YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Ülkelerin tarihine etki eden, ilerlemeye engel olan doğal afetler vardır. Depremler, salgınlar, deniz seviyesinin yükselmesi gibi majör yıkıcı etkiler, uygarlıkları sekteye uğratabilir. Fakat doğal afetlerden daha olumsuzu, “beşeri” afetlerdir. Bazı beşeri afetler, bir uygarlığın diğerini işgal etmesi sonrasında yaşandı. Hun işgali altındaki doğu Avrupa’da, Moğol işgali altındaki Anadolu’da, İspanyol ve Portekiz işgali sonrası kolonyal dönem Güney Amerika’da büyük kültürel yok oluşlar meydana geldi. Bunlardan daha dramatiği, iç faktörler tarafından yol açılan sosyal facialardır. Nazi Almanyası, Faşist İtalya, Stalin dönemi Sovyet Rusya, ırkçılığın egemen olduğu Post-Yugoslavya dönemi Sırbistan gibi beşeri afet dönemlerinde, kültürel, bilimsel, teknolojik, mimari, edebi, altyapısal, askeri vs. bağlamlarda gelişmiş toplumlar allak bullak oldu.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri dâhil, tüm Türkiye tarihi boyunca böylesi bir kadro tarafından yönetilmedi ülke. Kleptokratik otoriter rejimi kurmak da elbette başka bir kadroya “nasip” olmayacaktı. Bu dönem, beşeri bir afet sonrası bir yok oluşu andırıyor. Seri adımlarla yok oluyor ülke.
Bundan önceki nesillerin de büyük hataları oldu. Ama hiçbiri idealsiz değildi. Onaylamasanız da, ülkenin iyiliğine olduğuna inandıkları idealleri vardı. Osmanlı’nın çeşitli dönemlerinde ve cumhuriyetin kuruluş döneminde, bir gidiş yönü, tarihte ülke insanına biçilen bir rol, varılması umulan bir hedef bulunmaktaydı. Tüm doğrularına ve yanlışlarına karşın, vatanseverliklerinden şüphe edemeyeceğiniz insanlardı bunlar! İttihatçılar ve Kemalistler de, büyük hatalar yaptılar. Fakat kleptokrasi kurmadılar. Halkın parasını ve ülkenin kaynaklarını sömürme hedefiyle iktidara gelmediler. Ekonomik suç örgütleriyle içli dışlı olmadılar. 1930’lı yıllardan bu zamana sesleniyor, Mustafa Kemal Atatürk; “dâhili bedhahlardan” bahsediyor. Bedhah, kötü – İngilizce: evil – anlamına geliyor. Sadece düşman demiyor. Çünkü düşman bile aslında kendi halkı için birtakım âli hedefleri gözetmektedir. Dâhili bedhahlar denen insanlar, içerideki kötülerdir. Bunların net bir tanımı yoktur. Fakat genel olarak, ülkenin ve halkın değil, kendilerinin çıkarlarını önceleyenler demek yanlış olmaz. Siyasetçi, Max Weber’in “Bir Meslek Olarak Politika” makalesinden itibaren netleşmiş bir kavramdır. Kültürlerarası anlamda siyasetçi, kamu yararına politik karar alma yetkisi verilen bağlamında anlaşılmaktadır. Siyasetçinin kararları, bu nedenle anayasa ve yasalarla uyumlu olmak zorundadır. Bu çerçevenin dışında olan herhangi bir siyasetçi, adı veya daha önce yaptıkları ne olursa olsun, artık dâhili bedhahtır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve onun yakın çevresinde bulunan güç paydaşları, artık gayet somut dâhili bedhahlar haline gelmiş durumda. Karşımızda duran, salt kendi anayasasından ve yasalarından kopuk bir yönetim değil. Eleştirilmesi gereken de artık sadece sistematik insan hakları ihlalleri veya yasadışı takibat politikaları da değil. Organize suç örgütleriyle iç içe geçmiş, hem uluslararası hem de yerel bir organize suç şebekesi haline gelmiş, kanserli bir bürokratik otoriteryanizm egemendir artık bugün Türkiye’de. Sedat Peker’in videolarında ortaya çıkan “bedhah” ve habis yapı, ikinci 17 Aralık depremidir. Beşeri afetin boyutları korkutucudur. Türkiye’yi yöneten kadrolar – politik ve bürokratik – suça batmışlardır. Faşizan ve otoriter oldukları uzunca zamandır zaten yazılıp çizilmekteydi. Ama yarı Putinist, yarı muhaberat, yarı narkotik bir kleptokratik otoriteryanizmin derinliğini ve toplumsal sirayet seviyesini yeni öğreniyoruz.
17 Aralık 2013, Türkiye tarihini değiştiren bir yolsuzluk skandalıydı. Ben rejimin esas başlangıcını – Gezi ile beraber – hep 17 Aralık’a bağladım. Fakat – itiraf ediyorum – bu çapta global bir yolsuzluğu, tekil bir istisna olarak kategorize ettim. Öyle büyük çaplıydı ki, başka türlü düşünmek zordu. Başka yolsuzlukların olduğunu tahmin ediyordum, ama 17 Aralık’ın çapında olduklarını düşünemiyordum. İşte Peker’in videolarından sonra ortaya çıkan cerahat, bu düşüncemde değişikliğe neden oldu. Örneğin, derin yapılarla Erdoğan’ın İslamcı kadroları arasındaki işbirliğinin ekonomik-finansal boyutları bir anda gözler önünde belirdi. Politik-bürokratik bezirgânların nasıl bir zeminde Ali Baba ve Kırk Haramiler sistemini kurdukları anlaşıldı. Bu, ev sahibini bastıran bir yavuz hırsızların olayıymış meğer. Tekil değil, çoğul – irili ufaklı – hırsızlardan oluşan bir koalisyon!
Türkiye üzerine yazabileceklerimiz, artık bu ortaya çıkan gerçeklerden sonra, hep bu yapıyı göz önüne almak zorundadır. Dahası, geçmişte, son dört-beş yılda meydana gelen birçok olaya geriye dönüp yeniden eğilmek, bunları bu ekonomik-finansal dinamikler çerçevesinde yeniden değerlendirmek gerekecektir. Dahası, bu rejimin sadece konjonktürel bir ara dönem olmadığı anlaşılmaktadır. Dâhili bedhahların istediği, bu ekonomik-finansal değirmenin durmadan dönmesidir. Dedim ya, siyasete herhangi bir ideal çerçevesinde yaklaşmıyorlar. Bu, aralarında mevcut ideolojik farklılıkları kolayca görmezden gelmelerini sağlıyor. Tıpkı iki şirket ortağının tek menfaatinin ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmek olduğu gibi! İkisi ortak da birbirlerinin dünya görüşü veya ideolojileriyle zerre kadar ilgilenmez. Bedhahlar arası ilişkilerde de, böyle bir modus vivendi söz konusu! Başka bir ifadeyle, rejimin ortakları arasındaki kırılganlık, sandığımızın aksine, o kadar da belirleyici olmayacak. Bir tür karşılıklı elde edilen yarar ilişkisi olduğundan, daha rasyonel hareket edecekler. Kimileri Erdoğan ile Soylu arasındaki ilişkilerde bu dinamiği göz önüne almıyor. Peker’in çıkışları da bu çerçevede ele alınmalı. Sistem dışılığa mahkûm olmasaydı, Peker bugün konuşuyor olur muydu? Bu durumda, Peker’in ileriki dönemde bir şekilde yeniden “oyuna dâhil edilmesi” de sürpriz olmaz. Bu tür bir Makyavelist rasyonalite uzamında, uzlaşamayacak hiçbir oyuncu yoktur. Her şey alma-verme üzerine kurulu. Peker’in ifşa ettiği sırları topluca – mesela yazılı olarak – kamuoyuna sunmaması da, bu pazarlığa devam etme durumundan kaynaklanıyor. Kuralsız bir oyun bu. Ve bu oyunda ahlaki normlar hiçbir rol oynamıyor.
17 Aralık’tan sonra yolsuzlukların üzerine gitmeyen ve “Yenikapı Ruhu” sonrası yelkenleri seren ve yuları rejime kaptıran muhalefetin de büyük bir sorumluluğu var. Bakın Soylu bile önceki İçişleri Bakanının evinden çıkan ayakkabı kutularına atıfta bulunarak Erdoğan’a gözdağı verdi. Oysa rejimin payandalığından öteye kendine bir rol biçmeyen muhalefet, halen sağlam bir pozisyon alabilmiş değil. Bu çürümüşlük, yüksek yargıyla veya “babayiğit” (ne demekse!) savcı çıkmasını falan bekleyerek tedavi edilebilir mi? Daha da vahimi, sahi, hasta gerçekten de hala hayatta mı?
Türkiye bir yok oluş sürecinde, bir varoluş mücadelesine gereksinim duyuyor. Hukuka bağlı, dürüst, insan haklarına inanan her birey, aralarındaki ideolojik ayrımları bir kenara bırakarak, bir araya gelmeli ve bedhahlığa karşı durmalıdır. İyilerle kötülerin mücadelesinde, iyilerin kazanmasının tek yolu, Atatürk’ün ta Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bugünkü nesilleri uyardığı bedhahlara karşı Türk, Kürt, Alevi, Sünni, dindar, seküler, kadın, erkek, solcu, sağcı, tüm Türkiye toplumunun birleşmesidir. Hırsızın tüm yavuzluğuna karşın, ev sahibi hala hepimiziz!
Kaynak: Tr724