YORUM | VEYSEL AYHAN
“Hükümdarlar bir ülkeye girince oranın düzenini altüst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler.” Neml 34
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 6)
Peki Allah Rasul’ü asli vazife olarak “hükümdar” ve “devlet başkanı” bir peygamber olsaydı davet mektupları nasıl olacaktı?
Onu da Kur’an’da Hz. Süleyman’ın Sebe Melike’si Belkıs’a mektubunda görüyoruz.
Kur’an mektubu şöyle aktarıyor:
“Kraliçe: Değerli danışmanlarım! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman’dandır ve ‘Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla’ diye başlayıp: ‘Bana karşı kibirlenmeyin, itaat ve teslimiyet göstererek yanıma gelin!’ diye devam etmektedir. (Neml, 29, 30)
Mektubun içeriğinde Kraliçe’den itaat, teslimiyet istenir. “Müslüman ol”, “gel” emirleri vardır.
Belkis’ın komutanları buna karşı şöyle der:
“Biz güçlü, kuvvetliyiz, savaşçı milletiz. Ama yetki sizindir, değerlendirip münasip gördüğünüz emri verin!” (Neml, 33)
Hz. Süleyman’ın emrini kabul etmeseler ne olur?
Kur’an, Kraliçenin ifadesi içinde Hükümdârlığın özünü de ifade eder:
“Doğrusu, dedi Kraliçe, hükümdarlar bir ülkeye girince oranın düzenini altüst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler. Evet istilacılar hep böyle yaparlar.” (Neml, 34)
Bu ayetteki “istilacılar”nitelemesi ile hükümdârların bu özelliği öne çıkarılır ve kınanır.
Kur’an’da Allah Rasul’üne “melik”, “hükümdâr” veya “emir” gibi bir niteleme kesinlikle yoktur. Tüm söylem ve metinlerde “kul- rasûl” vurgusu vardır.
Peki Allah Rasul’ü (sas) “Medine site devlet”inin lideri değil miydi?
Lideriydi. Ama Medine’de bugün devlet dediğimiz yapının içerdiği kurumlar, kurullar, organlar yoktu. Yapısal oluşum Medine’de uzlaşmanın sağlanmasını ve nübüvvet mesajının korunmasını amaçlayan bir organik yapı idi.
Ve bu yapı; nübüvvetin yani “mesaj”ının sorumluluğu ve korunması amacını taşıyordu. Bedir bu amaçla yapıldı.
O tarihlerde yapılmış bir anlaşma daha var. Hicretin 2. yılında Benî Damre ile de benzer sözleşme akdedilmiş:
“…Onlar malları ve canları konusunda güven içindedirler. Onlara saldıracaklara karşı, kendilerine yardım edilecektir. Bu anlaşma deniz, bir yün parçasını -istiridye kabuğunu eritinceye kadar- ilelebed geçerlidir. Müslümanların Allah’ın dini konusunda savaşa çıkmaları hariç, Peygamber onları yurduna çağırdığında, cevap vereceklerdir. Bu konuda hem Allah’ın hem Peygamber’in koruması onlarındır. Onlar içinden sözünü tutanlara ve bozmaktan sakınanlara yardım edilecektir.” (Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye)
“Müşrik bir toplulukla karşılıklı koruma ve ihtiyaç vukuunda yardımı esas alan anlaşmanın ‘deniz istiridye kabuğunu eritinceye kadar’ yani sonsuza kadar (ilelebed) yürürlükte kalacağının belirtilmesi önemlidir. Bu ifade Hılfu’l fudûl yemininde geçmekteydi. Demek ki Benu Damralılar kendi serbest iradeleriyle İslam’a girmeye karar vermedikçe, Müslümanlarla müşrik olarak sonsuza kadar anlaşmalı (muahid) yaşama güvencesi altındadırlar. Bir saldırıya uğramaları durumunda Müslümanlar onların yardımına koşacaktır. Yukarıda sayılanlar dışında Hz. Peygamber başka müşrik/ putperest kabile ve topluluklarla da anlaşmalar imzalamış, onlari inançlarını değiştirmeye zorlamamıştır. Tebuk seferi sırasında Eyle reisi Buhne ibn Ru’be ile benzer bir anlaşma imzalamıştır.” (Medine Sözleşmesi)
Ahmet Kurucan, “İslam Hukukunda Düşünce Özgürlüğü” kitabında buna şöyle işaret eder:
“Hz. Peygamber başka ülke krallarını İslam dinine gönderdiği mektuplarla davet etmiş, mektuplarda alabildiğine nazik ifadeler kullanmış, inanmamanın sorumluluğunu hem şahsi hem de halklarına bakan yanı ile onlara yüklemiştir. Fakat hiçbir zaman inanmıyorlar diye savaş ilan etmemiştir. Yemen’e gönderdiği davetçilere açıkça verdiği şu emir, bu kabil yorumun haklılığına ayrı bir göstergedir; “Sizinle savaşmadıkça siz kimseyle savaşmayınız, onlar sizden birini öldürmedikçe siz de kimseyi öldürmeyiniz.”(Vakidi, Magazi, III, 1079.)…
Bütün bunlar bize göstermektedir ki; Hz. Peygamber hayatı boyunca sırf inanç farklılığı ya da İslam’ı tebliğ imkânı vermiyorlar diye hiçbir kavme, kabileye, topluluğa veya devlete savaş açmamış, davetçi istemeyenlere davetçi göndermemiştir.”
Hz. Peygamber’in birtakım gayrimüslim gruplarla yaptığı anlaşmalarda da canları ve mallarının güvenlikte olduğu hususu özellikle vurgulanmıştır.
Necrân Hristiyanları, Allah Rasulü’nü (sas) Hristiyanlığa davet etmek için Medine’ye bir heyet gönderdiler. İbn Hişâm, şöyle aktarır: “Hz. Muhammed onları, Mescidü’n-Nebî’de kabul etti. Tartışmaların ortasında, onlar konuşmalarını yarıda keserek dışarı çıkmak istediler. Hz. Peygamber sebebini sorduğunda onlar, ‘Bizim için ibadet vakti geldi ve biz onu tam vaktinde yapmak istiyoruz’ dediler. Peygamber, ‘İbadetinizi burada mescitte de yapabilirsiniz’ dedi. Bu onlar tarafından kabul edildi.”
Hz. Peygamber daha sonra Hristiyan Necran halkı ile yaptığı anlaşmada onlara inanç ve mabet garantisi vermişti:
“Necran halkı ile onun kolları, Allah’a yakın olma, Peygamber Muhammed’in malları canları, toprakları, dinleri, hazır olan ve olmayanları, aşiretleri, kiliseleri ve ellerinde bulunan az çok ne varsa malları, Allah’ın elçisi Peygamber Muhammed’in zimmetinde ve taahhüdü altındadır.”
Daha sonra onlara yazılan mektuplarda bu konular tekrar vurgulanmıştır.
“Hiçbir piskopos kendi dini vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi kilisenin dışına, hiç bir rahip, içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku ve ne de alışılageldikleri hiçbir şey (örf ve adet) bir değişikliğe tabi tutulmayacaktır. Onlar ne bir zulme uğrayacaklar ve ne de kendileri başkalarına zulmedeceklerdir. El-Muğire tarafından yazılmıştır.” (İslam Peygamberi , Muhammed Hamidullah)
Sonuç olarak Necran Hristiyanları dinlerini diledikleri gibi yaşayacak, içişlerinde özgür olacaklar sadece düşman saldırısına karşı korunma teminatı olarak cizye vereceklerdi.
Sonraki yazı: Tur-ı Sina’da dokunulmazlık zırhı
Kaynak: Tr724