DUHOK – ABD’nin Biden döneminde hegemonik pozisyonunu korumayı esas alıp, hedefleri doğrultusunda hareket edeceği son NATO Zirvesi’nde az da olsa açığa çıktı. NATO içerisinde yeni pozisyon alma isteği sergileyen Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler gerilirken, bu hareketin NATO’nun Rusya’yı kuşatma planının bir parçası olduğu anlaşılıyor.
Üçüncü Dünya Savaşı olarak ifade edilen kaos sürecinin en derin şekilde yaşandığı bir dönemden geçiliyor. Sürecin doğasına uygun olarak öngörülemezlik hali, en fazla öne çıkan durum. Böylesi dönemlerde olağan, rutin uygulamalar istisna halini alırken; anlık değişimler, geçici ittifaklar ve beklenmeyen gelişmeler siyasi süreçlerde hiç olmadığı kadar etki yaratıp, sonucu belirleyebiliyor. Gerek Ortadoğu’da gerekse dünyada belirleyici bir güç olan ABD’deki yönetim değişikliği aylar önce gerçekleşti. Fakat yeni yönetimin izleyeceği politikaları net biçimde açığa vurduğu henüz söylenemez. ABD’nin küresel hegemonik durumunu korumayı esas alan çevrelerin temsilcisi olarak Biden’in, bu hedef doğrultusunda çıkarcı davranacağı 14 Haziran’daki NATO Zirvesi toplantısında az da olsa açığa çıktı. ABD’nin Çin ve Rusya ile birlikte Ortadoğu politikasını da bu pragmatik temele oturtacağı gözüküyor. Bu nedenle ABD’nin yapılan seçimlerin ardından Türkiye’ye karşıt bir tavır alacağı yargısı, abartı ve küresel hegemonik realitesiyle uyuşmayan bir beklentiydi.
Kaos süreçlerinde uluslararası ilişkilerin tek belirleyeni, güce dayalı politika olmakta. Yani ABD önce kendi gücüne, sonra da Türkiye’nin gücüne bakıp, öyle hareket ediyor. Bu açıdan Rusya ve Çin ile sert bir mücadeleye girecek gibi görünen ABD’nin Türkiye’yi doğrudan o bloka itecek kadar sert bir politika uygulayacağını beklemek realite ile uyuşmuyor. Bu duruma İran politikasını da eklemek gerekir. İran ile görece ılıman bir politika izleyeceği şeklinde açıklamalarda bulunan Biden yönetimi, bu noktada diğer seçenekleri de dışlamamakta. Hatta Biden söylemde yumuşak, uygulama da sert bir tutumla Trump’un tersi bir politika izlemeyi esas alacağı görünüyor.
RUSYA-ÇİN VE ALMANYA-FRANSA
ABD’nin politikalarını yakından izleyen başta Rusya olmak üzere diğer küresel güçlerin ise, bu süreci bekle-gör yerine, kendi pozisyonlarını güçlendirmek için fırsat olarak gördükleri anlaşılıyor. Çok açık olmasa da Rusya ve Çin’in bu yönde hamleleri sözkonusu. Öte yandan bu dönemki kaotik ortamdan faydalanan Almanya, Avrupa Birliğini neredeyse kendi pozisyonuna sabitlemiş durumda. Kimse ile doğrudan çelişmeden bu süreçten en büyük kazançla çıkmayı esas alan Almanya, güçler dengesini iyi gözetmekte. Öyle ki 1 ve 2’inci Dünya Savaşlarının esas tarafı olarak kaybetmenin tecrübesini 3’ünü Dünya Savaşına doğrudan müdahil olmayarak kazançlı çıkmanın politik hesabı içerisinde. Fransa ise özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da var olan ağırlığını koruma temelinde hareket etmeye çalışıyor. Türkiye’nin özellikle kendi bölgesi olarak gördüğü yerlerdeki yayılmacı tavrına karşı savunma refleksiyle hareket etmekte. Bu durum Almanya ile farklılaşmasına yol açsa da, bağımsız bir politika sergilemek için gereken güçten yoksun olduğu için sürekli yalpalamakta. Bir tarafta Türk dış politikasının uzun vadede getireceği ciddi riskler, diğer yandan ciddi bir askeri ve ekonomik pazar alanı olarak sunduğu günlük ve kısa dönemli kazançlar, Fransa’nın Türkiye’ye karşı gel-git politikasının belirleyeni halinde. Bu tutarsız ve gel-git politikasını Kürtlere karşı uygulama ve yaklaşımlarında da görmek mümkün.
TÜRKİYE İÇİN ZAMAN DARALIYOR
Bölgede son birkaç ayda yaşanan gelişmelerde çelişkilerin derinleştiği, ittifak arayışlarının hızlandığı bir döneme tanıklık etti. Bu durumu en fazla Kürt soykırımını tamamlamaya kilitlenen, fakat bu sonuca ulaşmak için zamanın daraldığını hisseden Türkiye yaşadı. Oldukça zayıflayıp, çöküşün eşiğine gelen AKP-MHP iktidarı, bir yanda soykırım saldırılarını geliştirmek için dışarda yeni dayanaklarla konumunu güçlendirmeye uğraşırken, diğer yandan hem içte yaşadığı derin sıkışmışlık hem de zayıflığın getirdiği iç çelişkiler onu oldukça zorlamış halde.
Bu açıdan Türkiye’nin 23 Nisan 2021 tarihinde Metina, Avaşin ve Zap’a yönelik başlattığı saldırıların temel bir noktaya işaret ettiğini görüyoruz. Bu operasyon sadece Kürt soykırımını derinleştirmede atılan ciddi bir adımdan öteye Türkiye’nin son yıllarda yürüttüğü politikalar çerçevesinde de dikkatle çözümlenmesi gereken bir durum oluşturdu. 24 Nisan’da Ermeni soykırımını tanıyan açıklamalarına rağmen 23 Nisan’da kapsamlı Kürt soykırımlarına onay veren ABD’nin konumu, Kürt güçleri olarak karşı karşıya bulunduğu tehlikenin boyutunu göstermektedir. Türkiye de yakın dönem politikalarında değişimi bu çerçevede tekrardan ABD ve NATO bloğuna eklemlenerek gerçekleştirmeyi hedeflemeye başladı denilebilir.
TÜRKİYE UZATMALARI OYNAMAK İSTİYOR
NATO içerisinde yer alan Türkiye’yi yöneten AKP-MHP ittifakı, 2015 yılından itibaren ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerden faydalanma temelinde pozisyon belirleyerek politika yürüttü. Bu temelde hegemonik güçlerden hiçbirine sırtını tam dönmeden her iki taraftan da maksimum faydalanmayı esas aldı. Kendilerinin “stratejik otonom pozisyon” olarak tanımladığı bu konumlanış, hem Kürt soykırımını sürdürmek ve tamamlamak hem de bölgesel güç olmak için uygun adımlar atmasını sağladı. Bu politikaların AKP-MHP iktidarının ömrünü uzatmada kısmen başarılı olduğunu ifade edebiliriz. Bu zemin üzerinden Libya’dan Karabağ’a birçok alana yayılabildi. Türkiye, Üçüncü Dünya Savaşının yarattığı kaotik ortamdan olabildiğince faydalanmayı istiyordu. Fakat her ne kadar bu politikalar yayılmasını ve daha da önemlisi bu süreçte stratejik kayba uğramamasını sağlasa da, kazanımlar elde etmesine ve bu kazanımları kalıcılaştırmasına yetmedi.
2021’e gelindiğinde bu iktidar için tablo sıklıkla ifade ettikleri gibi içeride ve dışarıda başarıyı ifade etmiyordu. Ortada istediklerini ve hayalini kurduklarını ele geçirmemiş olmakla birlikte büyük başarısızlıklar da yoktu. Ancak yıkılma, yenilme, kaybetme ve dağılma emareleri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu andan itibaren AKP-MHP iktidarı içeride bir hayli zayıflamış olan pozisyonunu güce dönüştürmek için dışarda yapacağı yeni bir hamle ile aşmaya yöneldi. ABD’deki yönetim değişikliği Türkiye için bu değişimi zorunlu hale de getiriyordu. Aslında her zaman en iyi yaptığını yapmaya karar verdi: krizi fırsata çevirmek. Biden’ın başkan olmasının kendisi için yaratacağı sıkıntıları şansa çevirmenin arayışına girdi.
EKONOMİK ZAYIFLIĞINI ASKERİ GÜÇLE PERDELEME
Bu hamlenin adı: Bir süredir Rusya’ya daha yakın görünen durumunu değiştirmek ve ABD-NATO eksenine yaklaşmak. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın son iki aydır sürekli ABD’ye yaptığı güzellemeler ve yeni bir sürecin başlayacağı müjdeleri, bu ilişkilenme biçiminin neticeye ulaştığı anlamına gelmese de Türkiye’nin eğilimini açıklıkla gösteriyor. Fakat Türkiye’nin bu yeni ilişkilenme biçimindeki isteği eskisi gibi Batıya tam bağımlı bir şekilde değil, bölgesel bir güç olarak tanınıp karşılıklı ortaklık geliştirme isteğine dayanıyor. ABD’ye yaklaşırken Rusya ile çok fazla zıtlaşmak da istemiyor. Yani Rusya ile ipleri atmadan ABD ile beraber hareket etmeyi amaçlıyor. Bu isteklerini de yeni olduğunu düşündüğü bazı koşullarla temellendiriyor. Öncelikle Üçüncü Dünya Savaşı koşullarındaki en geçer akçe olan askeri-fiziki gücünü öne sürüyor. Bu çerçevede Karabağ Savaşı neredeyse tüm dünyanın ilgisini çekti. Ekonomik zayıflığını askeri güçle perdelemek olan temel amacına bu savaşın oldukça hizmet ettiğini söyleyebiliriz.
NATO’DA YENİ POZİSYON
Önce Ukrayna’ya ama daha önemlisi NATO üyesi Polonya’ya SİHA satması sadece Rusya’dan uzaklaşma anlamına gelmiyor, NATO’da yeni pozisyon isteğini de sergiliyor. Bu durum kuşkusuz Türkiye’nin Rusya ile arasındaki ilişkileri germekte. Bu hareketler NATO’nun Rusya’yı kuşatma planının bir parçası olarak gelişiyor. Bu durum karşında Rusya-Türkiye ilişkisi aynı olumlu çerçevede sürmeyeceği de görülüyor. Zaten Rusya, Türkiye’nin yaptığı son hamlelerini gözlediğini vurguluyor. En son Rus Dışişleri Bakanlığının “Türkiye Ukrayna’ya İHA-SİHA satışını durdurmasa, biz de Türkiye’deki etnik problemlerle ilgilenmek zorunda kalırız” şeklindeki açıklaması, Rusya’nın da Kürt sorunu bağlamında misillemeler yapabileceğini gösteriyor.
MISIR-S.ARABİSTAN-İRAN-İSRAİL YAKLAŞIMLARI
Kaos aralığı ve Üçüncü Dünya Savaşı küresel düzeyde yaşıyorsa da kalbi Ortadoğu ve esasta da Kürdistan’da atıyor. Bu sürecin tüm özeliklerini en çarpıcı biçimde bölgede gözlemlemek mümkün. Belirsizlik, değişken ittifaklar ve fiziki gücün çarpıcı etkisi, bölgenin siyasi arenasının temel sütunları olmaktadır. Zaten Türk devletinin zayıflığına karşın hamleler geliştiriyor olmasının altında da bu zemin yatmaktadır. Örneğin yakın zamanda Katar üzerinde Mısır-Suudi Arabistan’ın öncülüğündeki devletlerin koyduğu ambargoyu kaldıran antlaşmanın içeriği çok fazla açıklanmasa da tüm aktörlerin kendi pozisyonlarını bir kez daha gözden geçirmek zorunda kalmasına yol açtı. İran’ın sessizce geçiştirdiği, İsrail’in olumladığı bu gelişme, Türkiye’nin konum değiştirmesini de beraberinde getirdi.
DIŞ POLİTİKADA REVİZYON
Türkiye şimdiye kadar düşman ilan ettiği Mısır başta olmak üzere karşıt gördüğü tüm güçlere zeytin dalı uzatmaya başladı. Libya’da işgalci projesinin kadük kalması, Akdeniz’de bir türlü ilerleyememesi ve içerideki artık örtülemez zayıflığı, bu değişimde etkili faktörler olsa da esasta belli tavizlerle kazandığı pozisyonu koruyabilme çabası etkili oldu. Mısır buna cevap vermede acele etmiyor. Suudi Arabistan ise, Türkiye’yi açık İran karşıtlığına (bunu Sünnilerin tek lideri olarak değil, koalisyon şeklinde yapmaya) ikna edebilirse birbirlerine yanaşabileceklerini göstermeye çalışıyor.
AKP-MHP’nin Ortadoğu’daki hamlelerinin ABD ile yakınlaşma bağını görmezden gelmek mümkün değil. Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’a yönelik geliştirilen ve sonuçları kısmen görülen diyalog çabalarını da bu zemine oturtmak gerekir. Bu temelde Türkiye’nin dış politika çerçevesini Doğu Akdeniz’de dâhil olmak üzere bir revizyondan geçirdiğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Aslında böylesine bir durumun bölge halkları için oldukça tehlike arz ettiğini söylemek gerekir. Özellikle son iki yılda İran, uzun yıllar içinde elde ettiği kazanımlarına dönük yapılan saldırılarla çok ciddi darbeler aldı. Bu darbeleri telafi etmeye yönelik etkili hamlelerde de bulunamadı. İran, Türkiye’nin sadece Kürdistan üzerinden değil, artık Ermenistan üzerinden de kendini çevrelemiş olmasının yarattığı tehlikenin farkında. Fakat tüm karşıtlarını birleştirebilecek karşı adımlardan da çekiniyor. Bu ihtiyatlı tavrını sadece Türkiye’ye karşı değil, ABD’ye karşı da sergiliyor.
IRAK VE SURİYE’NİN DURUMU
Ülkesi olup, devleti olmayan Irak ve devleti olup ülkesi olmayan Suriye ise, bu niteliklerini değiştirme çabasıyla hareket etmekte. Yeniden devletleşmeye çabalayan Irak’ın öncellikli hedefi bağımsız politika izleyebilmek değil, bölge devletlerinin politikalarını çarpıştırdığı arena olmaktan kurtulmak. Şengal antlaşmasının ayaklarından biri de bu. Şengal’i, Türkiye’nin sadece Kürt Özgürlük Hareketi ile değil, İran ile de hesaplaşma alanı olmaktan çıkarmak için KDP üzerinden hem ABD’ye hem de Türkiye’ye taviz verme temelinde çözmeye çalışması, yeniden devletleşme çabasının yansımalarından biri.
ŞENGAL VE MAHMUR
Hiç şüphe yok ki tüm Kürdistan’da olduğu gibi Şengal için de temel tehdit, uzun süredir giriştiği saldırılarıyla Türkiye. Bu, Kürtlerin uzun zamandır yaptığı stratejik bir tespit durumunda. Fakat bu tehdit algısını Türkiye’nin salt kendi gücüyle saldırması olarak tanımlamak fazla naif kalır. Örneğin; 9 Ekim antlaşması biliniyor. Bu antlaşma KDP ile Irak Hükümetinin bir antlaşması olarak ele alınamayacağı gibi bu antlaşmanın mimarının Türkiye olduğu belirlemesi yanlış olmayacaktır. Zira Türkiye’nin hakimiyet kurma isteğinin son noktasının Musul ve Kerkük olduğu biliniyor, yine Şengal işgalini bu temelde stratejik sıçrama tahtası olarak ele almak istediği doğru ve yapabilirse buna yöneleceği kesin. Ancak şu aşamada Türkiye’nin Şengal’in özerkliğini güncel durumda Irak Hükümeti ile ortadan kaldırmakta kararlı ve planlarını da bu doğrultuda yapmış olduğu görülmelidir. Aynı şey Mahmur için de geçerli. Yani Türkiye’nin Şengal’i işgal edecek beklentisi mevcut durumda abartılı gibi durmakta. Irak’ın sürekli Türkiye korkusunu yayarak ya da sopasını göstererek kendisini özerk güçleri tasfiye etme temelinde alana yerleştirmesi gözden kaçırılmamalı. Bunu aynı şekilde Mahmur Kampı için de geçerli olduğunu belirtmek gerekiyor. Özellikle Türkiye’ye ait SİHA’nın Mahmur Kampı’nın tam ortasına saldırması ve ardından Irak Hükümetine bağlı 4 bakanlıktan oluşan heyetin ziyareti ile verilmek istenen mesajın da bu olduğu değerlendiriliyor.
SURİYE’DE FARKLI MACERALAR
Yeniden ülkeye kavuşmaya çabalayan devlet olarak Suriye ise, olanca tıkanıklığını aşmak için farklı mecralara da meyil ediyor. Bir yandan Türkiye ile gizli görüşürken ya da görüşme isteğini sergilerken; Rusya ile kurduğu stratejik ilişkiyi İran’ın aleyhine bile olsa geliştirmekten çekinmiyor. Bu çerçevede Kuzey ve Doğu Suriye’yi yalnızlaştırma ve sadece ABD’ye mahkum kılma politikasını yürüttüğü söylenebilir. Suriye’nin son dönemlerde temel politik saldırı alanının önceliğine Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim alanlarının tasfiye edilmesini koyduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu temelde Kuzey ve Doğu Suriye’yi yalnızlaştırma adına düşmanlarıyla birleşmekten bile çekinmemekte. Böylesi bir dönemde Kuzey ve Doğu Suriye’nin bu tuzağa gelmesi ve sadece bir-iki ittifakla sınırlı olması halinde bunun oldukça kritik bir pozisyon yaratacağını belirtilebilir.
KDP KÜRT AYRI PKK AYRI POLİTİKASINI NORMALEŞTİRMEK İSTİYOR!
Federe Kürdistan Bölge Hükümeti Başbakanı Mesrur Barzani’ye bağlı Gûlan ve Zêrevani güçlerini gerilla güçlerinin alanları olan Metina, Zap ve Avaşin bölgelerine yığan KDP, özellikle Türkiye’nin Kürtlere yönelik 2015’te başlattığı ‘Çöktürme Planı’ ile birlikte ‘PKK ayrı, Kürt ayrı’ politikasını yürüterek, alanda yaptığı girişimlerle bunu meşrulaştırmak ve normalleştirme isteği içerisinde.
Bölgedeki uzmanlar tarafından “KDP kendini tek Kürt temsilcisi olarak göstermezse, PKK’ye ‘terörist’ diyenlere destek vermezse, ‘Türkiye Kürtlere değil, PKK’ye karşı’ demezse Avrupa ve ABD de ‘PKK ayrı Kürtler ayrı’ diyerek Türk devletinin soykırım politikasının destekçisi olamaz” yorumları ile birlikte bölgedeki sivil toplum örgütleri tarafından yapılan açıklamalarda da “KDP Türkiye’nin ben Kürtlere değil, PKK’ye karşı savaşıyorum, tezine destek verdiği için ABD ve Avrupa da Türkiye’nin saldırılarının Kürtlere değil, PKK’ye karşı olduğu politikası ve tutumu göstermektedirler. Türkiye’de zaten ‘ben Kürtlere karşı değilim, KDP ile ilişkim var’ diyerek KDP ile ilişkisini Kürt soykırımı politikasını normalleştirme ve sürdürmede bir argüman olarak kullanıyor” şeklinde ifade etmeleri durumu ortaya koyuyor.
MA / Erdoğan Altan
Kaynak: Mezopotamya Ajansı