Dışarıdan kuşbakışı ve serinkanlı bir gözle bakıldığında Türkiye muhalefetinin akla fikre ziyan, hazin bir manzara sergilediğini görmemek olanaksız. Sebastian Haffner’in “Bir Alman’ın Hikayesi”ni okuyanların bu darmadağınık, şuursuzluk panoramasını 1930’lar Almanya’sında Nazilerin her şeye hakim olmasıyla günümüz Türkiye tablosuyla kolayca kıyaslayabildiğini sanıyorum.
Yine de o eşsiz kitabı okumaya dahi gerek kalmadı artık. Yaşananlar, aklı başında olan herkese her şeyi açıkça anlatıyor olmalı.
İktidara hakim olan – Prof Hamit Bozarslan’ın çarpıcı tespitiyle – “çoklu kartel” yapısı, özellikle ekonomik çöküntünün geri dönülmez bir hal almasıyla belirgin biçimde çapulcu kümesine dönüşmüş durumda.
Gezi’ye en ilkel tepkilerle 2013’te patlak veren kötü yönetim, neresinden bakarsak bakalım, çok katmanlı bir çürümenin baş aktörü. Ve iktidarı, asalak ve gözü dönmüş karakteri nedeniyle kolay kolay bırakmak niyetinde değil.
Hal böyle iken mevcut kartel yapısının yönetim biçimine ve ülkedeki kurumları, yargıyı ve sivil iradeyi bir enkaza çevirmesine itirazı olan her kesim, sağdan merkeze ve sola kadar uzanan bir yelpazede, birbirini yan gözle izlemekle, birbirini yemekle ve iktidarın şehvetle şekillendirdiği gündemin dümen suyunda gitmekle meşgul.
Ülke yangın yerine dönmüşken, kişi başına düşen gelir habire düşerken, yoksulluk her yanı kangren gibi sararken, savaş kamuoyuna bir çare gibi sunulurken, “muhalefet” dediğimiz çok renkli ve kimlikler üzerinden ayrışmış o amorf yapı, meleklerin cinsiyetini tartışmakla meşgul.
Şunun bunca yıllık eziyet ve siyasi vandalizm ardından anlaşılmaması, genel manzarayı içinden çıkılmaz hale getiriyor: Güya bir “demokrasi ittifakı” tartışılıyor, ama muhalefeti oluşturan kümelerin her biri, bunu hala bir “iktidar kavgası” olarak algılıyor. Muhalefetin bileşenlerini oluşturan partilerin her biri, sanki yeni ortaya çıkan durum buna izin verecekmiş gibi, tek başına iktidara geleceğini düşünüyor.
Hangi kamu araştırmasına bakarsanız bakın, bu bir hayal. Kaldı ki çapulcu iktidar yapısının ortaya yığdığı muazzam enkaz iktidara tek başına gelecek (olmaz ya, diyelim oldu) bir siyasi kimlik partisinin tek başına altından asla kalkamayacağı çapta. Ama her parti adeta sipere yatmış, seçmen eğilimlerinin tamamen kendisine döneceği yanılgısını hakikat sanıyor.
Muhalefet içindeki birbirini yeme bitirme iştahı sınır ve iz’an tanımıyor. Bunun son örneklerine bakınca dehşete düşmemek elde değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna adıyla mı soyadıyla mı hitap edileceği konusu, Meclis’te en büyük grubu oluşturan partinin, CHP’nin, büyük sistem krizinden çıkış konusunda dakikaların bile kıymet arz ettiği bugünlerde, en az 10-15 gününü yedi.
Parti içinde oldum olası çekişen hizipler son dönemde bir umut ışığı gibi parlayan, partiler ötesi toplumsal bir mutabakat arayıp duran Canan Kaftancıoğlu’ya nefretlerini her şeyin üzerine çıkartmak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Bir kısmı bunu bile bile yaptı, bir diğer kısım ise iktidar medyasının bu yapay tartışmayı neden gündemde ısrarla tuttuğunu ya anlamadı, ya da anlamazdan geldi.
Yaşanan sözde tartışma, tamamen içi boş bir çekişmeydi oysa. İsteyen Mustafa Kemal der, isteyen Gazi, isteyen Atatürk. Kime ne? Bu tür bir sözde tartışma, açıkçası, yaşanan çaresizlik içinde bir bilinçaltı sığınağı, bir kaçış yolu, bir konformizm kulvarından başka bir şey değildi.
Rejimlerin faşistleşme süreçlerinde, diye anlatır tarih, ceberrut iktidara karşı kitabın ortasından konuşamayan bir kesim, hızla konformizme sapar. Kargaşa ve baskı ortamında konformist aydın veya kaypak “muhalif” siyasetçi zor bir hasım olan sert iktidara meydan okumak yerine dişine göre hedefler seçer, bunların iktidar parçası olması gerekmez, önemli olan birikmiş öfkenin bir gruba veya belirlenmiş kişilere yansıtılmasıdır. Birbirini kemirmekten medet umulur, bununla gün doldurulur ve en önemlisi bunlar, iktidarın ekmeğine tereyağı sürüldüğü fark edilmeden – veya fark edilse bile vazgeçilmeden – yapılır.
Türkiye muhalefeti, iktidarı oluşturan ve özellikle 15 Temmuz kısmi askeri kalkışma teşebbüsünden bu yana gündemi belirleme imkanlarını neredeyse tamamen ele geçirmiş kartel yapısının kendilerini ne denli güdümlediğinin farkında mı?
Bir örnek daha verelim: Bir süredir “FETÖ’nün Solcuları” adlı bir “sözde” kitap, güdümlü bir gündem parçası olarak tedavüle sokulmuş durumda.
“Sözde” dedim, zira hangi kriteri uygularsanız uygulayın ortadaki bu metin bir ihbarname, bir nevi şeytanlaştırma beyannamesi. Belli ki yazarına bir yığın çarpık istihbarat bilgisi verilmiş, ortam da müsait, ve amaç, bir zamanlar ülkenin normalleşmesi için kafa yoran, akademik bilgi birikimine sahip, farklı siyasi eğilimlerdeki aydınların başına çorap örmek, onları en azından itibarsızlaştırmak. Hatta mümkünse kodesi boylamalarını sağlamak. Bu kişilere biçilen sözde suç da Gülen Cemaati’nin düzenlediği Abant Toplantıları’na katılmış ve burada fikir serdetmiş olmak. “İşte Abant’ın müdavimleri” diye bu kişiler sözde teşhir ediliyor, iddianame hevesi içinde.
Kitapta bir yığın yanlış bilgi ve iftira olduğunu anlamak güç değil. Nitekim, orada adı geçen birçok kişi bu kitabın yazar ve yayıncısını mahkemeye vermiş veya vermek üzereler. Meslektaşımız Canan Coşkun bu kişilerden bazılarıyla konuşmuş. Dava gerekçesi ortak: Hepsi de bu toplantılara katılmadıklarını söylemekte.
Tabii yayın kriterleri açısından bir skandal da bazı davacıların anlatımlarından ortaya çıkıyor.
Mesela, Bülent Aydın haklı olarak demiş ki:
“O dönemde demokratik kamuoyunu oluşturan insanlar tarafından imzalanan çok sayıda imza metni vardı. Bunlardan birinin altındaki 300 imzayı alıp ‘Abant’ın müdavimleri’ diye yazmak yazarlıkla izah edilecektir şey değil. Biliyorum ki bu insanların çoğunun Abant toplantıları ile alakası yok. Abant toplantılarına gidenler de suç işlemiş sayılmaz zaten. Esas şaşırtıcı olan şu: Yazar, böyle bir ayıp yapmış ama daha ayıp olan kalbur üstü yayınevlerinden biri olan Kırmızı Kedi’nin bunu basmakta herhangi bir beis görmemesidir. İnsanların ismini alt alta dizip hedef haline getirmenin ne yazarlıkla ne muhaliflikle ne solculukla bir alakası olduğunu düşünüyorum.”
Film yapımcısı Çiğdem Mater de ekliyor: “Adımın geçtiği liste bir imza listesi ancak belli ki yayınevi, yayınevinin editörleri, yayınevinin genel yayın yönetmeni olarak adı geçen Enis Batur herhangi bir gerçeklikle derdi olan insanlar değiller. Enis Batur kısmını özellikle vurguluyorum. Zira yayınevindeki diğer insanları tanımam etmem ama Enis Batur kitaplarıyla büyümüş bir kuşağın insanı olarak kendisinin adını bu pespayelikte görmüş olmak gerçekten kalbimi kırdı.”
“Sözde” kitaptaki maddi hatalara ve yanlışlara itiraz ederek dava açma yoluna gidenlere hiçbir itirazım yok. İyi yapıyorlar. Elbette ortada bariz bir dezenformasyon var.
Ama beni asıl rahatsız eden şey, tam da, muhalefet konumunda olanların nasıl bir tuzakla karşı karşıya bırakıldıklarını görememeleri.
Abant Toplantıları, o hengame dönemin arama ruhu içinde, gördüğüm kadarıyla tamamen kamuya açık olarak düzenlenen, hiçbir yer altı faaliyeti özelliği taşımayan, herkesin açıkça konuştuğu, ülkenin pek çok kalburüstü akademisyeninin bilgi birikimini iyi niyetle aktardığı toplantılardı.
Bu toplantılara sol, liberal, sosyal demokrat, merkez sağ, Kürt ve gayrimüslim kesimlerden insanlar katıldı. Katılmak veya katılmamak her bireyin kendi kararıydı. Katılan da haklıydı kendince, katılmayanın da gerekçeleri vardı.
Elbette ki barışçı bir ortamda fikirlerin açıkça ifade edildiği, uygarca görüş ve tanıklık takasının yaşandığı hiçbir toplantıya suç isnat edilemez. Bu, hangi demokrasiye bakarsanız bakın, iki kere iki dört hakikattir. Kitap esasen bu ve benzeri sivil toplantıları gayrimeşru ilan etme ve iktidarın daha da zorbalaşma hamlelerine hizmet sağlama amaçlıdır.
Dolayısıyla, bu tartışmaya açılacak dava ötesine geçerek meydan vermek, tam da iktidar mahfillerinin “gündem dağıtma” niyetine gönüllü katkı boyutuna geçmektedir. Doğrusu, kitabı mahkemeye götürmek ama hiç konuşmamaktır.
Mevcut siyasi ortam ne yazık ki, muhalefette konumlananları habire “ben FETÖ’cü değilim” deme refleksine, veya gelişmeleri sürekli olarak “FETÖ” suçlaması bağlamına sokup kendisini bundan dışlama ihtiyacının seslendirmesine odakladı.
1930’lar Almanya’sında da pek çok aydın, kendisinin “Kripto Yahudi” olmadığını ispatlamakla uğraşıyor, asıl gündemden böylece dışarı savruluyor, Nazilerin mutlak iktidar yolunun parke taşlarının döşenmesini kolaylaştırıyordu. Sonunda hiçbiri o zulüm dalgasından kendisini kurtaramadı. Göbbels’in elinde “Kripto Yahudi” bir suç isnadı maymuncuğuna dönüşmüştü. Çünkü o akıntıya kapılan defansif muhalifler bunu meşrulaştırmıştı.
Günümüz Türkiye’sinde de benzer bir durum yaşanıyor: Kimliği Gülen Cemaati’ne asla değmemiş kim varsa artık kolayca, her an o kimlikle suçlanabilir durumda. (Kaldı ki, bir dini inanç grubuna ait olmak, sempati duymak başlı başına suç olamaz, suçun tanımı kanunlarla belirlenir, somut kanıt gerektirir, ayrıca bir inanç grubunun demokrasi normları içindeki meşru varlığını savunmak kimseyi o gruba ait kılmaz). Bu kişileri belirleyen tek ortak özellik, Türkiye’deki reform süreci esnasında yerleşik yapıyı sorgulamış ve farklı demokratik çıkış yollarını seslendirmiş, o toplantılardan sonra kamuya açık bildirgelere imza atmış olmaları. Ama ötesi de var: Bilinen gerçek, aynı özellikte olup da yolları iktidarla ve resmi ideolojiyle kesişmemiş, Gülencilerle hiçbir teması olmamış kişilere de aynı damganın yapıştırılmış olması.
Örnekler çok ama birini daha ekleyelim ki iktidarın değirmenine nasıl nasıl su taşınıyor, anlaşılsın. Muhalefet içinde bir kesim hala, bilerek ve isteyerek, bir kesim ise bilmeden ve ezberden söylenerek ‘yetmez ama evet’ diyerek 2010 referandumunda oy hakkını kullanmış olan kesime her türlü suç ve günahı yüklemek ısrarında.
Bu bir halk oylamasıydı. ‘Evet’ diyenler de, ‘hayır’ diyenler de, ‘yetmez ama evet’ diyenler de kendi iradeleriyle oylarını sandığa attılar. Sonuç belli oldu, ama son derece karmaşık bir gelişmeler süreci ardından Türkiye ağır çekim bir faşistleşme sürecine sürüklendi.
Bugün gelinen noktada suç ve günahı bir küçük seçime yüklemeye çalışmak, sadece sığ bir “kendini temize çekme” hadisesi, bir konformizm yansıtması değil. Çünkü mevcut konjonktür, bu “hatayı başkasına tamamen yükleme” güdüsünün, sadece iktidara ve onun bekasına hizmet ettiğini, muhalefetteki paramparça manzaranın devamını beslediğini, muhalefet içi kutuplaşmayı yeniden ürettiğini anlamamız için yeterli.
Türkiye muhalefetinin açmazı tam da bu: Ya iktidarın belirlediği gündem, söylem ve kavramlarla hareket edecek, ya da kendi gündem, öncelik ve söylemiyle mutabakat sağlayıp “her kesim için demokrasi” adına bir ortak zemin inşa edecek.
Yazar: Yavuz Baydar
Kaynak: Ahval