YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye ve Yunanistan arasında son haftalarda tırmanan gerilim, akıllara Ankara rejiminin bir Türk-Yunan çatışması çıkartmak isteyebileceğini getiriyor. Aya Sofya’nın yeniden camileştirilmesi de bu bağlamda kamuoyunu olası bir çatışmaya moral-motivasyon olarak hazırlama yönünde alınmış bir kamu diplomasisi kararı olarak görülebilir. Daha önce Ergenekon ve Balyoz gibi darbe planlarında Türk-Yunan dalaşı çıkartarak ortama zemin hazırlamak yönünde hareket eden bir derin devlet aklı olduğu bu bağlamda hesaba katılmalı. Türkiye ekonomisinin 2000’li yılların en büyük yapısal krizine doğru serbest düşüşü devam ederken, Ankara’daki rejim muhtemelen reel göstergeleri gölgeleyecek bir kamuflaj planı hazırlamakta. Ulusal bir dava yaratarak dikkatleri ekonomiden ulusal güvenliğe çekmeye çalışıyor. Türkiye’de bu tür anların joker dış ötekisi Ermenistan ve Yunanistan’dır.
Her ne kadar Azerbaycan-Ermenistan anlaşmazlığı Ankara’ya başka fırsatlar da sunsa, bu seçenek Ankara için çok mümkün değil. Rusya Ermenistan’ın arkasında çok sağlam duruyor ve Türkiye’de Rusya’yı provoke etmeme konusunda hala rasyonel bir yaklaşım olduğu anlaşılıyor. Zaten son yıllarda Moskova’nın yörüngesine giren Ankara’da derin devletin bir bölümü Avrasya stratejilerinin temelini Rusya’ya dayandırıyor. Ermenistan’a şekilden esip gürlese de, Ankara’nın Kafkasya’nın Rus arka bahçesi olduğunu iyi anladığı görülüyor. Geriye Yunanistan kalıyor.
Türk-Yunan ilişkileri ulus devlet olarak doğan Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopmasından itibaren hep sorunlu oldu. Yunanistan, çözülme sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu sınırları aleyhine genişlettiği ulusal sınırlarından dolayı Türklerin daima birincil düşmanı olarak algılandı. Yunanistan da Osmanlı yayılmacılığını modern kimliğinin en merkezi yerine koydu. Osmanlı yayılmacılığını geriye çevirmek olarak özetleyebileceğimiz bir ulusal pozisyon aldı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaşı kaybeden ve fiilen yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’da kalan topraklarını işgale girişerek, Türk ulusal kurtuluş mücadelesinin ötekisiydi. Özetle, Yunanistan milli kimliğinin ötekisi Türkler olurken, Türkiye modern milli kimliğinin ötekisi de Yunanlılar oldu. Etnik homojen millet konseptinin etkisiyle, 1920’lerde gerçekleşen Mübadele sonrası, bu ötekileştirme toplumları daha fazla etkisi altına aldı. Atatürk ve Venizelos liderliğinde temelleri atılan Türk-Yunan dengesi, Lausanne ve Montreux antlaşmaları ana çerçevesini baz alır. Buna göre Yunanistan, Çanakkale Boğazı’na çok yakın olan Bozcaada ve Gökçeada dışındaki tüm Ege adalarının sahibi olur. Türkiye bu durumu kabullenmiş, adı geçen antlaşmalarda da, 1950’lere kadar izlediği teamül ve gelenekte de bu olguyu olağan kabul etmiştir. Aynı şey Kıbrıs için de söz konusudur. Kıbrıs’ın Britanya kolonisi olduğu dönem boyunca Ankara için Kıbrıs diye bir konu olmadı. 1950’lere kadar dışişlerinde Kıbrıs masası bile yoktu. Kısacası, Lausanne ve Montreux rejimleri, Türkiye’nin sınırlarını açıkça çizdi ve egemenlik-yetki alanlarını belirledi. Mesela Montreux sayesinde Türkiye Boğazlar üzerinde tam egemenlik yetkileri elde etti.
Uluslararası antlaşmalar bir uzlaşıdır. Elbette güç dengesi veya güç konstellasyonu ile yakından ilgilidirler. Asla tam adil bir antlaşma yoktur. Ülkelerin sınırları belirlenirken, var olan güç dengesi ve uluslararası ortam gibi faktörler belirleyicidir. Mevcut antlaşmalar ve uygulana gelen teamül hukuku (örfi hukuk) çok açık. Ege’de Bozcaada ve Gökçeada ile Tavşan Adaları haricindeki tüm adalar Yunanistan’a aittir.
Bu durum 1950’lere kadar Türk hükümetlerince sorun olarak algılanmadı. 1950’lerden itibaren Kıbrıs sorunu ile beraber, Ankara Kıbrıs ve Ege ile ilgilenmeye başladı. Kıbrıs’ta Rumların İngiliz yönetimine karşı mücadelesi karşısında, Türkler İngiliz yönetiminin devamından yana pozisyon aldı. Kıbrıs anlaşmazlığı Ankara’nın Ege konusunda da daha aktif bir politika izlemesiyle sonuçlandı. Türkiye Kıbrıs’a çıkartma yaptığı 1974’ten itibaren Ege’de askeri varlığını sürekli arttırdı. Yunanistan da Kıbrıs çıkartması sonrası Ege’deki adalarını silahlandırmaya başladı.
Ege’de Yunanistan’ın egemenlik haklarından ve uluslararası yazılı ve teamül hukukundan kaynaklanan çok daha avantajlı durum, Ankara tarafından 1960 ve 1970’lerden itibaren giderek artan oranda sorun olarak algılanmaya başlandı. Teknolojinin gelişmesi, özellikle deniz alanlarından petrol ve doğalgaz çıkartılmaya başlanmasıyla birlikte, Ankara’nın Ege’deki dezavantajlı konumuyla ilgili kaygıları arttı. 1970 ve 1980’lerde Yunanistan’ın karasularında ve adalarının yakınlarında petrol arama yönünde sismik araştırmalar yapması nedeniyle, Türkiye de benzeri araştırmalar yapmaya başladı. Türkiye, Yunan adalarının Anadolu yarımadasına yakın olanları için, bu adaların kendi kıta sahanlığı içinde yer aldıklarını ve bu adaların kendi başlarına kıta sahanlıkları olamayacağını iddia etti. Ayrıca 1990’lardan itibaren egemenliği tartışmalı adalar tezini ortaya atarak, üzerinde insan yaşamayan görece küçük adaların ve kayalıkların kendisine ait olduğunu öne sürmeye başladı. Dahası Ankara Yunanistan tarafından silahlandırılan (askeri koruma altına alınan) adaların, Lausanne ve Montreux tarafından kurulan rejime aykırı olduğunu temel bir itiraz noktası haline getirdi. Yine FIR (hava trafiği kontrolü) ile ilgili anlaşmazlık, Ege meseleleri arasında yerini aldı. Buna Batı Trakya’daki Türklerin durumu eklenebilir. Böylece Türk-Yunan anlaşmazlıkları giderek kronik ve karmaşık bir hal aldı.
Burada en kilit önemde olan detaylardan biri, Yunanistan ile Türkiye’nin Ege’de ortaya çıkan bu anlaşmazlıklara yaklaşım metoduna ilişkindir. Yunanistan en başından bu yana hukuki çözümü savunmuş, konunun Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) götürülmesini talep etmiştir. Ankara bu talebi kategorik olarak reddetmiştir. Ankara’ya göre sorunlar “ikili müzakerelerle” çözülmelidir. Yunanistan da buna yanaşmamıştır. Atina’nın temel savı, müzakere edilecek bir durum olmadığı, Türkiye’nin egemenlik haklarına aykırı girişimler içinde olduğu yönündedir. Ankara ise, tüm bu meselelerde Yunanistan’a haksız avantajlar sağlandığını ileri sürmektedir.
Bu bağlamda, 1982 Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi (UDHS) önemlidir. Bu sözleşme denize kıyısı olan devletlere karasularını 12 deniz miline kadar genişletme hakkı vermekte. Dahası, hem UDHS, hem de sözlü uluslararası hukuk teamülleri, adaların da kıta sahanlığı olduğunu kabul ediyor. Türkiye ise yukarıda değindiğim gibi, Yunanistan’a ait doğu Ege adalarının (Anadolu’ya yakın olan adalar) kendi kıta sahanlığı olmadığını, bu adaların Anadolu yarımadasının doğal kıta sahanlığı uzantısı olduğunu ileri sürüyor. Bu nedenle Ankara UDHS’ye taraf olmadı, yani bu uluslararası hukuk metnini imzalamadı. Fakat imzalamasa da, teamül hukuku zaten bu yöndeydi. Yunanistan, Türkiye’nin tezlerinin uluslararası hukuka aykırı olduğunun altını çiziyor. Uluslararası hukuka göre karasularını 12 mile çıkartma hakkı bulunan Yunanistan, Türkiye’nin bu hamleyi “casus belli” (savaş nedeni) ilan etmesinden dolayı, parlamentosu bunu kabul etmiş de olsa, uygulamıyor.
Son zamanlarda Türkiye Libya’da paramiliter güçler kullanarak etki elde etmeye çalışırken, işbirliği yaptığı Libya rejimi ile ikili anlaşma yaparak doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge alanlarını genişletmeye çalışıyor. Bunu yaparken, Yunanistan’ın Anadolu kıyısına yakın adacığı Meis’i Türk karasularında gösteriyor ve bu ada sanki yokmuş gibi yapıyor. Diğer doğu Ege adaları için de benzer bir planlama içinde hareket ediyor. Yunanistan, Kıbrıs, Mısır ve İsrail’le anlaşarak fosil enerji arama çalışmalarında bulunurken, uluslararası hukuka göre kabul gören mevcut statükodan hareket ediyor.
Burada tespit edilmesi gereken şudur: hangi taraf statükodan yanadır, hangi taraf revizyonisttir? Bu soruya odaklanmadan, anlaşmazlığın doğasını anlamak ve bir yargıda bulunmak imkânsızdır.
Ege ve doğu Akdeniz’deki politikaları bakımından Türkiye ve Yunanistan’ın dış politika davranışlarını ve stratejik hamlelerini büyüteç altına aldığımızda, karşımıza çıkan, Türkiye’nin mevcut durumdan (statükodan) memnun olmayan ve değişim talep eden taraf olduğudur. Ankara, sınırları tartışmaya açıyor. Bunu da “hakkının yendiği” veya “haksızlığa uğradığı” argümanıyla yapıyor. Oysa Atina, kendisine Lausanne, Montreux ve UDHS tarafından verilmiş olan haklarına göre hareket ediyor. Bu haklar, Türk tarafına dezavantaj getiriyor mu? Şüphesiz! Fakat mevcut statüko 1920’lerden itibaren yerleşik nizam haline geldiğinde bu dezavantajlar ortaya çıkmıştır. 100 yıldır süren bir statüko oluşmuş, bir teamül hukuku meydana gelmiştir. Bu hukuk, yazılı hukuka (Lausanne ve Montreux’ye) dayandığı kadar, UDHS ve teamül hukukunca da kuvvetle desteklenmektedir. Yunanistan bir ada devletidir. Ege’deki tüm adalar, adı geçen birkaç Türk adası haricinde, Yunanistan’ındır. Uluslararası hukuka göre tartışmasız bir biçimde Doğu Ege adaları da dâhil olmak üzere tüm Yunan adalarının kıta sahanlığı vardır. Aynı kıta sahanlığı Bozcada ve Gökçeada için de söz konusudur. Yunanistan’ın yerleşik uluslararası hukuka göre karasularını 12 mile kadar genişletme hakkı vardır. Kaldı ki buna itiraz eden Türkiye’nin kendisi, Karadeniz’de ve Akdeniz’de 12 mil uygulaması yapmaktadır. Türk tarafı, Ege’nin özel bir deniz olduğunu ileri sürüyor. Hayır. Ege özel bir deniz değil. Sadece Ege’deki adalar Yunanistan’a ait. Türkiye bu durumu imza koyduğu Lausanne ve Montreux antlaşmaları ile kabul etmiş. İş burada bitmiş. İtirazı vardıysa neden bu antlaşmalara imza koydu?
Hiç kimse uluslararası hukukun mutlak eşitlik ve adalet vaat ettiğini söyleyemez. Uluslararası hukukun çok büyük bir bölümü ikili ve çoklu antlaşmalar hukukudur. Lausanne ve Montreux de uluslararası hukuk metinleridir. Türkiye örneğin İstanbul ve Çanakkale boğazı ile Marmara’nın egemenlik haklarını Montreux ile elde etti. Şimdi mesela Karadeniz’e kıyısı olan başka devletler Montreux’nün Türkiye’ye egemenlik hakları sağlamasından dolayı itiraz etseler ve Boğazların ve Marmara’nın yine uluslararası bir komisyonca idare edilmesini talep etseler, Ankara’nın tepkisi ne olurdu?
Ankara’nın kabul etmekte zorlandığı, mevcut sınırlarıdır. Kara sınırlarıyla deniz veya hava sınırları arasında doğa ve teknik olarak bir fark yoktur. Nasıl ki bir başka devletin kara sınırları içinde kalan bir bölgeyi ele geçirmeye çalışmak yayılmacılıksa, bir başka devletin deniz sınırlarını kabul etmemek be güç kullanarak kendi kontrolü altına almaya çalışmak, yayılmacılıktır. Uluslararası hukukun kabul ettiği, adaların da tıpkı kıyı devletleri gibi kendi kıta sahanlıkları vardır ilkesini işine gelmedi diye kabul etmemek, bu yayılmacılığa zemin uydurma girişimidir. Tüm dünya bunu görüyor. Eğe bu pozisyon doğru olsaydı, neden 1920’lerin başından itibaren 1950’lere kadar otuz yılı aşkın bir süre Türkiye bunu hiç dillendirmedi? Atatürk’ten veya İnönü’den daha çok mu vatanseverdir bugünkü siyasi kadro ve bürokratlar?
Türkiye’nin enerji bakımından dışa bağımlı olmasının yarattığı baskıyı anlıyorum. Fakat bu bağımlılığı aşmanın yolu despotlukla ve güç kullanımıyla statüko karşıtı, uluslararası hukuku çiğneyen, yayılmacı bir pozisyon almak değil. Dahası, enerji bağımlılığını azaltmak için a) tek yönlü bağımlılık yerine enerji tedarikçilerini çeşitlendirmek, b) alternatif yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek, c) Türkiye’nin geniş kara ve deniz sınırları içinde fosil enerji araştırmalarını yoğunlaştırmak, d) barışçı ve işbirliğine yönelen politikalar izleyerek, komşu ülkelerle ortak konsorsiyumlar ve paktlar kurmaya gayret etmek doğru politikalar olacaktır. Fakat öyle anlaşılıyor ki, enerji bağımlılığı sadece bir tür meşruiyet sağlama aracıdır. Görünen çok açık! Ankara’daki otoriter rejim, batan ekonomi ve dağ gibi büyüyen insan hakları sorunlarını bastırmak ve dikkatleri dağıtmak için, şahin politikalar izliyor. İktidarlarını korumak için savaş çığırtkanlığı yapan bir rejimdir söz konusu olan!