YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Huneyn sonrasıydı; başlangıcı çetin bir bâdire daha atlatılmış ve nihayet Ci’râne’ye gelinmişti.
Savaş sonrasıydı ya, doğal olarak ortada ganimet de vardı esir de.
Ne var ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bekliyordu; ne esirleri taksim ediyor ne de ashâbına ganimet dağıtıyordu!
Belli ki bildiği şeyler vardı.
Üstelik o gün, daha sonraları ‘müellefe-i kulûb’ şeklinde kalıcı teâmüle dönüşecek bir uygulama başlatmıştı; düne kadar can yakan nice Mekkeliyi muhatap almış ve kucaklar dolusu altın ve gümüş ihsan etmiş, sürüyle develer bağışlamıştı! O kadar ki iki devenin zenginlik alameti olarak görüldüğü bir zamanda Mekke’nin sâbık reisi Ebû Süfyân ve oğullarına toplamda 300 deve vermişti.
Fakirlik endişesi yaşamadan veriyordu!
Verdikleri arasında altın ve gümüş cinsinden nimetler de vardı. Bu kadar cemîle karşısında mahcup olan Ebû Süfyân, “Annem-babam Sana feda olsun!” diyordu. “Sen, ne kadar da kerîmsin! Bugüne kadar ben, hep Seninle harp ettim ama kendisiyle harp edilenlerin en hayırlısı yine Sensin! Daha sonra Seninle oturup güven iklimine girdim; gördüm ki semtine uğrayanlara güven dağıtanların en hayırlısı da yine Sensin! Allah (celle celâluhû) Sana, hayr-ı kesîriyle mukabelede bulunsun!”
Ebû Süfyân gibi Mekkelileri de eritip kıvama getiren bu uygulamadan rahatsızlık duyanlar da vardı; beklentiler farklı olsa da onlar da bekliyordu!
Süre uzayıp da O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) neyi bildiğini ve niçin beklediğini henüz fark edemeyen bazı insanlar hareketlenmiş, çoktan söylenmeye başlamışlardı:
“Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor ama en fazla payı da onlar alıyor!”
“Vallahi, artık Resûlullah kavmine kavuştu, başkalarını ne yapsın?”
“Savaş zamanı geldi mi onun ashâbı biz oluyoruz fakat ganimet bölüşümü zamanı geldiğinde onun kavmi ve kabilesi önde tutuluyor!”
“Bu dağıtımda Allah’ın rızası gözetilmiyor!”
Dağlarvârî buzları dahi eritecek cinsten bir hayrı bulandıracak cümlelerdi bunlar. Ancak zâhire bakılarak söylenmiş ve işin gerçek mâhiyeti bilinmeden konuşulmuştu.
Nebevî stratejinin neler kazandıracağını da öğreneceklerdi; ancak zamanı vardı.
Her hareketi milimi milimine takip eden ve vurduğu yerden ses geleceğini tahmin eden İbn-i Selûl’e yine gün doğmuştu! Hiç durur mu; hemen harekete geçti ve “Ben size söylemiştim!” dedi. “Çileyi siz çekiyorsunuz, kaymağı başkaları yiyor!”
Fırsat bulduğunda vurmak, onun şiarıydı ve ekmeğine yağ süren bu manzarayı en üst perdeden seslendirmeye, yüksek volümle köpürtmek için yeti taktikler denemeye, taklalar atmaya başladı.
Mağduriyet görünümlü tablo karşısında sesini yükselten gayr-i memnunların burukluğunu bir rüzgâr olarak arkasına almış, zafer sonrası Ci’râne’den bile yandaş devşirmeye çalışıyordu!
Nihayet, konuşulanlar Allah Resûlü’ne de (sallallahu aleyhi ve sellem) ulaştı.
Hiç vakit kaybetmedi ve fitili ateşlenen fitneyi yerinde söndürebilmek için hemen olaya müdahale etti; Ensâr’a (radıyallahu anhüm) haber salmış ve bir çadırda toplanmalarını talep etmişti.
Zâhire göre İbn-i Selûl de Ensâr arasındaydı.
Geldi ve onlara, “Ey Ensâr topluluğu!” diye hitap etti. “Duydum ki gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hâsıl olmuş!”
Evet, öyleydi. Zaten çadırın içindeki sessizlik de bunu teyit eder mahiyetteydi!
Tabloyu gören Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), minnet sadedinde gerilere gitti ve şunları sıralamaya başladı:
“Aranıza ben geldiğimde siz dalâlet içindeydiniz de Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi?
Fakr u zarûret içinde kıvranıyordunuz da Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi?
Ben geldiğimde siz, birbirinizi yeyip bitiren birer düşmandınız da Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?”
Her bir cümlenin akabinde gür bir sadâ yükseliyordu:
“Evet, evet! Minnet Allah’a ve Resûlü’nedir!”
İki Cihan Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Ensâr topluluğu!” diye hitabını yineledi ve devam etti:
“İsterseniz, siz de bana başka türlü cevap verebilirsiniz!
Mesela, ‘Mekke’den bize tekzip edilmiş olarak geldin ve biz sana inandık!’
‘Terk edilmiş olarak geldin, biz sana sahip çıktık!’
‘Yurdundan kovulmuş olarak geldin, biz sana yuvalarımızı açtık!’
‘Muhtaç olarak geldin, biz senin bütün ihtiyaçlarını karşıladık’ da diyebilirdiniz.
Üstelik, bana bu şekilde cevap verdiğiniz takdirde doğruyu da söylemiş olursunuz ki sizi yalanlayan da olamaz!
Ey Ensâr cemaati!
Müslüman olmalarını istediğim bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiğim için kalben gücendiyseniz, şunu iyi bilin ki herkes evine deveyle, koyunla dönerken siz, Resûlullah ile evinize dönmek istemez misiniz?
Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki insanların hepsi bir vadiye, Ensâr da başka bir vadiye gitse, hiç tereddüt etmeden ben, onların gittiği tarafa giderim. Eğer hicret meselesi olmasaydı ben, Ensâr’dan biri olmayı ne kadar arzu ederdim!”
Duygu yüklü ve bütün buzları eriten bu cümlelerinin sonunu şu dua ile taçlandırdı:
“Allah’ım! Ensâr’ı, çocuklarını ve torunlarını Sen koru!”
Duyanlar arasında ağlamayan Ensâr kalmamıştı! Çadırdan yükselen tek ses, “Allah ve Resûlü bize yeter; biz başka şey istemiyoruz!” şeklindeydi.
İbn-i Selûl’ü de beklentilerini de bitiren bir manzaraydı bu; çilesi olmayanın kaymak talebi buharlaşıp gitmiş, yaşatma azmiyle kenetlenmiş bir Ensâr yeniden vücut bulmuştu.
Kaynak: Tr724