunulmazlık) metni, hicretin 2. yılı Mescid-i Nebevi’de Hz. Ali’ye takrir ettirilmiş görünüyordu. Muhatabı Saint Katerina (Tur-i Sina) Manastırı havalisinin tüm sakinleri idi.
Yavuz, ahitnamenin orijinalini kendisine vermeleri karşılığında bu dokunulmazlığın ilanihaye süreceğini ve onlar için İstanbul’da bir manastır ve kilise yaptıracağını beyan ve ferman eder. Tercüme nüshalarını onlara bırakır. 400 altın da hediye eder.
Bir kopyası “bir miktar yeşil, biraz turuncu renkler kullanılmış̧, yaldızlı, tezhipli ve on üç̧ varak” ile hazırlanır ve Hazine-i Amire’ye konur (Başbakanlık Osmanlı Arşivi.YB.21/66). (Sina Dağı Arşivinde Osmanlı İzleri: Fermanlar ve İmtiyazlar, Hadi Belge)
Ve Yavuz İstanbul’a dönünce onlara “Balatkapı İoannes Prodromos Metokhion Kilisesi”ni inşa eder.
Ahitnamelerin izini süren Amerikalı araştırmacı John Andrew Morrow The Covenants of the Prophet Muhammad with the Christians of the World adlı kitabında bu ahitnameye 35 sayfa ayırır. Ahitnamenin Hz. Muhammed’in uygulamaları ve İslamiyet’in temel öğretileri ile tam bir uyum içinde bulunduğunu belirtir.
Kitabının sonuç bölümünde Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların bir arada barış içinde yaşayabilme öğretisinden yoksun olduklarını, tekrar eskisi gibi hoşgörü ve birlikte yaşama pratiğine dönmeleri gerektiğini vurgular. Ve hadis-i şerifi ekler: “Her kim antlaşmalı bir zimmiye zulmeder veya gücünün üzerinde bir yükümlülük yüklerse, kıyamet gününde benim hasmım olur.”
Müslümanların bakış açılarını kalibre edebilecekleri bu muhteşem metni Feridun Bey’in “Münşe’at-ı Selatin” adlı eserinden okuyabiliyoruz:
“Bu kitap Muhammed bin Abdullah’ın tüm Hıristiyanlara verdiği ahidname suretidir ki Hak Teala onu rahmetiyle müjdeleyip azabıyla halkı uyarmaya göndermiştir… O Muhammed bu kitabı tüm ehl-i millet-i nasraniyeye bağlı olanlara ahd için verdi. Her kim ki bu ahdi bozarsa Allah’ın ahdini bozmuş olur, dinini alaya almış olur ve Allah-ü Teala’nın lanetine layık olur… Çünkü onlar benim raiyetimdir ve ehl-i zimmettir. Ben onları diğer ahidname verdiğim maunetlerin ezasından affeyledim. Onlara zorlama ve cebrolunmasın.
Hiç bir Hıristiyan reisi görevinden alınmasın. Ve bir papaz papazlıktan alınmasın ve sumasında itikafa girenler sumalarından çıkarılmasın. Seyahate çıkanlara engel olunmasın. Keşişlik ve kiliselerinden hiçbir şey yıkılmasın ve kilise mallarından bir şey alınıp mescit yapımında kullanılmasın. Her kim buna muhalif iş işlerse Allah’ın ahdini bozmuş olur ve çalışmayıp yalnız ibadetle meşgul olanlarına cizye ve benzeri vergiler yüklenmesin. Denizde, doğuda, batıda, kuzey ve güneyde her nerede olurlarsa olsun, onların zimmetleri benim üzerimedir. Dağlarda olup ibadetle meşgul olanların ziraat ettiklerinden haraç alınmaz…
Çünkü onların yaptıkları ziraat kendi geçimleri içindir. Ticaret için değildir.
Ve harp için adam toplamak lazım olsa onlara teklif olunmaz. Cizye alınmak gerektiğinde ne kadar mal ve gelirleri olursa olsun yılda on iki dirhemden fazla nesne alınmaz, zahmet ve meşakkat teklif olunmaz. Ve mücadele olunsa rıfk ile ihsanla mücadele olunur. Merhamet ve şefkat kanadı altında korunurlar. Ve her nerede olurlarsa ve her nereye varırlarsa. Müslümanların nikahı altında olan Hıristiyan kadına cebir ve baskı yapılamaz ve dini görevlerini yerine getirmesine engel olunmaz ve kiliselerine varıp ibadet etmelerine engel olunmaz.
Her kim ki Allah’ın bu ahdine muhalefet ederse ve zıttına göre amel etmeye niyet ederse Allah’ın ve Rasulü’nün misakına isyan etmiş olur. Kiliseleri tamire ihtiyaç duyduğunda kendilerine yardımcı olunur. (Onlardan kimse silah taşımaya zorlanamaz. Tam aksine Müslümanlar onları korumak ve kollamakla mükelleftirler.) Bu ahidname kıyamete kadar baki olup dünya yıkılıncaya kadar hükmü geçerli ola. Asla muhalefet olunmaya.”
Allah Rasulü’nün (sas) diğer din saliklerine ve mabetlerine bakışı buydu. Hulefa-yı Raşidin de buna riayet etmişti.
İslam ordusu, Kudüs’ün kapısına geldiğinde, Hristiyan papazlar kitaplarındaki bir bilgiye dayanarak ancak Hz. Ömer gelirse şehrin anahtarlarını teslim edeceklerini söylemişti.
Hz. Ömer kabul etmiş ve Kudüs’e gelmişti. Patrik ve vali tarafından karşılanmış şehrin anahtarları teslim edilmişti. Hz. Ömer, halka “canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, kutsal eşyalara dokunulmayacağına, kiliselerin yıkılmayacağına ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyeceğine” dair teminat verdi.
Ona Kudüs’ü gezdirdiler. Sepulchre Kilisesi’ni gezerken namaz vakti gelince Hz. Ömer namaz için izin istedi. Patrik “Buyrun, burası da Tanrı’nın evidir. Dini vecibelerinizi burada yerine getirebilirsiniz.” dedi.
Hz. Ömer: “Benim için mahsuru yok ama burada namaz kılarsam, ileride ‘Halife Ömer burada namaz kılmıştır’ diye İsa efendimizin kutsal mekânını camiye çevirirler. Buna müsaade edemem.” dedi ve dışarı çıkıp başka bir yerde namazını kıldı.
“Kûfe Hz. Ömer tarafından hicri 17 yılında kurulmuş yeni bir şehir idi. Henüz Emeviler döneminde Kûfe’de 20’den fazla Kilise ve bir de Havra inşa edilmiş faaliyet göstermekteydi. Başta Hire olmak üzere birçok şehirde yıkılmaya yüz tutmuş olan mabetler, devlet tarafından tamir edilmiştir… Ayrıca mabetlere ait mallar vergi dışı kabul edilmiştir.
Mecusiler de, aynen Yahudi ve Hıristiyanlarda olduğu gibi, Hz. Peygamber döneminden itibaren İslam dinini benimsemeleri hususunda baskıya maruz kalmadılar, aksine tamamen özgür bırakıldılar. Birkaç̧ istisna dışında dini mabetleri ve aynı zamanda eğitim kurumları olan ateşgedelerinin hiçbirine dokunulmadığı gibi burada görev yapan din adamlarının kendi dini ayinlerini yerine getirmelerine de engel olunmadı.
Emevilerin orta döneminden itibaren fethedilen Türk bölgeleri ile Budistler; Sind ve Keşmir bölgeleriyle de hem Budistler hem de Hinduistler İslam toplumunun birer parçası haline gelmişlerdir. Hindulara da yukarıda saydığımız dinlerle aynı statü tanınmıştır. Her iki dinin salikleri ve tapınakları, kendileriyle yapılan antlaşmalar çerçevesinde devletin koruması altına alınmıştır…
Hz. Ömer vefat edeceği zaman kendisinden sonraki halifeye Resulullah’ın zimmeti altında bulunan milletlerin ahitlerine riayet etmesini, onları zulüm ve haksızlıktan korumasını, güçlerinin fevkinde bir vergi koymamasını vasiyet eder.” (İlk Dönem İslam Toplumunda Gayrimüslimlerin Yeri: Haklar ve Hoşgörü, Mehmet Mahfuz Söylemez)
İkinci Ömer sayılan Ömer bin Abdülaziz, halife olunca yaptığı önemli bir şey vardır: Kendinden önceki Emevi Halifeleri tarafından el konulmuş, Hristiyan ve Musevilere ait kilise ve sinagogları eski sahiplerine geri verdi. Bu tavır, toplumsal bütünlük için çok önemli bir adım oldu. Üç yıl içinde geniş bir coğrafyada toplumun tüm kesimlerinin gönlü kazanıldı. Kitleler halinde ihtidalar oldu.
Cami siyasi bir yapı değildir. Hamaset için değil namaz kılma için inşa edilir. Dar gelince büyütülür. Olmayan cemaate cami yapılmaz. Güç gösterisi yapmak, hakimiyet sembolü inşa etmek birer siyasi amaçtır. Bu gaye ile başka din saliklerine ait mabedi onların elinden almak ve orada namaz kılmak eskiden belki izahı olan bir şeydi ama şimdi ne mümkün ne de uygun. Bu konuda yirmi yıl önce farklı düşünmem bugün kendimi tashihe mâni değil.
Sonuç olarak bir tarafta Hz. Ömer ve Ömer bin Abdulaziz’in (r.anhüm) sünneti sahiha ile müeyyed içtihadı var. Diğer yanda Hz. Fatih’in o günün konjonktüründe yadırganmamış ve ulema tarafından tasvip edilmiş içtihadıyla Ayasofya’yı camiye çevirmesi var. Aynı fetvalarla nizam-ı âlem için kardeş katlini de bugün onaylamak gerekir.
Bir tarafta siyasi olarak “düşmanın” bileğini bükme, ona diz çöktürme, diğer yanda ise başka dinlere saygılı davranmak ve Müslümanlığı sevdirmek var.
Bunlardan birini tercih, bizim, camiyi “siyaset” aracı yapıp yapmadığımızı ve duruşumuzun siyasi olup olmadığını tespit edecektir.
Sonraki yazı: Peygamberler vergi memuru mudur?
Kaynak: Tr724