YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Devleti savunma refleksi, Türkiye’de devletin ıslahını engelleyen faktörlerin başında geliyor. Türkiyeli aydınların önemli bir oranında, Türklerin ise neredeyse tümüne yakın bir çoğunluğunda, Türkiye’de meydana gelen olumsuzluklar, mesela ciddi sistematik insan hakları sorunları, devletten bağımsız, liderlerin veya siyasetçilerin ve siyasal partilerin neden olduğu problemlerdir. Bu problemlerin ortaya çıkmasının nedeni, “iyi devletin” birtakım “kötü yöneticilerce” ele geçirilmesi ve kötüye kullanılmasıdır. Devletin “insani zafiyet” veya “beşeri sıkıntılar” yüzünden kötü olması hali, adeta genel kabul görür. Buna göre, esasında devlet “kötü” olamaz. İnsanlar kötü olabilir.
Bu bir bakıma kulağa mantıklı ve masum gelse de, içerisinde çok ciddi bir strateji barındıran, devletin neden olduğu fenalıkları meşrulaştırmaya hizmet eden, dahası bu fenalıkların devamını sağlayan, yani onları döngüsel olarak yeniden üreten bir mekanizmadır. Masum değildir ve ideolojik bir araçtır.
Devlet, insan faktörü yanında, ideolojik ve zihin yapısını şekillendiren bir politik kültürün kurumsallaşmış şeklidir. İşlevleri her ne kadar benzer de olsa, dünyadaki devletler “karakterleri” bakımından sınıflandırılır. İran devleti ile İsveç devleti sonuçta devlet olmaktan kaynaklanan ortaklıklara sahip olsalar da, bu ikisinin aynı kurum olduğunu kim öne sürebilir? Peki, İran devletinin İsveç devletinden farklılıkları, salt o devleti oluşturan bireylerden mi kaynaklanmakta? Elbette bu olanaksızdır. Bireylerin etkisi yadsınamasa da, majör etki ideolojiktir. Yani, fikirler evreni ve değerler evreni ile alakalı bir vücut bulma, devletlerin birbirinden farkına ilişkin esas etkiyi yapmaktadır. İran, farklı bireylerin etkisinden dolayı değil, farklı ideolojiler ve politik kültürler nedeniyle İsveç’ten farklı bir devlettir. Bu iki devlet birbirlerinden gece ve gündüz kadar farklıdır. Yine de ikisine de devlet diyoruz.
Türk devletini anlayabilmek ve izah edebilmek için, devlete analitik yaklaşmak zorundayız. Türk devletinin bugün yaptığı zulmün devletin yöneticileri ile açıklandığı analizler yüzeysel olacaktır. Dahası, bu analizler, devletin patolojisini gözler önüne yeterince açıkça seremeyeceğinden, devletin “ıslah” edilmesi de mümkün olmayacaktır. Devletin tıpkı hava korsanlarınca kaçırılan bir uçak gibi tasavvur edildiği bu yaklaşım, özellikle Türkiye aydınına has bir tutumdur ve ben bu tutumu eleştirmenin çok önemli ve değerli bir başlangıç olacağını düşünüyorum.
Türk devleti, dönemsellik arz eden bir patoloji içerisinde değildir. Kuruluşundan beri, hatta kuruluşundan önce ortaya çıkmış, yaratılmış, kurumsallaşmış ve genetik olarak bir sonraki döneme aktarılmış bir patoloji söz konusudur. Bugünkü devletin “kötü siyasetçilerce kaçırıldığını” öne süren naif ve irrasyonel tezler, emperyal yayılmacılığı, cihat ve gaza olgularının İslami ekonomi politikteki meşrulaştırıcı rolünü, kadının konumunu, gayrimüslimlerin tabi tutuldukları ikinci sınıf vatandaşlık rejimini, kadın kölelik (cariyelik, “seks köleliği”) ve erkek kölelik (tipik “alt insan” sınıfı) müessesesini görmezden geliyor. Günümüze daha da yaklaşacak olursak, Ermenilerin soykırımla yok edilmesini, Rumlara uygulanan soykırımı, Kürtlere uygulanan, 100 yıllık Cumhuriyet politikası olan asimilasyoncu pratiği de öyle! Çünkü bunların “sorun olmadığını” öğreten bir diskur, okulların müfredatında ana ruhu oluşturuyor.
Geçmişteki “devlet” ile bugünkü “devlet” aynıdır. O devletin süreklilik arz ettiği, kesintisizliği, “devletsiz var olmamış” Türk miti, devletin dünya hâkimiyeti, üstünlüğü, gücü, doğal kabul edilmektedir. Çocuklara bunlarla övünmeleri gerektiği öğretilmektedir. Bu devlet başarıdır. Yani sadece başarılı değildir. Başlı başına, diğer milletlerin sahip olmadığı bir değerdir. Bu devletle ayinsel bir birliktelik ilişkisi kurmak, bir tür “devlet dinine” inanmak, “farzdır”. Bu devlet, tanrısal, ulvi, büyük, sürekli, muazzam güçlü, yeri geldiğinde var olmak için tebaasını feda edebilen, “varlığı” için varlığımızın fedasının gerekli olduğu her sabah ilkokulda yemin ettirilerek bizlere belletilen bir varlıktır.
Bu devlet kutsaldır. Kutsal devlet faşizm literatürünün önemli ideolojik sütunlarından biri olmasına karşın, Türkiye siyasi kültüründe sol tarafından da sağ tarafından da sorgulanmamış olan bir kavramdır. Buna ben devletin eleştirilemezliği diyorum. Eleştirilemez olan, ister istemez tanrısallık içerir. Türk devlet geleneği tanrısal bir devlet tasavvuruna dayanmaktadır. Bu devletin tanrısallığının en önemli kanıtlarından biri, onun doğal olarak müebbet bir devlet oluşudur. Devlet-ebed-müddet!
Bu devlet tasavvurunun diğer bir özelliği, güçlü devlet önermesidir. Türk devleti güçsüz olamaz. Bugün dünyanın en borçlu ve en az özgür devleti olması sorun edilmeyen Türk devleti, tüm zaaflarına karşın Türklerce güçlü addedilmektedir. Bu güç, fiziksel güçtür, yani istediğini zorla yaptırabilme yetisidir. Her devlet bu bağlamda bir güç taşır, ama meşru olmayan güç, yani otorite olarak kabul edilmeyen, yasalara dayanmayan güç, modern devletlerce reddediliyor. Türk devlet literatüründe bu tür bir “arıtma” ve “rafine güç” tasavvuru maalesef yoktur. Bu doğrultuda cümleleri anayasaya koyduğunuzda, okuyanlara bir anlam ifade etmemektedir. Dolayısıyla gücü yasalarla sınırlı hale getirilmiş devlet, fiiliyatta bomboş bir kavramdır. Türk siyasal kültüründe karşılığı yoktur.
Bu devlet, aynı zamanda büyük olmak zorundadır. Dahası, salt hâlihazırdaki sınırları yetmez. Bu devlet, dinamik ve süreçsel olmalıdır. Başka bir ifadeyle genişlemelidir. Büyük olmak, yani sınırların geniş olması, hatta genişliyor olması, Türk devlet literatüründe devletin başlıca “başarılı olma” ölçütüdür. Sınırları geniş devlet başarılıdır. Sınırları dar devletler “küçüktür”. Her ne kadar, mesela Hollanda, ekonomik, teknolojik ve bilimsel bakımdan Türkiye’den çok daha güçlü de olsa, Türk devlet literatürünün değerlerine göre “büyük devlet” olamaz. Dahası, bir devlet mevcut sınırlarını fırsatını buldukça genişletmeye meyilli olmalıdır. Bu Türk devlet geleneğinin en patolojik nüvelerinden biridir.
Diğer bir karakteristik özellik, devletin müebbet oluşudur. Devlet-ebed-müddet, hep var olan bir devlet, çok ciddi bir düşünce hatasından kaynaklı bir önermedir. Çünkü normal olan hiç kimse Hitler Almanya’sının sonsuza kadar var olmasının iyi bir şey olduğunu iddia edemez. Devletler raydan çıkabilir. Yani iyi devletler kötü devlete dönüşebilir. Bazen kötü devlete dönüşen devletlerin yeniden iyi devlete dönüştürülmeleri mümkün olmayabilir. Tarih bunun gibi onlarca örnekle dolu. Dolayısıyla bazen habisleşmiş devletler sonlandırılır ve yerlerine yenileri kurulur. Bu, çok uzaklara gitmenize gerek yok, yirminci yüzyıl başında zaten Türk tarihinden yabancısı olmadığımız bir durum değil mi? Osmanlı İmparatorluğu neden sonlandırıldı? İstese Mustafa Kemal Atatürk ve diğer kurucu kadro, Osmanlı Devleti’nin devamını gerçekleştiremez miydi? Hipotetik olarak, elbette bu olasılık vardı! Demek istediğim, her devletin “müebbet” var oluşu iyi bir şey değildir. Fakat Türk devlet literatürüne göre, biz devletin sonsuza kadar yaşamasının her koşulda iyi bir şey olduğunu düşünmeye şartlandırıldık.
Bir de yeri gelmişken, devlet aklı denen mevhuma kafa yormamız gerekiyor. Buna göre, devletlerin içinde bir tür öz akıl vardır ve bu çok bilge, çok rasyonel, çok ileri görüşlü, her zaman ne yapılması, ne söylenmesi, nasıl tepki gösterilmesi gerektiğini bilir. Başında kim olursa olsun, devlet aklı devleti sonuçta doğru yola sokar. Türkiye, bugünkü iktidar sahiplerinin devlet aklını yok etmelerinden kaynaklı sorunlar yaşamaktadır. Oysa devlet aklı, bir yerlerde, kim bilir “derinlerde” bir yerlerde, ortaya çıkartılmayı bekleyen bir hazine gibidir. Oysa devlet aklı diye bir şey yoktur. Bu bir mittir. Olan, patolojik ideolojik önermelerdir. Habis birtakım ana davranış şemalarıdır. Bu şemalar, aklı başında her insan tarafından reddedilmelidir. Türk devleti, bu devlet aklıyla, mutsuzluğun meşrulaştırılması işlevini görüyor. Tabuların ezberine ve çoban-rahip siyasetçilerin “devlet aklı” adına kendi saçma sapan ve çoğu zaman da şahsi menfaatlerine yarayan politikalarını meşrulaştırmaya yarıyor.
Yine çok patolojik bir önerme, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü ezberidir. Bu, tümüyle Sèvres Antlaşması’ndan kaynaklı parçalanma fobisinin yansımasıdır. Bu slogan, esasında etnik Türk olmayanlara, en çok da Kürtlere ettirilen bir tür “sadakat yeminini” çağrıştırıyor. Balkanlar’daki toprakların kaybı, Ortadoğu’daki toprakların kaybı, bu bölünmez bütünlük tamlamasının içinde, arkeolojilerinin yapılacağı zamanı bekliyor! Başkalarının topraklarını önce fethedip, sonra da o toprakları kaybedince “vah vatanım!” diye ağlamak, çok zavallı bir tutumdur. O topraklar şu an Türklerin elinde, Türkiye sınırları dâhilinde olsaydı, Kürtlere bugün yapılanlar, Arnavutlara, Araplara, Sırplara, Bulgarlara ve Yunanlılara da yapılacaktı. Basitçe, “bu topraklar bizim vatanımız değil” diyemeyen Türk devlet literatürü, bugün o toprakları yeniden fethedebilecek olanağa sahip olmasa da, mesela etnik Türk olmayan Kürt Halkı’nın topraklarını aynı irrasyonellik içinde “Türk vatanı” olarak görmekte sakınca görmüyor. Bakın, bir üst kimlik üzerinden ortak bir Türk-Kürt vatanı konsepti olsaydı, bu eleştiriye gerek olmayacaktı. Fakat etnik Türk kelimesinden türetilmiş Türkiye (Türk yurdu) kavramı üzerinden Kürtlerle ortak kimlik tezi çok inandırıcı değildir. Kötü devlet, ideolojisi (Türk nasyonalizmi) üzerinden vatan ve millet bölünmezliğini endoktrine ediyor. Bunun normal olmadığını Türk devlet literatüründe asla göremezsiniz, çünkü böyle bir şey Türk aydınlarının aklının ucundan bile geçmemiştir (İsmail Beşikçi istisna).
Türklerde devlet nedir? Bir tür kimlik ve kitle psikolojisidir! Dahası bir kitle sosyopatisidir. Türk devlet literatürü, normal doğan insanların anormal düşünceleri kabulüne dayanmaktadır. Endoktrinasyon, devleti eleştirmez kılmak zorundadır. Kötü devletin aslında iyi devlet olduğunu kabul ettirmek, bu endoktrinasyon merkezi ve esas amacıdır. Devleti savunma refleksinin bilinçaltı budur. Oysa olması gereken, tüm sıfatlarının terk edildiği, yalın ve işlevsel bir devlet olmalıdır. Bu devletin amacı, insanların mutluluğu dışında bir şey olamaz. Devlet sizi şekillendiremez. Esas devleti şekillendirecek olan sizlersiniz. Devlet bir elbise gibidir. Vücut elbiseye uymaz. Vücuda uyacak elbise dikilir.
Hipnozdan çıkmadan, düzgün bir devlete kavuşmak hayaldir. Uyanın!