YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Tüm Ankara’ya adeta bir karabasan gibi çöktü ABD seçimlerinin sonucu. Berat Albayrak’ın istifası ve önüne gelenin İranlı Reza Zarrab konusunu sözbirliği etmiş gibi gündeme taşıması, bunun işaretidir. Trump yönetiminin zafiyetlerini kullanarak Reza Zarrab meselesini bir süreliğine gündem dışı bırakmayı başaran Ankara, ABD siyasetini iyi koklamakla ünlü birtakım burunların Saray’a fısıldadıkları olası senaryolarla rejim elitlerinin aklını aldı. Ateş bacayı sarmak üzeredir. Çünkü Zarrab, esasında devrilen ilk domino taşıdır.
İran sempatizanı ve paragöz birtakım siyasi çevrelerin komisyona bağladığı Babek Zencani ve Reza Zarrab tezgâhı, salt bir üçkâğıt, devleti tokatlama ve yolsuzluk hadisesi değildir. Uluslararası suç işlediler. Birkaç kuruş kirli komisyon parası için, nükleer teknolojisini nükleer silah kullanacak şekilde geliştirmek isteyen ilkel bir teokrasinin taşeronu oldular. Türkiye-İran ilişkilerindeki barışın güvencesi olan güç dengesini bozarak ülkelerine ihanet etmekle kalsaydılar sadece, o zaman bugün bu kadar titremezlerdi, emin olun. Fakat kırdıkları ceviz, gerek BM ve AB gibi yumuşak güç merkezlerinin, gerekse de ABD gibi bir sert güç aktörünün menfaatlerini hiçe saydı.
Gelin özetleyeyim: İran 1970’lerden beri uranyum zenginleştirme teknolojisi edinmeye çalışıyordu. Humeyni’nin radikalleştirdiği Fars imparatorluk düşüncesi, bu girişimlere ivme kattı. Ağır ama sürekli adımlarla, sinsice, her fırsatı değerlendirerek, bombaya doğru yaklaştılar. Ahmedinejat döneminde antisemitizm ve vahşiliği gizleme gereği dahi duymadan, “İsrail’i haritadan silmeye” yönelik nükleer programlarını hızlandırdılar. Resmiyette hep sivil amaçlı, enerji üretimine dönük şekilde kullanmayı istediklerini söylerken, bir taraftan nükleer tesislerini dünyadan gizlediler. Birleşmiş Milletler alt kuruluşu olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bilgi verme yükümlülüklerini defalarca ihlal ettiler. Gizli tesislerinde enerji üretimi için gereken zenginleştirilmiş uranyumun onlarca katında zenginleştirmede bulundular. Tek hedefleri nükleer silah elde etmek ve dokunulmaz olmaktı. Bu sayede istedikleri askeri operasyonu istedikleri ülkede gerçekleştirecekler, asimetrik güce kavuşacaklardı. ABD bile onlara bir şey yapamayacaktı. Hedef buydu.
2000’li yıllarda Türkiye’de bazı İran sempatizanları kilit yerlere geldiler ve İran’ın bu girişimlerinin tehlike arz etmediği propagandasını yapmaya başladılar. Bunların başında Hakan Fidan vardı. Fidan, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda Türkiye’nin resmi temsilcisiydi. Bu pozisyonu AKP’deki yarı cahil kadrolara bol İslam sosu ve Batı-karşıtı baharatlarla sundular. İçeride zaten keşmekeş vardı. Herkes Türkiye’nin enerji açığı, ticari ilişkileri falan gibi ikincil gerekçelerle, Batılı istihbari raporları görmezden gelerek İran’ın nükleer programını savunmaya başladı. Ben o günlerde Zaman gazetesinde iki yazıyla (Acem Kılıcı) bu politikanın tehlikelerine işaret ettim. Elbette o günlerde kimse bu yazılardaki analizlere kulak vermedi.
Türkiye BM Güvenlik Konseyi geçici üyesiydi. Erdoğan ve ekibi İran yönetiminden daha istekli ve motive biçimde İran nükleer programını savunuyordu. Neden İran nükleer konusu bu kadar önemliydi? O zamanlar bunu salt strateji bilmemeleriyle açıklamaya çalışıyordum. Yoksa başka ne olabilirdi? İran balistik füzeleri 10,000 km menzile ulaşmışken ve nükleer silah üretmelerine çeyrek varken, Türkiye’yi İran karşısında aciz düşürmeye neden kalkışıyorlardı?
Sonradan anlaşıldı ki, işin içinde başka türlü “duygusal” ilişkiler vardı! İran, kendisine uygulanan ticari yaptırımlardan dolayı nükleer programına devam edemez hale gelmişti. İşte bu noktada Erdoğan devreye girdi ve “altın karşılığı” ticaret yaparak Tahran’a can suyu oldu. Altın ticareti yaptırım dışı olduğu için, naylon ticaretle İran’ın dışarıya Türkiye üzerinden mal satması sağlanıyordu. Bu köprü sayesinde İran istediği nakit akışına kavuşmuş oluyordu. Bu işin İran ayağı Babek Zencani, Türkiye ayağı ise Reza Zarrab’dı. Tabi Türkiye’yi ve dünyayı inanılmaz riske atan bu “işin” bir bedeli vardı. Ya da isterseniz ona bir komisyonu vardı diyelim de daha doğru olsun. Bu komisyon, öyle on binler, yüz binler değildi. Milyarlarca dolarlık hacimde, yüzyılın en büyük küresel yolsuzluklarından birinden bahsediyoruz.
İran, nükleer programı uğruna, bu yolsuzluktan uğradığı zarara fit oldu. Çarkları döndürmesi gerekiyordu. Bunun için bazı üçüncü ülkelerin satılık politikacılarına hariçten yüksek miktarda rüşvet ödemek, stratejik olarak yerine getirilmesi gereken bir şeydi. İran bunu yaparken kendi ulusal çıkarlarına göre hareket ediyordu. Yaptığı Türkiye ve Batı için çok ciddi zararlara neden oluyordu. Bu ilişkilerde Türk tarafındaki tek beklenti, ceplerinin dolmasıydı. Dönen paraların haddi hesabı yoktu. Kara paranın bir kısmı belki devlet kasasına gidiyordu. Fakat bu işin kontrolü falan yoktu. Paranın büyük kısmı, en tepede toplanıyordu. Orada kendi aralarında bir taksimat yapılıyordu.
17 Aralık 2013’te patlayan kanalizasyon buydu. Öyle bir ihanet vardı ki, öyle büyük rakamlar dönüyordu ki, öyle büyük bir uluslararası suç işlenmekteydi ki, bu konunun yargı süreci normal seyretseydi hiçbir şansları yoktu. Büyük bir suç işlenmişti. Bu işin üzerinin örtülmesi gerekliydi. Öyle de oldu.
17 Aralık 2013 ile 15 Temmuz 2016 arasındaki rejim inşasının İslamcı muhterisler bakımından ana motivasyonu tümüyle budur. Bu dönemde Ergenekon kanadı olan derin yapılar, Batı’dan kopup Türkiye’yi Rusya eksenine sokmayı planladıklarından, ihanetleri ve yolsuzlukları ortaya çıkmış bulunan muhteris İslamcı “yönetici elite” el uzattı, onlarla anlaştı. Siyasal modernleşmeci AKP böylece derinlerin işlerini meşrulaştıracak ve onların dediğini yapacak bir işbirlikçiye dönüştü. Kürt politikaları, Cemaat konusu, AB süreci, tümü bu çerçevede yeniden “elden geçirildi”. Derinler Erdoğan ve ekibine dokunulmazlık sağladı. Karşılığında istediklerini yaptırabildikleri bir siyasi vesayet kurdular. Erdoğan’ın tabanı üzerindeki karizması sayesinde, askerler ve bürokrasi tek başlarına bir darbe sonucu tüm iktidarı elde etseler bile asla sahip olamayacakları bir meşruiyete sahip olmuşlardı.
Zarrab meselesi budur. Reza Zarrab Amerika’ya gidip teslim oldu ve Türkiye’den kurtulmak istedi. Çünkü Türkiye’deki siyasette meydana gelecek en ufak bir güç dengesi değişiminde ilk kendisini harcayacaklarını bilecek kadar zekiydi. Böylece ABD’de bildiklerini anlattı. Bu bilgilerin yaratacağı ciddi dip dalga, Trump ile Erdoğan arasında yapılan pazarlıkla engellendi. Bu pazarlıkta neler döndü, neler alındı-verildi, bilmiyoruz. Çünkü bu kayıt dışı bir diplomasiydi. Bu diplomasinin başında – geçen yazıda ele aldığım – Berat Albayrak, bulunuyordu. Trump’ın damadı Kushner ile birlikte, bir tür denge mekanizması kurdular.
Fakat ABD makamları Zarrab’ın ötmesi sonucu elde edilen detayları bir yerlere not etti. Savcı Preet Bharara, Erdoğan baskısıyla bu pazarlığın sonucu olarak görevden apar topar alındı. Zarrab hapishaneden çıkartıldı ve tanık koruma programına alınarak güvenliği sağlandı. Dava konusu ve Halkbank ile diğer kallavi bankaların dosyaları buza yatırıldı. Halkbank müdürü Hakan Atilla’nın içeride daha fazla konuşmaması sağlandı. Atilla’yı kanatları altına alan Berat Albayrak, yani Tayyip Erdoğan’dı. Atilla cezası sona erdikten sonra Türkiye’de ulusal kahraman gibi karşılandı ve ödüllendirildi.
Bu saadet döneminin bitişi yakındır. Filmin mutlu sonu yok. Her şey Trump’ın ikinci dönem de başkan kalacağına endekslenmişti. Bir B planı yoktu. Bir dört yıl daha rahat edeceklerdi. Sonrası Allah kerimdi. Kim öle kim kalaydı. Türkiye’de dört yıl çok uzun süreydi. Fakat beklenmedik bir olay meydana geldi. Joe Biden kazandı. Oyun bozuldu. 2020 sonunda dananın kuyruğu kopacak. 17 Aralık ve 15 Temmuz arası dönen oyun ortaya saçılacak. İç dinamiklerle değil, dış bir etkiyle Türkiye’de Erdoğan rejimi büyük bir gümbürtü sonrası çökecek. Yerine demokratik bir yapı gelmez. Fakat yeni dönem bundan daha da kötü olmaz.