Cumhurbaşkanı Erdoğan her konuştuğunda döviz kuru tırmanışa geçiyor. O yüzden muhalefet “sus artık” diyor. Sizce Erdoğan kasten döviz kurunu artırmaya çalışıyor olabilir mi?
Cumhurbaşkanı’nın tercih ettiği ekonomik politika, özellikle de para politikası döviz kurunu artırıcı bir politika. Bu politikalar da kasten uygulanıyor zaten. Sanırım insanlarda halen Erdoğan’ın U dönüşü yapacağına dair bir umut var ve her konuşmada bunun olmayacağı bir kez daha görüldükçe kurlar yükselmeye devam ediyor. Esasında kasten bir yoksullaştırma ve ucuzlatma politikası yürürlüğe konmuş durumda.
Kronolojik olarak ilerleyelim. Türkiye ekonomisi buraya nereden, neden, nasıl geldi? AKP’nin ilk yıllarındaki “ekonomik başarısı” yönetimdeki maharetle mi, ABD ve diğer merkez ülkelerin uyguladığı faiz politikasıyla mı ilgiliydi?
2002-2003’ten itibaren 2008 küresel finansal krizine kadar Türkiye ekonomisine çok yüksek yabancı sermaye girişi sürdü. Zaten 2002-2008 arası küresel likiditenin çok yüksek olduğu bir dönemdi. İlaveten Türkiye uluslararası finansal sermayeye yüksek bir faiz vaat ediyordu. Dolayısıyla uluslararası finansal sermaye, ABD, AB gibi merkez ülkelerinde elde edebilecekleri kârın çok daha fazlasını Türkiye ve benzeri ülkelerde elde ediyordu.
Peki o dönem ülkeye gelen sıcak para nereye gitti?
Bir kısmı borsaya, bir kısmı devletin borçlanma senetleri, tahvil gibi finansal varlıkları almaya giderken, bir kısmı da doğrudan bankalar arası borç olarak geldi. Fakat 2008’deki ABD krizi sonrasında ABD, Avrupa, Japonya gibi tüm merkez ülkelerde faiz oranları yüzde 0’a kadar indirildi. Bahsettiğimiz ülkelerde örneğin yüzde 0 ila yüzde 0,25 arasından borçlanabilen finansal sermaye, Türkiye ve benzeri ülkelere yüzde 5, yüzde 10 civarlarında faiz oranlarından borç verebildiği zaman çok büyük kârlar elde ediyordu. Bu nedenle 2008 ABD krizinden sonra bir kez daha Türkiye’ye çok yüksek bir sermaye girişi oldu ve bu dalga 2013 ortalarına kadar devam etti.
Peki 2013’ten sonra ne oldu?
2013 ortalarında ABD Merkez Bankası FED (Federal Reserve System), ülkeyi 2008 krizinden kurtarmak için piyasaya çok fazla para sürdüğünü ve artık bu miktarı azaltmaya başlamayı düşündüğünü açıkladı. Bu hem ABD’deki finansal piyasalara hem de bizimki gibi ülkelere yapılan bir “likidite yavaşlayacak, hazırlıklı olun” mesajıydı. Bunun üzerine 2013’ün ikinci yarısından itibaren Türkiye ve benzer ülkelerin para birimleri değer kaybetmeye başladı. 2014’ün başında da Merkez Bankası bir geceyarısı yapılan olağanüstü toplantıyla, faizleri artırma kararı alarak bu değer kaybını yavaşlatmıştı. 2014-2017 arası FED’in piyasaya para pompalamayı azaltmasından ötürü Türkiye ve benzeri ülkelere sermaye girişi azaldı. 2014 öncesi dönemde yüksek sermaye girişi Türkiye’nin hem faizi düşük tutmasını hem de kurun düşük olmasını sağlıyordu. 2014’ten itibarense hem faizi hem kuru aynı anda düşük tutma şartları ortadan kalkmaya başladı.
HEM FAİZİ HEM KURU DÜŞÜK TUTMANIN OLANAKLARI KALMADI
ABD Merkez Bankası’nın 2013’te “likidite azalacak, hazırlıklı olun” uyarısı karşısında Türkiye’de hükümet nasıl bir hazırlık yaptı peki?
Hükümet, fırsat buldukça faizleri düşürüp büyümeyi desteklemeye, kur çok yükseldiği zaman da faizleri yükseltip yeniden dengeye getirmeye çalıştı. Bunun en büyük örneği olan 2017, çok büyük bir kredi genişlemesinin olduğu, faizlerin düşürüldüğü, Kredi Garanti Fonu’nun, kamu bankalarının kullanılarak büyümenin sağlandığı bir yıldır. Ama 2018 de kur krizinin yaşandığı yıl oldu.
Neden?
Faizler çok düşük olduğu için Türkiye sermaye çekememeye başladı. O yüzden de 2018 sonunda tekrar faizler yükseltildi. Uzun lafın kısası Türkiye ekonomisi 2014 yılından itibaren faiz-döviz kıskacına girdi. Artık hem faizi hem kuru düşük tutmanın olanakları ortadan kalkmış, ekonomik ve finansal kırılganlık daha da belirgin hale gelmiş durumda.
DIŞA BAĞIMLILIK ÜRETİCİYİ EN TEHLİKELİ İTHALAT BİÇİMİNE ALIŞTIRDI
Peki bugünden bakıldığında AKP’nin 2013 yılına kadar başarılı bir ekonomi politikası yürüttüğü söylenebilir mi?
Aslında 2002-2013 arasında Türkiye’nin dış borcunun çok fazla arttığı, rekor düzeyde cari açık verdiği, dolayısıyla dış sermayeye ihtiyacının daha da arttığı bir dönem. 2014’e çok yüksek bir dış borçla, cari açıkla gelindi ama buna mukabil sermaye girişleri yavaşladı. O tarihten itibaren de ekonomi sürdürülemez bir noktaya vardı. Öte yandan 2002-2013 arasında, sıcak para girişine dayalı ortam sadece tüketim değil, üretim alışkanlıklarımızı da değiştirdi. Döviz kurunun düşük, TL’nin oldukça değerli olduğu o dönemde, üretimin ithal girdi kullanım oranı arttı.
Bir ara İstiklâl Caddesi’ne döşenecek taşların bile Çin’den alınıp alınmaması tartışılıyordu…
Taşa, samana, gübreye kadar, üretimi çok basit mallar bile ithal edildiği gibi, ürettiğimiz ürünlerin içinde kullandığımız ara malları da ithal etmeye başladık. Dışa bağımlılık üreticiyi bu en tehlikeli ithalat biçimine alıştırdı.
Bu neden en tehlikeli ithalat biçimi?
Makina teçhizat ve aramalı ithal ediyorsanız, üretiminiz buna bağlıysa, bugünkü gibi kurun yüksek olduğu dönemlerde üretim yapamaz hale gelirsiniz. Nitekim 2014 sonrası hem küresel likidite azaldı hem de bizim kırılganlıklarımız çok arttı. Böyle bir dönemde iktidar olarak önünüzde iki seçenek var. Ya sermaye girişlerinin yavaşlaması karşısında siz de büyümenin yavaşlamasına tahammül edersiniz, ki AKP bu yolu seçmedi. Ya da kredi genişlemesiyle büyümeyi sürdürmeye girişeceksiniz.
Şu an yapılmaya çalışılan bu mu?
2014 sonrası hemen her sene sandık başına gidilen bir dönem olduğu için büyüme-oy ilişkisini gözeten iktidar, mümkün olduğunca kredi genişlemesini destekleyerek, faizleri düşük tutarak, onun yetmediği anlarda Hazine garantilerini, kamu bankalarını, Kredi Garanti Fonu’nu devreye sokarak, taşıma suyla değirmeni döndürmeye çalıştı.
Faiz düşürülürken kurun sabit tutulmaya çalışılması için Merkez Bankası’nın elindeki döviz rezervleri bu dönemde mi satıldı?
Buna 2019 yılından sonra başvuruldu ama öncesinde, kur fazla yükseldiğinde Merkez Bankası parasal sıkılaştırmaya gitti yahut faizde küçük yükseltmeler yapmaya başladı. Yani faizle oynayarak yol alındı. 2018’de kur çok yükseldiğinde de çok yüksek faiz artışına gidildi. 2019 ve 2020’de ise başka bir şey denediler. Hem faizleri aşağıya çekip hem de kurun yükselmesini engellemek için Merkez Bankası’nın elindeki rezervleri arka kapıdan sattılar.
İKTİDARA YAKIN İNŞAAT SERMAYESİNİN DÜŞÜK FAİZE İHTİYACI VAR
Yani muhalefetin “nerede” diye sorduğu 128 milyar doların hikâyesi bu mu?
Evet. Tam miktarı bilmiyoruz ama 120 milyar doların üzerindeki rezerv, açık piyasa işlemleriyle de değil, Merkez Bankası ile Hazine arasında imzalanan bir protokolle, kamu bankaları üzerinden piyasaya satıldı. Böylelikle 2019 ila 2020’de faizleri düşük tutup ekonomik büyüme sağlandı. Fakat bu, bütün döviz rezervlerinin tüketilmesine mal oldu.
Türkiye’ye sıcak para akışının yavaşladığı dönemde, büyük bedellerle sürdürülen büyüme odaklı politika yerine başka bir yol tercih edilebilir miydi?
Büyüme oranları yavaş yavaş düşürülebilir, borçların yavaş yavaş tasfiyesi yoluna gidilebilirdi. Ama iktidar yüksek ekonomik büyümeyle kazandığı oylar arasında doğrudan bir ilişki olduğunu görüyor. O yüzden ekonomik büyümeden taviz vermek istemiyor. İkincisi, Türkiye ekonomisinin son döneminde en merkezi konumda olan sektör inşaat. İktidar, inşaat sektörünün yavaşlamasına da tahammül etmek istemiyor. Özellikle iktidara yakın inşaat sermayesi çevresinin mevcut oyunu sürdürebilmesi için düşük faize ihtiyacı var.
KISA VADEDE KRİZDEN KURTULUŞUN BİR YOLU YOK
Sizce iktidar gerçekten de TL’nin dramatik bir değer kaybı yaşadığı, döviz kurunun kontrolden çıktığı, enflasyonun korkunç boyutlara ulaştığı bir ekonomi politikasından oy devşirmeyi bekliyor olabilir mi? Yarın sandık kurulsa, kim, neden bu iktidara TL’nin değerini yok etti diye oy versin ki? Bir iktidar niye böyle bir yolu tercih etsin ki?
Akıbetiniz her zaman niyet ettiğiniz gibi olmaz. 2017’de böyle bir yol tercih edildi ve yüksek bir büyüme sağlandı. 2020’de de aynı şey oldu. Fakat 2017’deki büyüme 2018’de, 2020’deki de sonbaharda kur kriziyle sonuçlandı. 2018’in sonbaharında faizler artırıldı, 2020’de ise bütün ekonomi yönetimi değiştirilerek önlem alınmaya çalışıldı. Daha önceki kredi genişlemelerinde büyüme açısından istenilen sonuç alınmıştı ve şu anda da en bildikleri yolu tercih ediyorlar. Ama artık şartlar aynı değil.
Hangi şartlar?
Dünyada yüksek enflasyon var, bir. Faiz enflasyonun da aşağısına indirildi, iki. Sermaye girişleri çok yavaşladığı gibi bu kez yerliler de döviz alımına yöneldi, üç. Dolayısıyla aslında 2017’den beri yönetilemeyen bir yapısal krizle karşı karşıyayız. Her seferinde büyüme için belli bir yöntem kullanılıyor ama artık iktidarın alıştığı o yöntemin de sonuna gelindi. Yani kısa vadede krizden kurtuluşun bir yolu yok.
Peki şu anda faizleri artırıp döviz kurunda kontrolü sağlamak mümkün değil mi? Böylesi bir yolun sonuçları ne olur?
Bir kere Cumhurbaşkanı mevcut yolun değişmeyeceğini çok sert bir biçimde dile getirdiği için, yüksek faiz politikasına dönülmeyeceği anlaşılıyor. Öte yandan faizleri yükselttiğiniz zaman döviz kurunu bir miktar kontrol altına alabilir, tırmanışı durdurup belki bir miktar da aşağı çekebilirsiniz. Fakat öte yandan çok yüksek borçla dönen bir ekonomi var. Faizleri artırmaya yöneldiğinizde bu kez de ekonomiyi bu yönde yavaşlatmak zorunda kalacaksınız. Örneğin inşaat, konut sektörünü, borçla dönen küçük ve orta ölçekli işletmeleri yavaşlatacaksınız. Dolayısıyla şimdiki yol da, bahsettiğiniz yöntem de iyi bir büyümeyi sağlamaya yetmiyor.
BEKLENTİ “SÜRÜMDEN KAZANMA” GİBİ GÖRÜNÜYOR
Yani fren patlamış, tercihler ise direksiyonu sağa veya sola kırmaktan mı ibaret?
İktidar, yüksek faizle bu işi götüremeyeceğini, yüksek kur-düşük faizle ucuzlayan ihracat mallarımız üzerinden bir büyüme sağlanabileceğini düşünüyor.
Buna “sürümden kazanma” yöntemi diyebilir miyiz?
Evet, beklenti o yönde gibi görünüyor. Kurun zıplamasıyla bizim ihracatçılarımızın fiyatları düşüreceği, kısa vadede bu piyasalara girebileceğimiz ve bu yolla büyüyeceğimiz düşünülüyor. Ama beklentinin aksine bu kısa vadede mümkün görünmüyor. Fiyatlarınızın ucuzlaması ürünlerinize talebi bir miktar artırır ama belirleyici olan ihracat yaptığınız piyasalarda talebin ne kadar olduğudur. Siz bir ürünü daha ucuza satıyorsunuz diye dış piyasalar ihtiyaçlarından daha fazlasını sizden alacak değil. Türkiye’nin emek yoğun ihracat yaptığı tekstil gibi sektörlerde biraz daha fazla piyasa kazanabilirsiniz. Ama orada da daha fazla ihracatı, daha ucuza yapacaksınız. Öte yandan Türkiye’de döviz kuru 2014’ten beri istikrarlı biçimde yükselirken ihracatta olağanüstü bir artış da görmüyoruz. Bir diğer mesele, ihracatımızın da yüzde 30 civarında bir ithalat bağımlılığının olması. Eldeki ara mallar bittiği zaman, Türkiye’deki üretici yeni ara malları mevcut döviz kurundan satın almak zorunda kalacak. Ara mallarda dışa bağımlı olduğunuzda, ihracattan çok da büyük bir kazanç elde edemezsiniz. Dolayısıyla ucuzlattığınız tek şey emek gücü oluyor.
Bu da kölelik koşullarının yaygınlaşması anlamına mı gelecek?
Tabii. Üstelik ilan edilen politikayla kısa vadede bir kazanç hedefliyorlar ama bu mümkün görünmüyor. Ayrıca emek gücü gibi varlıkların da ucuzlayacağını, dolayısıyla varlık satışlarıyla yabancı sermaye girişinin sağlanacağını, bunun da kuru dengeleyeceğini ümit ediyorlar.
Varlıklardan kasıt şirketler mi?
Şirketler, emlak, toprak…
YABANCI YATIRIMCI, GELECEĞİ VARSA BİLE, KURUN DAHA DA YÜKSELMESİNİ BEKLEYECEK
Ev fiyatlarına bakıyoruz ama o piyasa da döviz kuruna endeksli gibi görünüyor. Görece makul evler bile geçen senenin neredeyse iki katı fiyata. Bu durumda yabancı sermaye niye gelip bunları alsın?
Kurdaki aşırı oynaklık fiyatlamayı bozdu. Kurun bir yerde dengelenebilmesi için ya faizi artıracaksınız, ya da bir şekilde yabancı sermaye girişini sağlayacaksınız. Emlakta fiyatlar düşmese de, şirketlerin veya diğer varlıkların ucuzlayıp satılabilir hale geleceğini düşünüyor olmalılar. Oysa yabancı yatırımcı da kontrolden çıkmış döviz kuru bugün 12-13 iken, geleceği varsa bile biraz daha yükselmesini bekleyecek. O zaman da kısa vadede beklediğiniz sermaye girişi olmayacak.
İktisadi kronoloji içinde aktardıklarınıza bakıldığında, Türkiye’deki siyasi istikrarsızlığın, otoriterleşmenin, faşizan uygulamaların bugünkü ekonomik krizdeki payı görünmez oluyor. Sahiden de esas mesele iktidarın yapısından ziyade merkez ülkelerin faiz politikası ve dışa bağımlı ekonomi politikası mı?
Şu anda içinde bulunduğumuz yapısal krizin üç tane sebebi var. Birincisi, dış sermaye girişlerine bağımlı bir ekonomi olmamız ve küresel çaptaki koşullardan dolayı ülkemize dış sermaye girmemesi. İkincisi, yüksek dış borç ve ithalata bağımlılık nedeniyle çok kırılgan, krize çok açık bir ekonomi olmamız. Üçüncü neden ise başkanlık sistemidir ki, bu aynı zamanda krizin yönetilememesinin de sebebidir. Güven kaybı, kötü yönetim, uluslararası sermayenin istediği çerçevenin dışına çıkılması ve nihayet yönetilemeyen bir krizi, başka bir krizi tetikleyecek yöntemlerle aşmaya çalışmak…
MAAŞLAR YILDA BİR DEĞİL ÜÇ-ALTI AYDA BİR YENİDEN AYARLANMALI
Korkut Boratav radikal tedbirler alınması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Rantiye Türklere diyeceksin ki, ‘döviz mevduatına son veriyoruz.’ Aynı zamanda Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltan bir yatırım planlaması yapman, üretimin yapısını nasıl değiştirebileceğini düşünmen lazım…” Sizce ne yapmalı?
Kısa vadede belli bir faiz, kredi ve maliye politikası uygulanarak kurun ve ekonominin istikrara kavuşturulması gerekiyor. Fakat sermaye kontrolüne yönelik hamleler paniği daha da artırır. Keza emeğin gelirlerinin korunması için birtakım politikaların savunulması gerekiyor. Maaşların yılda bir değil, enflasyona göre üç-altı ayda bir yeniden ayarlanması söz konusu olabilir. Emeği savunan örgütlerin, sendikaların bunu gündeme alması gerektiği kanaatindeyim. Bununla birlikte ortada güçlü bir emek hareketinin de olmadığını kabul etmeliyiz. Resmi işsizlik 8 milyonun üstündeyken, çalışanların maaş ayarlamalarına dair böylesi bir talebi dile getirme gücü de yok. Dolayısıyla ücretli çalışanlar bu döneme çok kötü yakalanmış durumda.
Orta vadede neler yapılabilir?
Dış sermaye girişleri iyi dönemlerde ülkenin büyümesine önemli katkı sunuyor ama sermaye çıkışı başladığında bedeli ağır oluyor. Çünkü dış sermaye bağımlılığı kırılganlığınızı artırıyor. Nitekim 1989’dan beri de bunu yaşıyoruz. 1994, 1998, 2001, 2018 krizleri böyledir. Öte yandan büyümenin nasıl daha eşitlikçi olabileceğini gündeme almak gerekiyor. Özellikle emek gelirlerindeki aşınmanın nasıl bir büyüme patikası üzerinde giderilebileceği üzerine program yapılmalı. Uzun vadede ise Türkiye’nin dünya ekonomisiyle nasıl eklemleneceği sorusu var. Bugünkü gibi hem sermaye hem de dış ticaret hareketlerinin kontrolsuz olduğu bir sistemdeyseniz, yurtiçinde yapabilecekleriniz çok sınırlıdır. Dolayısıyla bu eklemlenme biçiminin de açıkça tartışmaya açılması lazım.
Ne demek istiyorsunuz?
Sermaye giriş-çıkışları, dış ticaret, ithalat, ihracat tamamen serbest olacak mı? Dünya ekonomisinden ne alacağız, ne satacağız? Eğer radikal bir kopuş gerçekleşecekse, bunların tartışılması gerekiyor. Yoksa bu kriz dönemi atlatılır, oldukça fakirleşiriz, yeterince ucuzlarız. Ondan sonra yeni bir hükümet dönemiyle belki yeni sermaye girişi olacak ve üç-beş, yahut on sene sonra bugün yaşadığımızı tekrar yaşayana kadar devam ederiz.
İKTİDAR AÇISINDAN BU EKONOMİ POLİTİKASI ÇOK DAHA BÜYÜK BİR BASKI DÜZENİ GEREKTİRECEK
Milli Güvenlik Kurulu’nun mevcut ekonomi politikasını “değerlendirdiği” ve bunun arkasında durduğu, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının ortadan kaldırıldığı, iktidar ortağı MHP’nin liderinin fiyatların düşürülmesi konusunda piyasaya açıktan gözdağı verdiği bir ortamdayız. Bazı iktisatçılar, dış politikada olduğu gibi ekonomide de Rusya-Çin hattına kayılmak istendiğini söylüyor. Bu yeni bir otoriter dalgaya da işaret etmiyor mu?
MGK bildirisiyle, iktidarın açıklamalarıyla giderek resmileşen ekonomi politikası, başta da söylediğim gibi ücretlerin ciddi şekilde bastırılmasıyla, gelir dağılımında muazzam bir bozulmayla birlikte gelecek. İktidar açısından bu ekonomi politikası çok daha büyük bir baskı düzeni gerektirecek. Çünkü emek veya sol içinden itirazlar yükselecek. Dolayısıyla iktidar bu ekonomi politikasını ancak çok daha büyük baskı rejimiyle icra edebilir. Diğer yandan iktidarın bu yoksullaşmayı başarılı biçimde kendi lehine kullanması da ihtimal dışı değil. Suçun dış mihraklarda olduğuna, dişimizi sıkarsak aydınlık günlere kavuşacağımıza dair propagandanın etkisini de çok küçümsememek lazım. Ayrıca iktidar, bütçe olanaklarını kullanıp kendi tabanına belli yardımlar yaparak, yoksullaşmayı kendisine bağımlı kitleleri artırmak için de işlevselleştirebilir. Yoksulluğu daha da artıran bu politikalarla seçime gidilecekse, bu kısa vadeli yola başvurulması hiç şaşırtıcı olmaz.
Peki seçim öncesinde, kısa vadeli de olsa yoksul kitlelerin sırtındaki yükü hafifletecek kaynaklar var mı?
Hükümet bütçe açığını son dönemde artırmaya başladı ama sonuna kadar kullanmadı. Halen daha fazla borçlanıp harcama yapabileceği bir alan var. Bu borçlanma elbette çok pahalıya mal oluyor. Çünkü kamu borçlanma senetleri üzerindeki faizler çok yüksek ama iktidar bu uzun vadeli sorunu şimdilik dert etmeyip kısa vadeli, kendisi açısından kurtarıcı olabilecek yollara bakıyor.
Bu borçlanma kapasitesi de olası bir erken seçim öncesinde kullanılabilecek son barut, öyle mi?
Evet, o yüzden kamu maliyesinin tüm kaynaklarını tüketmedikleri kanaatindeyim.
ZENGİN DEĞİLSENİZ DAHA DA YOKSULLAŞMAKTAN KURTULUŞUNUZ YOK
Korkut Boratav, IMF’nin Türkiye için 2026 yılına kadar yüzde 3,3’lük bir büyüme öngörüsünde bulunduğunu aktarmıştı. Bu da AKP gitse de krizden çıkmayacağımızı mı gösteriyor?
Yüzde 3’lük bir büyüme Türkiye ekonomisi için çok çok düşüktür.
O halde faizi baskılamanın ne anlamı var?
Niyetle akıbet aynı olmayabilir derken bunu kastediyordum aslında. Düşük faizle büyüme 2017 ve 2020’de başarılı oldu ama 2021 ve 2022’de koşullar değişti. Çünkü hem ekonomik krizi tetikliyorsunuz, hem de var olan modelle Türkiye’nin büyüme potansiyelinin sınırlarına ulaşmış durumdasınız. İnşaata, borç artışına dayalı büyüme modeli sınırlarına ulaştığı halde iteleyerek yol almaya çalışıyorlar.
Önümüzdeki aylarda alt sınıfları, yoksul kitleleri ne bekliyor?
Fiyat artışlarının, enflasyondaki yükselişin devam edeceği, dolayısıyla hepimizin daha da yoksullaşacağı bir döneme giriyoruz. Zengin değilseniz, paranızı dövizde tutmuyorsanız, daha da yoksullaşmaktan kurtuluşunuz yok.
FAİZ-DÖVİZ KISKACINA GİRDİĞİMİZ DÖNEMDEN BERİ KURTULUŞ YOLU KALMAMIŞTI
Yarın sabah Erdoğan uyanıp “faizi artırıyoruz” dese de mi kurtuluş yok?
Böylesi bir açıklama yapılsa, üstelik de güvenilir bulunsa bile, kurda bir miktar gerileme olur ama başladığımız yere, örneğin doların 8,60 olduğu döneme artık dönmeyeceğiz. Çünkü bunun olabilmesi için çok büyük miktarda dış sermaye girişinin olması gerekiyor. Öte yandan enflasyon şöyledir: Genellikle fiyat artışları geri dönmez. Dolayısıyla fiyatların düşüşü söz konusu değil, ancak durumun daha da kötüleşmesi yavaşlayabilir.
Yani hiçbir kurtuluş yolu kalmadı mı?
Faiz-döviz kıskacına girdiğimiz dönemden beri, uzun süredir bugünlerden kurtuluşun yolu kalmamıştı aslında. Direksiyonu bir yöne kırdığınızda yüksek faiz nedeniyle büyümeyi yavaşlatıyorsunuz, öbür yöne kırdığınızda da kurdaki istikrarsızlıktan ötürü ekonomiye zarar veriyorsunuz. Dolayısıyla mevcut ekonomiyi kurtaracak bir reçete yok.
BİZDE ÇİN MODELİYLE UYUMLU TEK ŞEY, EMEĞİ UCUZLATMAK
İktidar değişse bile mi?
İktidarı devralacak olan yeni hükümet neoliberal politikalara uyumlu davranacağı sözü verdiğinde, ki şimdiki muhalefet o sinyalleri veriyor, muhakkak bir rahatlama, kurda gevşeme, bir miktar yabancı sermaye girişi olacaktır. Ama bu işlerin rayına oturtulabileceği anlamına gelmiyor. Türkiye’nin yüksek dış borçları ne olacak, nasıl çevirilecek? İnşaat odaklı büyüme modeline nasıl yaklaşılacak ve nasıl bir büyüme patikası belirlenecek? İthal girdi bağımlılığını azaltacak bir sanayi politikası olacak mı? Bu üç soruya verilecek yanıtlarla ekonominin orta vadede rayına oturtulup oturtulamayacağını belirler.
Mevcut iktidar Çin modelini izleyerek nereye ulaşabilir?
Bizde Çin modeliyle uyumlu tek şey, emeği ucuzlatmak. Ama onun dışında benzer başka bir politika yok. Ama Çin’in çok ciddi bir planlaması, ciddi bir sanayi ve teknoloji politikası var. Otoriterlik üzerinden bir benzerlik kurmaya çalışırsak, orada bile bir benzerlik yok. Çin’de de bir otoriter rejim var ama devasa Komünist Parti’nin en tepeden yerel ağlara kadar inen, bilgi akışının olduğu bambaşka bir ekonomi planlaması var. Çin’e benzemeye çalıştığımız tek şey, emeğin ücretini düşürmek. Ucuz emek Çin’de, büyümenin ilk dönemlerinde kullanılan bir yöntemdi. Şu anda ise Çin bunu devasa teknoloji yatırımlarıyla destekliyor. Rusya’yla kıyaslarsanız da, orada ciddi doğalgaz kaynakları var ve bizde o da yok. Rusya’yla tek benzerlik ise otoriterlik.
Şu anda Türkiye ekonomisi yeni bir otoriter dalgayı, baskıyı kaldırabilecek durumda mı?
Tersten de sorabiliriz: Mevut ekonomi otoriterlik olmayan bir yönetimi kaldırabilecek durumda mı? İşsizliğin 8-10 milyona çıktığı, işçilerin bugün imzaladığı iş sözleşmesindeki ücretin ertesi gün eridiği bir ekonomi modelinde, otoriter olmayan bir yönetim çok ciddi toplumsal tepkilerle karşılaşır. Bu tahripkar ekonomi modelinin otoriter bir iktidar olmadan sürdürülebilmesi mümkün değil.
BUGÜN BENİMSENEN MODELLE 12 EYLÜL 1980’DEKİ YAKLAŞIM BİRBİRİNE ÇOK BENZİYOR
O halde önümüzdeki günlerde daha da yoğun baskı politikaları devreye konabilir mi?
Tabii, düşük faiz-yüksek kur ve ucuz emekle bir büyüme modeline geçiyorsanız, bunu tıpkı 24 Ocak 1980’deki gibi çok büyük bir otoriter sistemle hayata geçirebilirsiniz. Bugün benimsenen modelle 12 Eylül dönemindeki yaklaşım birbirine çok benziyor. Şimdiki model için darbeye ihtiyaç duyulmuyor olabilir, çünkü ortada ciddi bir sol ve emek mücadelesi yok ama MGK bildirisi de azımsanmayacak bir sinyaldir.
Yoksulluk derinleştikçe insanların tahammül seviyeleri azalacağı için belki de şimdiki MGK bildirisinin ötesinde bir siyasal müdahaleye başvurabilirler…
Kesinlikle. Tarihsel olarak baktığımızda, Türkiye ekonomisi takriben yirmi senede bir yapısal krize giriyor. 1950’lerin sonu bir yapısal krizdir; 1960 askeri müdahalesi ve ekonomik modelin değişmesiyle sonuçlanmıştır. Yaklaşık yirmi sene sonra, 1970’lerin ikinci yarısı yine yapısal bir krizdir ve 1980 askeri darbesiyle sonuçlanmıştır. 1990’ların sonu büyük bir ekonomik krizdir, arada 28 Şubat darbesi var ve Kemal Derviş’in Ekonomi Bakanı yapılıp neredeyse bir cunta yetkileriyle donatıldığı bir modelle sonuçlanmıştır. 2020’ye gelindiğinde de yeniden bir yapısal krizle karşı karşıyayız. Bunun da kaçınılmaz biçimde, öyle veya böyle, siyasi sonuçları olacak.
HERKESİN LAFI DOLANDIRMASININ BİR NEDENİ VAR: KOLAY ÇIKIŞ YOLU YOK!
Tekraren soruyorum ama, iktidarın şu an uygulamayı reddettiği yüksek faiz-kontrol edilebilir kur modelinde yoksulların sırtındaki yük azalmaz mı?
Pek değil. Çünkü belki enflasyon kısmen frenlenebilir ama o modelde de istihdam daralacak. Öte yandan bu, hâlihazırda çalışanların, kurun artışından kaynaklı yoksullaşmasını yavaşlatabilir. Başından beri “yapısal kriz” tanımını kullanıyorum, çünkü bu tür krizler basit çıkış yollarının olmadığı, büyüme modelinin tükendiği ve sürdürülebilir olmaktan çıktığı dönemlerdir. Ve biz şu anda öyle bir dönemdeyiz.
Özellikle sol iktisatçılar iktidarın mevcut politikasını eleştiriyor ama kimse “başa ben geçsem şöyle yaparım” demiyor. Neden?
Herkesin lafı bir şekilde dolandırmasının bir nedeni var: Kolay bir çıkış yolu yok çünkü! Açık söyleyeyim, herhangi birimize gelip “yahu gel, sen geç bu işin başına” deseler, muhtemelen kaçarız. Çünkü kısa vadede sadece akıl ve yöntemle değiştirilemeyecek kadar ciddi bir yapısal kriz var.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***