YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Çökmekte olan, çökeceği anlaşılmış olandır. Sadece henüz çöküş tümüyle tamamlanmadığından, kimse çöktüğünü söylemez. Osmanlı’da da böyle olmuştu. Avrupa’nın hasta adamı aslında bitmiş, tükenmişti. Sadece formel bir varoluş hali içindeydi. Çöküp çökmeyeceğinden ziyade, çökünce ne olacağı meselesine odaklanılan bir devletti artık.
Türkiye, Osmanlı’dan sonra çöküş atmosferinden bir türlü kurtulamadı. Neden? Bunu yanıtlamadan, bugün olanları anlamlı bir şekilde izah edemeyiz.
Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalktıktan ve Cumhuriyet kurulduktan sonra da Osmanlı’nın çöküşüne neden olan yapısal – özellikle de sosyolojik – sorunların üzerinde fazla durulmadı. Daha çok yüzeysel sorunlara odaklanıldı. Devlet konsepti modernize edilmedi. Cumhuriyet, monarşinin – saltanatın – zıt anlamlısı bir terim olduğu için tercih edildi, ama cumhur – halk – önemsiz bir ayrıntı olarak kaldı. Cumhuriyet ve demokrasi arasında ilişki kurulmadı, insan haklarına önem verilmedi, modern gelişmiş dünyada bu konuda gerçekleşen reformlar ve atılımlar takip edilmedi. Arkaik devlet anlayışı aynı kaldı. Sadece bu devletin başındakiler değişti, ona yeni bir ad verildi, hepsi bu. Merkeziyetçilik ve güçlü devlet anlayışı yerini korudu. Osmanlı’dan Cumhuriyete, devletin üstün ve birincil önemde bir varlık oluşu kutsandı. Devletin modernizasyonu yüzeysel kaldı, günlük tabirle kozmetik değişikliklerle yetinildi. Köklü yönetsel ve daha da önemlisi yönetim felsefesine ilişkin değişiklikler yapılmadı. Dolayısıyla Osmanlı’daki enfekte dokular, Cumhuriyet’e de geçti. Böylece Cumhuriyet de aynı hastalıklarla boğuşmak zorunda kaldı. Bebek hastalıklı doğdu.
Bu sistemdeki en kangrenli yapılardan biri, devlet eliyle zengin olma kültürüdür. Osmanlı’da devlet, özel mülkiyete izin vermiyordu. Tüm mülk devletindi – padişahındı. Padişah, mülkü – mesela toprakları – tercih ettiği yöneticilerin kullanımına verirdi. Fakat bu verilen topraklar o şahısların malı olmazdı. Miras yoluyla evlatlarına devredilmesi söz konusu değildi. Monark istediği takdirde bu mülkü şahsın çocuklarına da devredebilirdi. Fakat bu tümüyle padişahın iradesine bağlıydı. Bu durum Meşrutiyet’e dek böyle devam etti. Böylece ekonomik varoluşun – zenginliğin – yegâne kaynağı devlet oldu. Cumhuriyet her ne kadar Batı kanunlarını alarak özel mülkiyeti formel olarak kabul etmiş olsa da, politik kültür her zaman devletin özel mülkiyete keyfi sınırlama getirebileceği istisnai durumları kabul etti.
Diğer önemli bir neden, talan ve yağma ekonomisinin modern üretime yenilmesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sofistike bir ekonomik sistemi yoktu. Üretim salt tarımsaldı ve o da çok ilkeldi. Dahası, devletin ana gelir kaynağı üretim değil, talandı. Savaş ekonomisi de diyebileceğimiz model uygulanmaktaydı. Yeni topraklar fethediliyor, o topraklardaki gayrimüslim tebaadan alınan cizye gelirleri ana girdiyi oluşturuyordu. Dahası, insan gücünün de temellerinden biri, bu ele geçirilen topraklardan edinilen devşirmeler ve cariyelerdi. Ordunun temel direği devşirme müessesesiydi. Müslüman çiftçilerin tarımı da özellikle Anadolu’da 13. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında herhangi bir iyileşmeye uğramadan aynı üretim metotlarıyla devam etti. Oysa aynı dönemde Batı’da sanayi devrimi yapılmış, aydınlanma sonucunda bilim ve teknikte büyük ilerlemelerde bulunulmuştu. Bu durum Batı’nın ekonomik artı değer üretimini Osmanlı’nın binlerce kat üzerine çıkardı.
Dahası, Osmanlı’nın savaş ekonomisine de kökünden darbe vurdu. Çünkü Osmanlı 17. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında artık askeri kapasite bakımından Batı’dan ciddi anlamda geri kalmıştı. Bunun gerçek nedenleri ekonomiktir. Dahası, rasyonel aklın ve bilimin Osmanlı’da yerleşmemesidir. İşin acı tarafı, bunu fark eden Osmanlı aydınlarının sayısı da parmakla gösterilecek kadar azdır. 20. yüzyıl geldiğinde artık Osmanlı çözülmekteydi. Balkanlardaki tüm topraklarını yitirmişti. Osmanlı’yı bir arada tutabilecek İslam (ümmi) ve Osmanlı aidiyetleri işe yaramamıştı. Milliyetçilik tüm dünyada yaygınlaşmış, ulus devletler kurulmaktaydı. Osmanlı aydınları da Osmanlı topraklarında bir ulus devlet imparatorluğuna evrilmeyi kafaya koydular. Bunu kısa yoldan ekonomi politik ıslahat için de bir enstrüman olarak kullanmak istediler. Anadolu’da bir etnik homojenleştirme ve temizlik operasyonuna giriştiler. Ermeni ve Rumlardan kalan mallara ve mülklere de çökerek, bir “Türk burjuvazisi” yaratmak istediler. 1915 Ermeni soykırımı ve yakın dönemde yapılan Rum soykırımı bu amaçlara hizmet etti. Böylece Osmanlı yağma ve talan ekonomisi modelinin 20. yüzyıldaki en utanç verici örneği meydana gelmiş oldu. Bu elde edilen yağma sermayesi, Cumhuriyet kurulunca aynı İttihatçıların öngördüğü gibi milli bir burjuvazi yaratmak için kullanıldı. Böylece Cumhuriyet, Osmanlı’nın talan ekonomisini absorbe etti, benimsedi. Bu ekonomi modelini Varlık Vergisi gibi vakalarda da utanmazca uyguladı. Bugün yapılan yağma operasyonları da işte devletin bu genetik refleksleridir. Kısacası, modern zaman katliamları ve talan ekonomisinin devlet kuruluşundaki yeri budur. Bu adeta bir temel harçtır. Hücresel seviyelerde Türkiye Cumhuriyeti politik kültürü budur.
Peki, bu hukuksuzluk nasıl meşrulaştırıldı? Devlet veya dini meşruiyet zemininde yağmaya cevaz verildiği bir sır değil. Türkiye toplumunda Weberyan anlamda bir “Protestan Etiği” bulunmaması, kapitalizmin ve onun gereği olan piyasa ekonomisi içinde üretken olacak müteşebbis geleneğin Türkiye’de yerleşmemesine neden oldu. Bunun temelleri, İslam dininin ekonomi politiğine dayanmaktadır. Bu durum hem birey-devlet arası ilişkilerde, hem de toplumun ekonomi ahlakı anlayışında ciddi sorunlara neden oluyor. En başta da devlet eliyle zenginlik üretme mantalitesi, devletin ve ekonomik sistemin çürümeye açık olması sonucunu beraberinde getiriyor. Siyaset ve iktisat alanları bu arkaik modelde ahlaktan arındırılmış alanlar olarak tezahür ediyor. Weberyan Protestan Etiği ne kadar üretim-Tanrı’nın rızasını kazanmak üzerine inşa edildiyse, bu geleneksel ekonomi modeli o kadar üretmeden zengin olma paradigmasını yeniden üretiyor. Böylece Türkiye ekonomik potansiyelini hiçbir zaman kullanamadığı gibi, yolsuzluklar da devleti esir alıyor. Dahası, devlet yolsuzlukların en büyük organize edicisi haline geliyor.
Tüm bu çürümüşlüğün sosyolojik ve kültürel kodlarla ilişkisi vardır. Özellikle birey olamama durumu, bu çürümüşlüğün başta gelen nedenlerinden biridir. Türkiye’de insanlar kendi dini cemaatlerine, aşiretlerine, ideolojik inanç gruplarına, dünya görüşlerine göre dual yapılar içinde var olmaktadır. Herkes için bağlayıcı, ortak ahlaki kıstaslar ve ölçütler bu tür ortamlarda ortaya çıkamaz. Dahası, devlet de hiçbir zaman nötr bir organizasyon olarak rasyonelleşemez. Herkes devleti ele geçirmek ister. Grup aidiyetleri, bireysel ahlakın yerleşmesine engel olur. Kendi grubunun meşruiyetini kazanmak her şahıs için yeterli ahlaki meşruiyeti oluşturduğundan, bu şahıs diğer gruplardan olan birine ahlaksızlık yapmayı ahlaksızlık olarak görmez. Bu durum, yolsuzluğun ana dinamosunu oluşturmakta.
Ve elbette denetime kapalılık ve devlete atfedilen kutsallık da işte bu ortamda filizlenmektedir. Devletin kutsallığı, devlet adına yasa dışılığa çıkmanın meşruiyetini beraberinde getirir. Vatan-millet-Sakarya derken illegal akçalı işlerin gizlenmesi, bu sistemin temelini oluşturur. Bu durumda, birçok parazit devlete yaklaşmaya, devlette yer almaya, memur, bürokrat veya politikacı olmaya çalışır. Olduklarında ise, devleti biraz daha gayrimeşruluğa doğru çeker. Anayasayı veya yasaları tanımayan siyasetçi veya bürokrat olgusu, işte bu denetime kapalı kutsal devlette kolayca oluşuverir. Bugün bunun en çarpıcı tezahürleriyle karşılaşmaktayız.
Müslüman-Türk siyaset geleneğinde gücü sınırlandırılmamış iktidar yoktur. Şahsa bağlı adalet söz konusudur. Kurumsallaşmamış sınırsız gücün ehil elde olması olarak özetlenecek bir “ideal durum” bu siyaset örneğinin olabilecek en iyi tezahürüdür. Güçlü ve dürüst lider devleti yönetir ve devlet “iyi” olur. Oryantal İslami devlet anlayışının temeli budur. Yasa elbette vardır. Ama yasanın yaptırım gücü merkezi devlet otoritesini kapsamaz. Gücü sınırlandırılmış iktidar, bu geleneğe tümüyle terstir. Çünkü bu yapıda güç ademi merkeziyetçi ve bölünmüş – eş güç paydaşlarınca paylaşılmış – olamaz. Kuramsal da pratik de gerçeklik budur. Türkiye tümüyle bundan muzdariptir. Yasal ve formel anlamda Batılı devlet formatında da olsa, siyasal kültür bu olduğundan, anayasa ve yasalar yeterli olmaz. Aşınma, çürüme ve bozulma kaçınılmazdır.
AB’nin itip kakmalarıyla ve ekonomik zaruretten dolayı kısmen de olsa hukuk devleti olmaya çalışırken, Türkiye işte yukarıda ele aldığım kısırdöngünün anofeline tümüyle kapıldı. Devlet çöktü. Bu çöküş ne zaman başladı? İlle de somut bir başlangıç tarihi verilmesi gerekiyorsa, Türkiye 2013’ten itibaren çöküştedir demek yanlış olmaz. Bu çöküş Gezi Parkı ve 17 Aralık soruşturmalarının bloke edilmesi ile başladı. Bu tarihte güç zehirlenmesinden geri dönüşü mümkün olan son nokta da aşıldı. Devletin tüm fren mekanizmaları ortadan kaldırıldı. Vücudun tedaviye yanıt verebileceği kritik eşik aşıldı. Kangren tüm vücudu sarmıştı artık. Şu an hasta masada kalmış, ex oluş durumdadır.
Ne demiştik? Çökmekte olan, çökeceği anlaşılmış olandır. Sadece henüz çöküş tümüyle tamamlanmadığından, kimse çöktüğünü söylemez. Osmanlı’da da böyle olmuştu. Türkiye’de de bu böyle. Türkiye şu an salt formel bir varoluş hali içinde. Çöküp çökmeyeceğinden ziyade, çökünce ne olacağı meselesine odaklanılan bir devletti artık. İşin kötüsü, bugün yenisi de kurulsa, bu sosyolojik ve kültürel yapıyla bundan daha iyisinin kurulması mümkün olsa da, bu kurulanın başarılı olması kolay değildir.
NOT: Türk-üstünlükçülük (1) yazısının devamı olacak yazı serisine bu hafta devam edeceğim. Bu yazıyı yazmaya Sedat Peker’in dokuzuncu videosu sonrasında karar verdim. Okurlarıma bilgi vermek istedim. Anlayışınız için teşekkür ederim.
Kaynak: Tr724