Toplumsal hafızada her biri başka bir acının, kıyımın, yıkımın adı da olan 6-7 Eylül (1955), 11 Eylül (1973), 12 Eylül (1980) tarihleriyle birlikte okulların açıldığı haftayı da geride bıraktık.
Bu vesileyle ve eylülün hasat ayı olması hasebiyle takıldığımız soruyu ifade edelim: “Okula gitmek”le hasat etme, hasat edilme arasında ilişki kurabilir miyiz? Çağrışımların yardımıyla okulun anlam alanında “ayrılmak”, “kopmak”, “koparılmak” gibi fiillerin de yer alıp almadığını araştırabilir miyiz? Denersek nasıl bir sonuçla karşılaşırız?
Modern zamanlarda, müesses nizamın önemli kurumlarından biri olan okulun işlevini, yelpazeyi genişleterek sorgulamaya değmez mi? İnsanın erken yaştan itibaren “ziplendiği” ya da konserve edildiği bir tür fabrika gibi çalışan bir kurum değil midir okul? Yorum, aşırı yorum! Yorucu mu? Yorumlamamak daha yorucu değil mi?
Okulların bireysel ve toplumsal özgürlük düşüncesini bastırmaya yönelik işlevini irdeleyen Ivan Illich görüşlerine, konuyu enine boyuna tartıştığı “Okulsuz Toplum” kitabında açıklık getirir. Okulların değer üreten bireyler değil de hizmet üreten kişiler yetiştirme önceliğinin köktenci eleştirilere hedef olması hiç de şaşırtıcı değil.
Günlük hayatın olağan ve sıradan akışı içinde, okulların açılmasıyla birlikte, çevrede yankılanan çocuk seslerinde yoğun bir artış olur. Coşkulu sesler sokaklara, parklara taşar. Çocukça heyecan, sevinç sözcükleri ete kemiğe bürünür, görünürlük kazanır.
Tabii, okulların açılmasıyla birlikte, “kara mermerin altına gömülmüş” ve “bir teneffüs daha yaşasa tabiattan tahtaya kalkacak” çocukların unutulmaz macerasını hatırlayanlar da olacaktır. Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” adlı ağıt şiiri, hem dilsel derinliği ve genişliği, hem anlatısının trajikliği ve çok yönlülüğüyle öğrenci, okul temasını dile getiren şiirler içinde ayrı bir yer tutar. Şiirin ilk iki betiğini okuyalım:
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
– Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
– Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Kadranlı saatlerin zamanın tüm kiplerini, dijitallerinse anı göstermesi gibi çocuk sesleri de zamanı işaretler. Zaman dizgesinde geleceği imler. Ancak öyle zamanlar vardır ki (gelecek gibi örneğin), özellikle iktidarların büyük bir korkuya, paniğe kapılmalarına yol açar.
İktidar için gelecek korkusunun yoğunlaştığı yerde ve dönemlerde başka korkular da depreşir. Şiir korkusu örneğin.
Şiir korkusunun, şiirden korkunun yükselişine, en son 12 Eylül diktatörlüğünün askeri cunta yıllarında tanık olmuştuk. Kenan Evren’in başında olduğu askeri cunta yönetimi Attilâ İlhan, Can Yücel, Yaşar Miraç başta olmak üzere birçok şairin şiir kitaplarını, dergileri ve başka yayınları yasakladı. İmgelere, sözcüklere, düşlere, duygulara, düşüncelere zincir takıp kilit vurabileceğini sanan diktatörlüğe zamanın verdiği karşılık son derece manidardır. Geçen süreçte, yasaklanan şairler daha çok ünlenmiş okur tarafından daha çok benimsenmiş sevilmiş hem de yapıtları daha çok okunmuş yaygınlık kazanmıştır. Örneğin Attilâ İlhan’ın, yasaklanan kitabı (Böyle Bir Sevmek), diğer kitapları gibi çok okunmuş ve ünlenmiştir. Kitaptan “Ki” başlıklı bölümden bir parça aktaralım:
o sözler ki
imgelem sonsuzluğunun
ateşten gülüdürler
kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler
o sözler ki kalbimizin üstünde
dolu bir tabanca gibi,
ölüp ölesiye taşırız
o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
uğrunda asılırız…
Şiirleri yasaklanmış, kitabı toplatılmış imha edilmiş bir başka şair Can Yücel için de durum aynı olmuştur. Modern Türkçe şiirde hicvin, ironinin, kara mizahın yücelerinden seslenen Yücel’i de yeri gelmişken “Ağaçları Kesmeyin” başlıklı şiiriyle selamlayalım.
Düş bir yaş dalından düşerse
Nereye düşer hiç düşündünüz mü?
Yerde bir iz kalmayacak mı izdüşüm?
Düşen yaş dalından düşünce
Gözlerinizdedir pınarı
Bir yaş bir daldan düşünce
Kökündedir yaşı
Bir yaş düşer bir daldan
Hepimizin ölen arkadaşı
Ve çok eskilere dair bir düşünce
Yaşar Miraç da 12 Eylül cuntası tarafından kitapları toplatılan şiirleri yasaklanan dönemin genç şairlerindendir. Aldığı TDK ödülü nedeniyle hem kendisi, hem ödülü veren kurum Kenan Evren’in hedefi olur. Cunta elebaşısı Evren şehir şehir dolaşarak sol ve muhalif kesimleri; gençleri, aydınları, yazarları, şiiri, edebiyatı, sanatı bağıra çağıra kalabalıklara şikâyet eder. Hedef gösterir. O cunta elebaşısının meydan saldırılarından genç bir şair olarak Miraç da payına düşeni alır. Yaşar Miracı da “Onbeşler Denizi” başlıklı şiirinden bir bölümle selamlayalım:
oy anam neden kara
bu denizin suları?
akça mı olaydı oğul
onbeşlerin suları?
oy anam neden pekçe
bu denizin dalgaları
yumuşak mı olaydı oğul
onbeşlerin kavgası
oy anam neden yaslı
bu denizin canları
sevinçli m’olaydı oğul
onbeşlerin kanları
oy anam neden bora
fırtına denizi bu
yaralı aslan oğul
onbeşler denizi bu
Şiir yasağının eğer Onikieylül’ün cunta yıllarında kaldığını sanıyorsanız, söyleyelim yanılıyorsunuz. Geçen günlerde şiir yasağı yeniden gündeme geldi. HDP’nin önceki dönem eş genel başkanı Figen Yüksekdağ’ın 2020’de Ceylan Yayınları’ndan çıkan “Yıkılacak Duvarlar” adlı şiir kitabının basımının, dağıtımının ve satışının yasaklandığını; el konulan nüshaların da imha edilmesine karar verildiğini öğrendik.
Ali Duran Topuz, kararı “Şiirsiz Memleket Üzerinde Gizli Anlaşma Var!” başlıklı yazısında hukuki boyutuyla birlikte enine boyuna inceleyerek değerlendiriliyor.
Şiir yasağının hâlâ gündeme gelmesini, bilhassa siyasi iktidarların köklü bir şiir korkusu olduğunu ve bunu kolay kolay atlatamadıkları biçiminde yorumlayabilir miyiz? Başka türlüsü de pek mümkün değil sanki.
Şiirden korkunun olduğu yerde gençlik korkusu da gündemdedir. Nitekim art arda alınan konser yasaklarının bunun, gençlik korkusunun somut örneği olduğunu söyleyebiliriz.
Şiirden, gençlikten korku varsa çocuktan da korku vardır. Çünkü şiirin de, gençliğin de özünde çocuk vardır.
Adı Nobel listesine de girmiş çıkmış, modern Türkçe şiirin her şeyiyle kendine özgü şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı hatırlamak için bahaneye gerek yoktur. Modern Türkçe şiirle ilgili ne konuşulursa konuşulsun söz bir yerde Dağlarca’ya ve yapıtlarına gelir. Buraya kadar konuştuklarımızda da sözü Dağlarca’ya getirmeye yetecek kadar done bulunuyor.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın külliyatı içinde çocuk şiirleri ayrı bir yer tutar.
Bu şiirlerin temel özelliği olarak çocuk şiiriyle çocukça şiir arasına mesafe koymasını gösterebiliriz. Dağlarca’nın şiirleri yapmacıklıktan, özentiden, taklitten uzak duran, çocuk şiirinin ne olduğunu örnekleyen niteliktedir. Çocuklaşmış, yapmacıklığı, yapaylığı her yerinden taşan ürünlerin çoğalmasına da engel olmuştur. Çocukların hayal dünyasının, yaratıcı düşünmelerinin, çağrışım, imgelem yetilerinin, duygu, düşünce ve duyarlıklarının hamaset, nasihat cenderesine sıkıştırılmadan çocuk şiirinin nasıl yazılabileceğinin yolunu açmıştır. Bu alanda öncü olmuştur. “Çocuk benim kimliğimdir” diyen Dağlarca’nın çocuk şiirlerinde iki unsur öne çıkar: Birincisi göz temasıdır. Şiirler okurunun gözünün içine bakılacak seviyeden yazılmıştır. Ne aşağıdan, ne yukarıdan. İkincisi ise Dağlarca’nın konuştuğu çocuk aslında karşısında değil içindedir. Dağlarca’nın şu açıklaması da doğrular bunu: “Çocuk konusu, benim hep içimde sıcaklığını duyduğum en büyük konudur… Kalemi elime aldığım günden beri, her zaman çocuğa dönük bir adamım. Karşımda her zaman bir çocuk var gibi… Kendimi her zaman biraz çocuk görmüşümdür. O çocuk duyarlığı içinde kalmışımdır… Çocuk şiiri yazarken gülümsüyorum ve daha başka bir sevinç duyuyorum. Çocuk şiiri olabilir mi? Olabilir. Çocuk şiiri şudur: Çocuk şiirinde yapıyı, nesnelliği, konulan, onun açısına göre daha ince seçmek, ilk duyarlıklar, ilk özgürlükler, ilk ölçüler içinde yazmak gereklidir.”
Dağlarca’nın yalnızca çocuk şiirleri bile yeter, şiir kütüğüne öncü şair, usta şair olarak kaydedilmesine. İçindeki çocuğu, şairdeki çocuğu doksan dört yaşına kadar terk etmemiş ustanın çocuk şiirlerinden bir örnek, “Ağır Hasta” başlıklı şiirini okuyalım:
Üfleme bana anneciğim korkuyorum
Dua edip edip, geceleri.
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.
Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgarlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir.
Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış.
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona, susamış.
Şiir korkusunu aşmanın yolunu bulmak aslında hiç de zor değildir. Başta, düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması; çocuk, gençlik, özgürlük ve gelecek korkusuyla yüzleşilmesi, şiirden korkanları bu korkusundan da uzaklaştıracaktır.
Şiir korkusunu geriletecek en önemli adım elbette daha çok şiir yazılması, yayımlanması ve daha çok şiir okunmasıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***