YORUM | PROF. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
100 yıldır hak mücadelesi veren bir millet var: Kürtler. Beğenin veya beğenmeyin, gerçekler olduğu yerde duruyor, durmaya devam edecek. Kürtler var, Kürt dili var, Kürt folkloru ve müziği var, Kürtlerin kendilerine özgü örfleri ve adetleri, gelenekleri ve ananeleri, masalları ve şiirleri var. Bu gerçekler tarih var olduğundan bu yana Anadolu’nun gerçeğidir.
Kürtler, Anadolu’da Türk adı duyulmadan binlerce yıl önce Anadolu yerel halklarından biriydi, 1071’den itibaren değişen Anadolu dokusunda da ortadan kalkmadı. Diğer Anadolu yerlilerinden önce Müslüman olmuş olmaları, bir bakıma milli aidiyetlerini koruma konusunda işlerine yaradı. Rumların, Ermenilerin ve Süryanilerin aksine, Kürtler Müslüman-Türk gaza akınlarına doğrudan hedef olmadılar, çünkü zaten on birinci yüzyıldan sonra Anadolu’daki cihada yoğunlaşan Orta Asyalı yeni gelenlerin hedefinde, daha çok batı ve kuzey bölgelerde yerleşik Hristiyan topluluklar vardı. Kürtler böylece demografik konumlarını yirminci yüzyıl başlarına dek korudular. Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde hâkim aidiyet olan İslam Ümmeti anlayışı Kürtlerin doğrudan yabancı hâkimiyeti altına girmelerine ve asimile olmalarına engel oldu. Kürtlerin bağımsız devleti olmasa da, Osmanlı döneminde bir tür feodal yerel yönetsel/politik yapıları oldu. Sayıca yoğunlukta yaşadıkları bölgelerde dillerini ve kültürlerini yitirmediler. Oysa Bizans’ın Hristiyanları, askeri ve siyasi hâkimiyetlerini yitirdikleri andan itibaren İslamlaşmaya ve linguistik anlamda asimilasyona uğradılar. Böylelikle yeni gelen – marjinal oranda – Orta Asyalı Türkler Greko-Romen Anadolu Hristiyanları ile karıştılar, fakat Kürtler büyük oranda bu harmanlanmanın dışında kaldı.
Yirminci yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki ve Afrika’daki topraklarını birbiri ardına kaybetti ve küçüldü. Bu süreçte Osmanlı yönetici elitleri küçülmenin önüne geçmek için formüller aramaya başladı. Osmanlı kimliği üzerinden devletin toprak bütünlüğünü koruma fikri cazip bir strateji olsa da, Balkan Hristiyanları’nın milletleşme – milli bilince ulaşma – süreçleri nedeniyle tutmadı. Hristiyanları Osmanlı kimliği altında bir arada yaşamaya ikna edemeyen Osmanlı siyasi elitleri, toprak bütünlüğünü korumak için bu kez İslam kimliğine oynadı. Ümmet aidiyeti sayesinde Arnavutları, diğer Balkan Müslümanlarını ve Arapları Osmanlı sınırları içinde tutabilme stratejisine yöneldi. Ancak Araplar ve Arnavutlar da milliyetçilik ideolojisinin etkisine çoktan girmişlerdi ve Osmanlı içerisinde ümmet kimliği temelinde yaşamayı seçmediler. 1900’lerin başında artık elde sadece Anadolu kalmıştı.
Fakat Anadolu’da da Hristiyanlar (Ermeniler ve Rumlar) belli bölgelerde çoğunluktaydı veya önemli oranlarda nüfusa sahipti. İttihatçı nasyonalistler Osmanlı’yı artık bir Türk devletine dönüştürme opsiyonuna yönelmişlerdi. Bu strateji “dış Türklerle” birleşme fikri kadar, Anadolu’nun homojenleştirilmesi – etnik temizlik – fikrine de dayanmaktaydı. 1915’te Ermeniler büyük bir soykırıma uğratıldı, ardından Rumların bir kısmı katledildi, diğer büyük kısmı bugünkü Yunanistan’a sürüldü. Cumhuriyet döneminde de bu homojenleştirici, etnik Türk merkezli politikalara devam edildi.
Geriye Kürtler kalmıştı. Lausanne’da Türkiye heyeti ısrarla Anadolu’da “Müslümanların” çoğunluğunda olan bölgeler kavramını kullandı. Türkler ve Kürtler bir arada ele alındı. Kürtler feodalite nedeniyle tüm Osmanlı halkları arasında milliyetçiliğin etkisi altına en az girmiş halktı. Kürtler Kurtuluş Savaşı’nda Kuva-yı Milliye ve Milli Mücadele içinde yer aldı. Muhtariyet – özerklik – sözü almış olmaları Kurtuluş Savaşı’na desteklerini açıklayabilir. Ancak 1923’te Türkiye Cumhuriyeti bir “Türk devleti” olarak kuruldu. Devletin ana ideolojik temelini Türk milliyetçiliği oluşturdu. Kürtler yok sayıldı. Türk tarih tezleri, Anadolu’ya yerleşen Orta Asyalı Türkler mitini merkezlerine aldı. Türklerin tarihini, destekleyici kanıtlar olmaksızın tarih öncesi zamanlara kadar geri götürerek, tarih çarpıtıldı. Bu dönemde Kürtlere asimilasyon uygulamaları başladı. Asimilasyona karşı çıkanlar acımasızca devlet şiddetine maruz bırakıldı.
Bunlar Türkiye’deki Kürtlerin başına gelenler. Peki ya diğer Kürtlere ne oldu? Öyle ya, Osmanlı İmparatorluğu parçalandıktan sonra Türkiye sınırları içerisinde Kürtlerin sadece belli bir coğrafyası ve nüfusu kalmıştı. Diğer Kürt coğrafyaları ve nüfusları İran’da, Irak’ta ve Suriye’deydi. Böylece Kürtlerin aralarında olan doğal birlik zedelendi. Kürtler dört farklı ülkenin vatandaşları olmuştu. İçinde yaşadıkları her bir ülkede farklı oranlarda asimilasyon politikalarına maruz kaldılar.
ASİMİLASYON DÖNEMİ
Biz Türkiye’ye dönelim: Türkiye İttihatçılardan devraldığı homojen Türk nüfusu yaratabilmek için, oransal olarak çok büyük bir halk olan Kürtleri mutlaka asimile etmek zorundaydı. Tüm gayretler bu yönde oldu. Kürtlerin asimilasyonu, Türkiye’deki partiler üstü en uzun vadeli politikadır. İktidara hangi parti gelirse gelsin, bu politika uygulandı.
1980’lerde iki gelişme gerçekleşti. Birincisi, Kürt solu, Türk solundan koptu. Yasa dışı PKK (Kürdistan İşçi Partisi) kurulmuştu. Bu Marksist-Leninist grup, Türk-Kürt devrimci mücadelesi yerine bağımsız (ya da özerk) bir Kürdistan hedefliyordu. Bu silahlı milis grubun yanında, irili ufaklı devrimci veya liberal Kürt siyasi hareketleri eşzamanlı olarak doğdu. Ortak noktaları Kürt kimliğiydi. 1980 askeri darbesi ve özellikle Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkenceler ve büyük insan hakları ihlalleri, Türkiye Kürtlerinin devletinden kopuşunun en önemli meşruiyet zeminini ve gerekçesini oluşturmuştu. Darbeciler, Kürtlerin “bir Türk boyu” olduğunu, Kürt adının soğuk iklimde yaşayan bu boyun “karda yürürken kart-kurt sesleri çıkmasından” dolayı verildiğini öne süren “bilimsel” kitaplar yazdırmıştı. Retçi politikalar, Kürt dilinin tümüyle yasaklanmasına kadar vardı. Artık salt kamusal alanda değil, sokakta veya çarşıda da Kürtçe konuşmak yasaktı.
1991’de Kürtler SHP desteği ile meclise girdiler ve ilk defa kendi kimliklerini reddetmeden DEP çatısı altında siyaset yapmaya başladılar. Fakat Türk devleti, DEP’i hazmedemedi. DEP Mart 1994’te AYM tarafından kapatıldı, Kürt vekillerin milletvekillikleri düşürüldü. 1990’lar çok acı olaylara gebeydi. 2000’lerin başlarına dek Kürtler köy boşaltmalar, işkenceler, köylülere kötü muameleler, orman yakmalar, insan kaçırmalar, insan kaybetmeler, asit kuyuları, mahpuslar – her türlü devlet şiddetiyle sindirilmek istendi. Sinmediler, asimile olmadılar, daha fazla milli bilince kavuştular. Dahası, ayrılıkçı eğilimleri arttı. Kapatılan her Kürt partisi, küllerinden daha geniş katılımlı bir Kürt partisini doğurdu. Türk devleti ne kadar üzerlerine gittiyse, Kürt hareketi o kadar güçlendi. Siyasi alan ne kadar daraltıldıysa, PKK terör örgütü o kadar sempati kazandı ve Kürtlerden destek gördü. Devlet “bölücülüğe karşı mücadele” dediği önlemleri ne kadar hukuktan ve izandan uzaklaştırdıysa, Kürtlerin Türkiye’den aidiyet anlamında kopuşu o kadar güçlendi ve hızlandı.
2002’den itibaren AB yörüngesine giren Türkiye, Kürt sorununa daha akılcı siyasetler üretme konusunda cesaretlendi. Demokrasi ve hukuk devletinde Kürtlere gelecek perspektifi sunarak bütünlüğü güçlendirme projesi Türk liberallerinden, CHP ve DSP dışı sol kesimden, AB yanlılarından ve entelektüellerden destek buldu. Elbette AKP de bu projeyi gündemde tutarak Kürt hareketinin AB projesine ve demokratik reformlara destek olmasını hedefledi. Kürt açılımları ve özellikle de Çözüm Süreci, Oslo’da PKK ile müzakerelere, Abdullah Öcalan ile görüşmelere, Dolmabahçe Anlaşması’na kadar uzandı. Erdoğan bu dönem tüm bu adımların talimatını kendisinin verdiğini birçok kez ifade etti.
Ancak bu politikalar nasyonalistler – Ülkücü ve Ulusalcı (sol ve sağ milliyetçiler – tarafından kıyasıya eleştirildi. AKP ve Erdoğan ihanetle suçlandı. Bu dönem Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Askeri Casusluk gibi darbe davalarından mahkûmiyet alan Avrasyacı yapılar da nasyonalist kanadın derin devlet kanadını oluşturdular. Çözüm süreci oldukça ileri bir safhadayken 17 Aralık 2013 yolsuzluk skandalı patladı. Gemi alabora oldu. Erdoğan ve AKP kötü yakalanmıştı. İktidar uğruna, nasyonalist kanada, özellikle de derin yapılara boyun eğdiler. Teslimiyetin en önemli şartı, Çözüm Süreci’nin sonlandırılmasıydı. Öyle de oldu.
Bugün gelinen noktanın özeti budur. Bugün Türkiye’nin geldiği seviye, 1994’te, DEP’lilerin meclisten atılması düzeyidir. Erdoğan ve AKP, MHP ve ulusalcı CHP, İYİP ve hepsinden daha kuytuda derin yapılar, Kürtler konusunda uzlaşmış durumda. Kürtlerin 100 yıllık dramı devam edecek. Çünkü Türkiye, Türklerin devleti olmaktan asla vazgeçmedi. Kürtlerin yok sayılması, İttihatçı homojenleştirici politik miras, asla değişmiyor. Ne yapılırsa yapılsın, bir yerden tekerleğe çomak sokuluyor. Türk devletinin 100 yıl önceki fabrika ayarları yeniden ülkenin gerçeği oluveriyor. Bugün 9 MHP’li vekil hapishanede. HDP’ye şimdi de kapatma davası açılıyor. Daha dün HDP’li insan hakları savunucusu, en aktif vekil Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü. Bahçeli ve MHP’si, sol nasyonalistlerin Sözcü’sü ile aynı dili kullanıyor. Eşzamanlı operasyonlarla HDP teşkilatları basılıyor, MHP ve Ulusalcı kanat bu operasyonları PKK’ya operasyon olarak algılıyor. HDP’nin Türkiye’nin üçüncü en büyük parlamento grubuna sahip olduğu unutuluyor. Milyonlarca Kürdün ve diğer Türkiyelilerin oylarıyla seçilmiş vekillere terörist muamelesi yapılıyor. Hesap belli. HDP’yi kapatıp, erken seçime gitmek. Bu sayede AKP kaybettiği oyu masa başında telafi etme niyetinde. HDP kapatıldıktan sonra, MHP için de barajı düşürecekler. CHP ve İYİP de bu durumu izlemekle yetinecek. Böylece rejimin bir tutkalının Kürt düşmanlığı olduğu açıkça görülüyor. Diğer tutkalı da biliyorsunuz zaten!
Özetin özeti: HDP kapatılır ve Kürt siyaseti illegaliteye itilirse, bu Türkiye’nin bütünlüğüne vurulan en büyük darbe olur. Türkiye bu dönemde hata üzerine hata yapıyor. Kürtlere asimilasyon dışında başka hiçbir opsiyon bırakmamak istiyor. Son 100 yılda yaptığı hataları tekrarlıyor. Tarihten hiçbir şey öğrenmiyor.