Zafer Kıraç* [email protected]
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, insan hakları açısından çok basit şekilde çözülebilecek sorunların, adeta ortadan kalkmaması için büyük uğraş veriliyor. Gazete Duvar’da her salı bu köşede hapishanelerde, ruh sağlığı hastanelerinde veya yetiştirme yurtlarında yaşanan olumsuzlukları aktarmaya çalışıyorum. Sivil toplum örgütlerinin ve kimi zaman da benim çözüm önerilerimi sunuyorum ısrarla. Hatta her yazımı muhatapları olarak gördüğüm kurumlara da mutlaka gönderiyorum.
2016 yılı ocak ayının ikinci günü Adalet Bakanlığı önünde başladığım ‘Mahpus çocukların gönderdiği mektuplardan ücret alınmasın’ eylemim polisler tarafından engellenince, Yüksel Caddesi’nde bulunan insan hakları anıtı önünde devam ettim. Tam 24 gün süren eylemim tek kişilik bir protesto gösterisi ve bir talepten ibaretti. Her gün sabah 09.00 ile 13.30 arası anıtın önünde, elimde pankartımla ayakta duruyordum. Eylem tek kişilikti ama yanıma gelip giderek destekleyen binlerce insan oldu. Ziyaret edenler benimle fotoğraf çekilip destek mesajlarıyla birlikte sosyal medyada paylaştılar. Her gün eylemin başında mahpus çocukların hapishanelerde neler yaşadıklarını ve eylemin sonunda ise gelişmeleri video ile aktarıyordum. Kısaca eylemin derdi ve amacı şöyleydi:
Hapishanelerde uygulanan infaz kuralları neredeyse birebir aynı şekilde çocuk mahpuslara da uygulanıyor. Çocukların da tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi iletişimleri ücretli. Telefon kartını ya da mektup pulunu kantinden parayla satın alacaklar. Büyükler nasıl pul ücreti ödüyorlarsa çocuklar da ödemek zorundalar. Oysa Adalet Bakanlığı kendi hazırladığı raporlarında diyor ki “İçerideki çocukların yüzde 35’inin ailesi görüşe gelmiyor, çocukların yüzde 40’ının parası yok.” O zaman mektup yollamak niye ücretli? Çocukların çoğunun ailesi, arkadaşları ile tek iletişim aracı mektup. Mektup dışarıdakiler için artık pek kullanılmayan bir araç ama hapishanedeki mahpus için inanılmaz kıymetli.
Medyanın ve toplumun desteği ile eylem başarılı oldu. Adalet Bakanlığı, ceza infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlü çocukların resmî kurumlar ve aileleriyle yazışmalarındaki pul giderlerinin karşılanmasına karar verildiğini duyurdu. Dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, çocukların dışarıyla iletişiminin olumlu koşullarda sağlanması ve özellikle mektuplaşma konusunda maddi imkânsızlık engelinin ortadan kaldırılması için talimat verdiğini belirtti.
Sonraki yıllarda çocuk mahpusların -özellikle son dönemde daha da önemli hale gelen- başka bir sorununa eğildim. Çocukların dışarıyla en önemli iletişim yollarından olan görüş haklarının kullanımı konusunda çalışmalar yaptım. Bu konuda sivil toplum örgütlerinin de çok iyi hazırlanmış raporları ve çözüm önerileri oldu. Ancak araya giren Türkiye gündemindeki sarsıcı günler, olaylar ve son olarak da pandemi, bir türlü bu protestoyu ve eylemi yapabilmem için imkân vermedi. Üstelik bu sorun pandemi ile birlikte daha da karışık ve zor bir hal aldı.
Mahpus çocukların, tıpkı büyükler gibi bir ayda dört görüş hakları var. Sadece biri açık görüş tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi. Kapalı görüş dediğimiz şey camın, tel örgünün arkasından. Annesi karşısında ama çocuk ona dokunamıyor. Camın ve tel örgülerin arkasından ailesi ile görüşen çocukların bu durumdan olumsuz etkilendiğini kurum psikoloğu bile kabul edecektir. Kapalı görüş bütün mahpuslar için çok yaralayıcı bir uygulamadır. Bir eziyet, hatta psikolojik işkence yöntemidir.
Salgın nedeniyle aylarca hiçbir yakınını göremeyen çocukların şu anda en büyük talebi, aileleriyle açık görüş haklarını kullanmak. Ancak bu talepleri karşılanmıyor. En son 2 Mart 2021’de Adalet Bakanlığı tarafından cezaevlerine ilişkin alınan tedbirlerin süresini yeniden uzatıldı. Çocuk mahpusların sosyokültürel hakları olan spor yapma, kütüphaneye çıkma hakları gibi temel hakları ellerinden alındı ve bunun gerekçesi de Covid-19’un yayılmasını engellemek. Oysaki bu temel haklar engellenmeden de önlemler alınabilir. Çocukların sahip olduğu ziyaret hakkı bakımından, tüm görüşlerin açık görüş olarak yapılmasına dair yasal değişiklik mutlaka yapılmalıdır.
Ben buraya kadar mahpus çocukların açık görüş hakları üzerine düşüncelerimi söyledim. Bir de mahpus yakını çocuklar ve gençler, hatta bebekler var. İçerideki anne ya da babaya ziyaretlerde nasıl bir etki yapıyor bu uygulama?
Pul parası alınmaması için yaptığım kampanyada yanımda olan ve eylemin daha çok insana ulaşmasında büyük katkılar veren genç bir arkadaşım vardı. Bir anısını anlatmıştı. Çok etkilenmiştim. Bu anısını yazmasını istedim bu köşede yayınlanması için. Sizi bu yazıyla baş başa bırakıyorum…
‘ACİL DURUMLARDA CAMI KIRINIZ’
“Her ayın ilk çarşambası aynı gerginliği hissediyorum üzerimde. Kollarım, bacaklarım, gözlerim susmuyor. Yine aynı cihazlardan aynı mekanik ellerin üzerimde gezinme sürecinden geçeceğim fikri uğulduyor zihnimde. Aman ne olacak hemen geçer gider diyenlere kızıyorum. Gerçekte ne hissettiğimi bilenler bu cümleyi kuramaz çünkü biliyorum. Duygular zihnimde dans etmek yerine uğul uğul dolanıp duruyorlar.
Yine aynı minibüste aynı şoförle aynı yere gitmek üzere nenemle yola koyuluyoruz. Minibüsün içindeki yüzler bile aynı. Oturduğum koltuğun tepesinde kırmızı bir kol var ve üzerinde acil durumlarda camı kırınız yazıyor. Hangi acil durum kastediliyor, bilmiyorum. Tam o sırada kulaklarımda da bir uğultu beliriyor hani şu uzun uçak yolculuklarından sonra olan cinsten. Üzülmemeliyim. Üzüldüğümü ağlayarak belli etmek o zamanlar ne kadar çaresiz olduğumu göstermekten başka bir işe yaramıyor. Kendimi teselli etmeye kalksam kendi kendime yaptığım açıklamaların daha başında bunalıyorum.
Cezaevine ulaşıyoruz. Renkler soluk, duvarlar tuğla tuğla. Kalbim o demir kapıyı görünce çürümeye, paslanmaya başlıyor. Görüşe girmek için önce kimliklerimizi vermemiz gerekiyor bunun için biraz erken gelip sıraya girmeliyiz herkes kimliğini önce verenin içeriye daha önce gireceğini söylüyor ben o zamanlar daha erken girersek babamı daha çok göreceğimi sanıyorum. Geçiyor. Ardından içeri girmek için barakayı andıran bir alanda, sıcağın ve sanki cehennemin en dibinde diğer insanlarla beraber adımızın okunacağı saati bekliyoruz. İnsanlarla göz göze geldiğimiz anlarda tüm hayatı yorumlayabilirmişiz gibi gelir bana. Tanışma böyle başlar. Birbirimizin bakışlarında kendi derdimizi, kederimizi görmemek için yerdeki çakıllara, duvarların kenarlarında biten küçük otlara bakardık. Bakışmaların ardından hepimiz neden orada olduğumuzu, kime geldiğimizi, görmeye geldiğimiz kişiyi nasıl özlediğimizden bahsederdik. Kimse birbirine seninki niye içerde demezdi ya da ben bu sorunun sorulduğunu hiç duymadım. Orada önemli olan barakadaki birlikteliğimizi duygularımızla, acılarımızla ve hasretimizle belki de utancımızla harmanlamaktı. Sonra sonra vakit öğleden sonrayı bulunca isimlerimiz okunur bu ikinci aşama sayılabilir. İsmimizi duymama kaygısı, aman acaba bir sorun çıkacak mı kaygısıyla birleşince birkaç dakika önce dertleşen bizler, içeri en önce girmeye çalışan rakiplere dönüşürdük sanki. Ardından dördüncü aşama gelir ki, bu aşama kendi içinde üç tane bedensel aramayı ve bir XRAY cihazı taramasını kapsar. Zaten yorgunsundur, sıcaktan buharlaşmak üzere olan utancın sütyenine çamaşırına varana kadar soyulur.
Oysa soyunmak mahremdir, hatta yasaktır benim yaşadığım toplumda ama orada farklı yasaklar, farklı kurallar varmış, öğrendim. Öğrenmek sözü buraya uymadı. Öğretildi diyebilirim mesela. Bu iliklerime varıncaya kadar hissettiğin bir tahakküm, müdahale. Aramalar sırasında herkes sıraya girer ve sen herkesin içinde sert olmayan bir infaz koruma memuruna denk gelmek için kendine, bedenine şans dilersin. Ya da XRAY cihazından geçerken sütyenimin demiri, pantolonumun düğmesi ötmesin diye tanrıya yalvarırsın. Yani demem o ki, kalabalıkta kimsenin görüş salonuna problemsiz girmek dışında hiçbir amacının olmadığı yerde, tamamen kişiliksizleştirme prosedürleri sonrasında, artık yorgunsundur.
Hedefine ulaşıp görüş salonuna gelirsin. Pardon salon değil kalın kalın duvarları olan hemen arkanda bir üniformalı memurun seni istediği gibi gözetlediği hatta hangi dilde konuşup konuşamayacağına dahi karışan üniforma eşliğinde kapalı görüş dahilinde sana sunulan dakikaları beklersin. Buraya ulaşana kadar kişi kalamaman için yapılanları unutmak için ahizeyi eline alırsın. Böyle bir durumda çıkabilecek en büyük aksilik ne olabilir? Camlar evet camlar. Çünkü camlar gözüme çok kirli görünüyordu kaç zamandır. Kardeşimle beraber başımıza gelebilecek tüm tuhaf içeri alınamama sebepleriyle beraber küçük yeşil bir bez parçası sıkıştırmıştık cebimize. Bu gittiğim yerde de camlar silinince parlayacak sandım. Çocuktum. Çocuktuk. Camı kimseye çaktırmadan silmeye çalışıyorum bir taraftan da çok korkuyorum ya yakalanırsak diye. O öğle saatinde camları saatlerce de silsem var olan buğulanmanın geçmeyeceğini anladım. Oysa o camdaki kir denen şeyleri silebilseydim belki hissettiğim her olumsuz duygu da akıp giderdi. Yıllar sonra da o camların her tedbirin gerekçesi ya da bahanesi olan ‘güvenlik’ gerekçesiyle buzlu yapıldığını öğrendim. Ve ne yazık ki minibüste gördüğüm acil durum işareti yoktu karşımdakini görmeme engel olacak şekilde ve bayağı ustaca yapılmış bu camda. Bir önceki ay yine kimliklerimizi güvenlik gerekçesiyle askerlerin gözünün hizasına getirmeye çalışarak oradan çıktığım gün adliye arabasının içinde bir çocuk görmüştüm. En fazla 14 yaşında olsa gerek. O çocuğu gözümün önüne getirdiğimde ve onunla bakışlarım aracığıyla tanıştığımda birbirimize poz vermediğimizi ama yaşadığımız o anın fotoğrafının bende ne kadar ölümsüz olacağını anlamıştım. Çocuktum. Çocuktu. Ruhsal bir çocukluktan bahsetmiyorum fiziksel olarak, yaşam deneyimi olarak çocuktum. Çocuktu.
Bunları yazmayı, anlatmayı hiç tasarlamamıştım. Bu yerde defalarca, haftalarca, yıllarca bulundum. Ama o buzlu camı temizleyemedim. Oysaki her şeyi temizlerim ben. Tanıştığım çocuğun ailesinden biri yanına geldiğinde onu net göremediğini anladım tıpkı benim çok sevgili insanlarımdan birini yıllarca net görememem gibi. Camı da binayı da XRAY cihazını da gördüm. Peki bu ne anlama geliyor? Ben bunların ne anlama geldiğini o 14 yaşında olduğunu tahmin ettiğim çocuğun bakışında, bakışlarını buğulandıran o buzlu camda, şeffaflıktan uzak, zulme ve intikama yakın, bizi kendi girdabına almaya çalışan o kalın duvarlarda gördüm. O üniformalar, o duvarlar ve o eller sayısız çocuğun bedenine izinsiz dokundular, sayısız çocuğun intiharına engel olamadılar, sayısız çocuğun kalbine dokunamadılar ve yine o sayısız çocuğun parlak yanakları ya da gözleriyle sevdiklerine dokunarak sarılmasını sağlayamadılar. İnsan gerçekten içinden gelmeyen hiçbir şeyi düzgün yapamaz. Ama ben korka korka da olsa o camı kırabilirdim. Hoş belki de kırılmaz cam özelliği de vardır bilmiyorum, bilmiyordum. Ama ellerim, yüzüm çizikler içinde kalsa da o camı kendi çocukluğum için ya da 14 yaşındaki arkadaşımın çocukluğu için paramparça edebilirdim. Ben o buzu kırabilirdim. Ve tüm bunlar birer rüya olarak kalmazdı.’’
Türkiye’de mahpus yakını bir çocukluk deneyimini, bize bu kısa anlatısıyla sunan sevgili Suzan Demir’e çok teşekkür ediyorum. Adalet Bakanlığı’nın bütün personelinin bu yazıyı okuması ne güzel olur. Belki kafaları karışır biraz, belki nerede hata yapıyoruz derler. Belki bütün görüşleri açık olur çocukların.
Çocuk hapishaneleri kapatılsın!!!
*İnsan Hakları Çalışanı