YORUM | YAVUZ ALTUN
Amerikan dizi tarihinin mihenk taşlarından The Sopranos’un ilk sezonunun 8. bölümü harika bir sahneyle sona erer. New Jersey’in meşhur İtalyan asıllı Amerikan mafya babası Tony Soprano’nun adamlarından genç Christopher, bir suça karışmıştır ve ertesi gün bunun haber olacağının farkındadır. Hemen bir koşu gazete otomatına gider. Bozuk parayı atar, gazeteyi alır ve ilgili sayfayı açarak okumaya başlar. Kendi adının “gangster” olarak yazıldığını görünce heyecandan havalara uçar ve bütün gazete nüshalarını alarak uzaklaşır…
Mafya ile medya arasında bu türlü ilginç bir ilişki vardır her zaman. Nasıl ki terör örgütleri, kanlı eylemleri “haber olmak” için yaparlar, çünkü dehşet uyandırmanın bir yolu medyanın “büyütecini” kullanmaktır, öyle de mafya babaları, kabadayılar, suç örgütü liderleri, gazetelerde, televizyonlarda kendilerinden “korkutucu” lakaplarla bahsedilmesini isterler. Bir nevi “bedava reklam” bu, çünkü kendilerine seçtikleri “varoluş alanı” bu korkudan beslenmektedir.
Gelgelelim, “mafya hikâyeleri” kışkırtıcıdır da. The Godfather tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olmasının yanı sıra, bir mafya hikâyesi olduğu için de popülerdir. Hatta sinemayı bir sanat olarak gören, usta bir yönetmenin elinden çıktığı hâlde, dünyanın dört bir köşesinde “sanat” kaygısı gütmeyen kitleler tarafından da seyredilmiştir, eminim. Türünün tek örneği de değil, onlarca kez benzerleri yapıldı. Hatta bu sebeple genel bir eleştirinin de odağındadır: “Kötü” adamı özenilecek bir tip olarak göstermek…
The Godfather’ı seyreden birisi, uyguladığı onca şiddete, öldürdüğü ya da ölüm emrini verdiği onca insana rağmen baba-oğul Don Corleone’lere özenebilir mi sizce? Yönetmenin bütün çabasına rağmen, evet, maalesef. Ama bu elbette filmin kabahati değil. The Godfather mafya tipolojisinin sosyo-politik tahlilini o kadar iyi yapmıştır ki, daha ilk sahnesinden mafyayı ortaya çıkaran iklimin “adaletsizlik” ve “yozlaşma” olduğunu anlarsınız. Devlet organizasyonunun çöküşü ya da zaafı, veyahut kendisini toplumun diğer kesimlerine karşı “dezavantajlı” gören toplulukların varlığı, mafya-vari yapıları netice verir. Ve bu mafya tiplemesi uyanıktır, güçlüdür; çünkü “devlet aparatları” ile de iş tutar. Hesabı kitabı iyi olmak zorundadır. Gücünü çoğu zaman ortantısızca ama hep “ustaca” kullanır.
Belki de bu sebeple, The Godfather ve benzerlerinin bütün o “janti” ve “suç dehası” mafya tiplemelerine karşılık, The Sopranos dizisindeki suç örgütü üyeleri “budala”dır. Ailenin reisi olmaya uğraşan Tony Soprano, budalalar arasında az çok kafası çalışan tek kişidir belki de. Ve dizi, harika bir olayla start alır. Tony, aniden bayılmalar yaşadığı ve bunun psikolojik bir sorun olabileceğinden korktuğu için, bir psikologla görüşmeye gider. Malum, psikologlar kendilerine anlatılan şeyleri kimseyle paylaşamazlar. Yine de Tony sadece ipuçları verir. Suç dünyasındaki maceralarını bir psikoloğun gözünden de görmüş oluruz. Bu durum aynı zamanda bütün o “kötülük” ile aramıza mesafe koyabilmeyi sağlar. Nihayet psikolog, Tony’nin değişmeyeceğine ikna olur ve terapiyi bırakır, dizi de orada biter.
Türkiye’de de “medya” ile “mafya” arasında geçişlilik yüksek. 1990’larda Türk sinemasını “ipten alan” film Eşkıya, aslında bir çeşit “suç filmi”dir. Yönetmeni Yavuz Turgul, daha sonra defalarca “suç” olgusu etrafında kalem oynatacaktır. Ancak hep “iyi mafyayı” anlatır. 1990’lardan çıkıp 2000’lere doğru giderken önce Deli Yürek gibi “iyi raconu olan” mafya tiplemesiyle tanıştık, ardından Kurtlar Vadisi ile “vatanı için canını ortaya koyan” mafya tipini gördük. Bu iki dizi de başrollerdeki karakterlerin yasa dışılığı, uyguladığı şiddet veya doğrudan cinayetleriyle pek ilgilenmiyordu. Her şey “hak edene” vurulmuş “kötek”ten ibaretti. Haliyle, gençler özenmeye başladı.
Nitekim gerçek hayattaki “mafya” tipleri de, bir hayli popülerdi. Ünlü şarkıcılarla isimleri anılır, siyasetçilerle el ele fotoğrafları yayınlanır, İstanbul’un ya da yaşadıkları şehirlerin “sosyetesi” içinde sevenleri çoktur. Şöyle düşünün, Sedat Peker’in 1980’lerden itibaren suç örgütü lideri olduğu bilinen bir gerçek. 2002 yılında Peker bir websitesi açıyor ve bunun için bir açılış gecesi düzenliyor. Tam 1,500 kişilik konuk listesinde yok yok… Emekli generalinden, akademisyenine, siyasetçisinden, 1999’daki depremle birlikte “ünlüler” kervanına katılan deprem uzmanına kadar… Psikoloji neydi acaba? “Çağırıldık, şimdi gitmezsek topuğumuza sıkar” mı?
Peker tek örnek değil. Abdullah Çatlı ya da Alaattin Çakıcı etrafında örgülenmiş “mitler” liseli, üniversiteli gençler arasında hiç filtresiz anlatılıp duruyor. Mafya dizileri tam gaz devam. Güya bu insanlar “yiğitlik” gösteriyorlarmış gibi, rol model olarak dilden dile aktarılıyor. Düşünün ki, MHP lideri Devlet Bahçeli, bizatihi Çakıcı’nın hapisten çıkması için ön ayak oluyor. Kendilerini “devlet” olarak gören Mehmet Ağar, Korkut Eken, Engin Alan gibi eski bürokratlar, Çakıcı ile poz vermekten zerre çekinmiyor. Dahası Peker’in anlatımlarına bakarsak, kendisinin 1980’lerden bu yana iş dünyasından tutun, medya, bürokrasi ve siyaset ehli arasında “network”ü bir hayli geniş. Kimse de, “Bu işte bir terslik var” dememiş.
Burada devreye girecek bir kavram biliyorum: Güçsüzlük utancı. Türkiye topraklarında toplum güçsüzdür. Kodları böyle yazılmıştır. İmparatorluk devri boyunca dayak yemiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da bu devam eder. Gücü ve yetkisi olan, güçsüz ve yetkisiz olanı “ezmiştir”. Adaletsizlik kaderdir. Hele devlet karşısında “yok” hükmündedir. Sedat Peker bunu bir videosunda veciz bir dille şöyle ifade ediyor: “Ne lan bu memlekette çocukken okula git öğretmenden kork askere git komutandan kork işe gir patrondan kork insanları sürekli korkuyla bastırıyorlar.” Bu korku, ya da “güçsüzlük utancı” insanların “güç” karşısında afallamasına sebep oluyor. Bir miktar sesini yükseltebilen, konumunu ya da yetkisini kullanan, otoritesinin sarsılmasından korkan hemen bu korkuyu devreye sokup muhatabını bastırıyor. Muhatap da siniyor, pragmatik davranmaya başlıyor. Nitekim Erdoğan’ın “aptallık” gibi görünen “güç gösterileri” tam da bu sindirme amacını taşıyor. Ve çoğu zaman çaresizlik ve umutsuzluk atmosferinin, ülkenin elden gittiği hissinin, muhalefetin başaramayacağı endişesinin çabucak zihnimize üşüşme sebebi de bu öğrenilmiş güçsüzlükle ilişkisi olduğuna inanıyorum.
Çetin Altan’ın “bizde düello yoktur, pusu vardır” dediği nokta da burasıdır. Örgütlenme becerisi zayıf bir toplum olduğumuz için (ve devlet de örgütlenmeyi altını çize çize ‘öcü’ gösterdiği için), bireyler devlet karşısında korumasız ve “zavallı”dır. Eğer az çok imtiyazlı bir aileden gelmiyorsanız, sadece maddi değil sosyal ve kültürel sermayeniz de zayıfsa, “çevre” edinmek hayatta kalma koşuludur. Karakterinize göre bu “mafya” örgütlenmesi de olabilir, cemaat, tarikat gibi zor durumda yanınızda olacağını hissettiğiniz bir yapılanma da olabilir. Hatta seküler manadaki cemaatler (mahalleler) de bu dayanışma ihtiyacının sonucudur. Devletin vatandaşıyla “insan gibi” muhatap olmadığı, sivil toplumu da sürekli “baskıladığı” bir ortamda, üstelik Türkiye gibi parçalanmış ve kimsenin birbirine güvenmediği bir toplumda, herkesin bir “mahallesi” olması kaçınılmazdır.
Çünkü o mahalle sayesinde insanlar eğitimini, işini gücünü, sosyal hayatını, hatta evliliğini bile “garanti” altına alabilmektedir. Diğer türlü “güçsüzlük utancı” onu “bir baltaya sap olamama” anksiyetesi ile baş başa bırakır. Zaman içinde hemşehriciliğin, adam kayırmanın, belirli zümrelere mensup olmanın “hayattaki tek gerçek” olduğuna iman edilir. Mahallelerin “önde gelenleri” de işe yarayan bu düzenin devamı için “kabilecilik” oyununu oynamayı sürdürür. Bu sebeple Türkiye’de “devlet” içindeki güç savaşları, modern zamanlar öncesi Avrupa aristokratlarının taht kavgalarına benzer. Tahtı eline geçiren diğerlerini öldürür ya da sürgüne gönderir, bu arada sarayı da kendi yardakçılarıyla doldurur. Ve her aristokratın illa ki ufuktaki iktidarı bekleyen “kendi adamları” vardır.
Hâl böyle olunca Türkiye’de “iktidarın pisliklerini” ortaya dökmek de bir mafyaya nasip oldu. Amerikan dizi karakteri Tony Soprano, New Jersey’de kendi hâlinde bir mafya babasıydı, hâliyle “kendi problemi” için psikoloğa gitmiş, bu arada ondan, üstelik işiyle alakalı, bir şeyler de öğrenmişti. Bizimkisi, “devlet” adı verilen kişilerle girift ilişkilere sahip olduğundan, önüne bir tripod bir kamera koydu ve derdini “millete” (“40 yaş altı kardeşlerim!”) anlatıyor. Aslına bakarsanız, Sedat Peker bir “mafya” değildir, az evvel bahsettim, krallıklar Avrupa’sındaki gibi “iktidarın bileşenleri” arasındaki kavgalarda kullanılan “askerlerden” biridir. Dolayısıyla Türkiye standartlarında “meşrudur” ve ticaret-siyaset olgusunun içinde yeri de vardır.
Yoksa bir mafya babasının açılış davetinde emekli generalin ne işi var? Ya da bir içişleri bakanı (Süleyman Soylu) neden bir mafya babasının “ülkeye dönüş bileti” olsun? The Godfather’ın yazarı Mario Puzo, hem ikinci filmde, hem de daha sonra yazacağı ve Peker’in de “sembol” olarak kullanacağı Aile kitabında mafya örgütlenmelerinin bu bahsettiğim modern öncesi Avrupa aristokratlarından etkilendiklerini ima eder. Gerçekten de, Avrupa’da ulus-devlet öncesi “topraklara” hükmeden aristokratlar, birer mafya ailesi gibi davranmışlar. Zamanla ulus-devlet ve modern bürokrasinin icadıyla (elbette sermaye sınıfının yani tüccarların serpilip aristokratlar kadar zengin olabilmeleriyle) dengeler değişmiş, siyaset alanı açılmış ve bu sayede “vatandaş” kavramı gelişmiş.
Bugün Türkiye’de modern anlamda bir devlet olmadığını dehşet içinde fark ediyoruz. Eski alışkanlıklardan gelen bir takım “devletimsi” kurumlar var ve fakat hiçbiri vatandaşlık hukukunu koruyabilecek evsafta insanlar tarafından yönetilmiyor. Siyaset, Peker’in anlatımlarına göre, paramiliter gruplar ve yasa dışı ticaret iç içe. Böyle bir ortamda “Vatandaş niye sessiz?” diye sormak da abes. Ne yapsın ki vatandaş? Sokağa çıksa ve bir alavere dalavere ile binlerce insanın canına kıyılsa, kim ne yapabilir? Erdoğan ordu eliyle sıkıyönetim ilân etse, başını kaldıranı hapse atsa, hangi sermaye grubu, hangi muhalif parti buna karşı koyabilir? ABD, Avrupa ne yapabilir bu tablo karşısında? Böyle bir durumda uygulanacak ekonomik yaptırımlar ancak Türkiye’yi iyice kapalı bir rejime ve Çin, Rusya gibi ülkelerin kucağına itecektir.
İktidardaki bu orantısız güç karşısında, muhalefetin de “sandık” demekten başka pek çaresi yok. Daha fazla ses çıkarsa ne değişecek? Belarus’ta, Myanmar’da, Hong Kong’da bir şeyi değiştirdi mi sokağa çıkmak, itiraz etmek? Türkiye bir modern devlet olmadığı gibi, toplum da modern devletlerin ona sağladığı “güvencelerden” yoksun. Ortadoğu’daki Arap Baharı’nın demokrasi doğurmamasının sebebi de bu. Güç sahibini değiştirebiliyorsunuz fakat onun yerini alacak “güce” sahip değilsiniz. Haliyle bir başka “güç sahibi” gelip koltuğu devralıyor.
“Sandıkta hile yapmaz mı?” sorusu meşru bir sorudur ve fakat muhalefetin ve toplumun iktidarın bugüne kadarki yegane meşruiyet kaynağı olan seçimleri gündeme getirmek dışında da elinde bir gücü yok. Bu sebeple yan gözle Peker’in anlattığı bu “pislik silsilesini” seyrederken, ümidi kaybetmeyip, diğer gözle sandık yoklamasını çekmeyi becerebilmek lazım. Elbette bu durum, muhalefetin daha etkin olma ve toplumun daha önce ulaşamadığı kesimlerine de ulaşarak, bir değişim dinamizmi uyarma ödevini iptal etmiyor. Ayrıca muhalefet vatandaşların yaşadığı bu “güçsüzlük utancını” ve “kimsesizlik hissini” sağaltmak zorunda.
Kaynak: Tr724