Geçen yılın eylül ayında HDP’li siyasetçilere yönelik yapılan Kobanê operasyonunun ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan Kobanê iddianamesinin mahkemece kabul edilmesinden sonra, bu iddianamenin hangi siyasi hesaplara dayandığına dair bir tartışma yürütülüyor. Bu köşede yayımlanan ‘Faşist İnşanın Bir Tezahürü Olarak Kobanê İddianamesi’ yazısında hukuki temellerinden yoksun bu iddianamenin iktidar cephesinin hangi siyasi hesaplarına bağlandığı üzerine bazı değerlendirmeler yapılmıştı.
Konuyla ilgili iktidar karşıtı bir çizgide yayın yapan kimi ‘ulusalcı’ yayın organlarında sürdürülen tartışmalar burada ayrıca ele alınmayı gerektiriyor. Çünkü yürüttükleri tartışmalar sadece bu çevrelerin iktidar karşıtlığı adına Kürt sorunu karşısındaki gerici tutumlarını bir kez daha gözler önüne sermekle kalmıyor, aslında bu tutumun iktidarın işini nasıl kolaylaştırdığını da ortaya koyuyor.
Sözcü’den Aytunç Erkin, 13 ve 14 Ocak tarihli yazılarında olaylardan 6 yıl sonra iktidarın talimatı ve siyasi hesapları doğrultusunda hazırlanan Kobanê iddianamesinin “titiz hazırlandığı”nı söylemekle kalmıyor, Öcalan’ın neden bu iddianamede sanık olmadığını soruyor. Yani Öcalan da sanık olsa her şey tastamam olacak!
Erkin’in bıraktığı yerden sözü Yeniçağ’dan Selcan Taşçı Hamşioğlu alıyor; Öcalan’ın “kullanışlı terörist” olduğunu “çözüm süreci”nde gösterdiğini ve dolayısıyla iktidarın yeni dönemde pazarlık kapısını açık tutmak için Öcalan’ın iddianamedeki sanıklar arasında yer almadığını söylüyor.
Cumhuriyet’ten Mustafa Balbay dünkü yazısında HDP’nin kapatılması üzerinden AKP ve MHP arasında bir hesaplaşma yaşandığı iddiasını gündeme getiriyor. İlginç olan bu iddianın gündeme getirilmesi değil, HDP’nin kapatılması karşısında Balbay’ın ortaya koyduğu tutum. Balbay, AKP’nin seçim hesapları nedeniyle kapatmaya karşı olduğunu söyledikten sonra yazısını “İktidar bir kez daha önümüzdeki nesilleri önümüzdeki seçimlere kurban ediyor” sözleriyle bitiriyor. Bırakın kapatmaya karşı tek bir söz söylemesini, Balbay, AKP’nin ülkenin geleceğini seçimlere kurban ettiğini söyleyerek kapatmadan yana bir tutum alıyor.
Görüldüğü gibi Kürt siyasetinin saldırının açık hedefi konumunda bulunduğu koşullarda bile bu ‘ulusalcı’ çevreler Kürt sorunundaki şoven yaklaşımları nedeniyle tek adam iktidarına karşı mücadele konusunda Kürtlerin duruşuyla ilgili bir güvensizlik yaratmaya çalışıyorlar-ki,burada siyasi bir ‘özne’ olarak söz konusu edilen ‘Kürtlerin, ulusal demokratik talep ve mücadele etrafında birleşmiş kesimler olduğunu belirtmek gerekiyor.
Öcalan’ın Kobanê iddianamesinin dışında tutulması üzerinden oluşturulmaya çalışılan ‘komplo teorisi’nden başlayalım.
Bu mantığa göre, Kürt sorunu ile ilgili kime dava açılsa bir de yanında Öcalan’a dava açılması gerekiyor. Çünkü bütün iddianameler dönüp dolaşıp bir şekilde Öcalan’a bağlanıyor. Mesela DTK ile ilgili iddianamede de “DTK’nin Öcalan’ın talimatı ile kurulduğu” iddiası yer alıyor ama Öcalan sanıklar arasında bulunmuyordu. Ağırlaştırılmış müebbet cezasına mahkum ve üstelik ağır tecrit koşulları altında tutulan bir kişiden söz ediyoruz. Böyle bir kişinin şu ya da bu iddianamenin dışında tutulmasından iktidarla pazarlık sonucunu çıkarmak, Kürt siyasetini bir siyasi güç olarak değil de başka güçler tarafından kullanılmaya hazır bir ‘maşa’ olarak gören zihniyetin bir tezahürüdür.
İkinci olarak; Öcalan, Kürt sorununun demokratik zeminde çözümü için görüşmelere her zaman açık olduğunu zaten söylüyor. Yani ağırlaştırılmış müebbet cezasına mahkum ve ağır tecrit koşulları altında tutulan biri olarak Öcalan’la pazarlık yapıp yapmamanın bir iddianameye sanık olarak girip girmemesiyle izahının tutar bir tarafı bulunmuyor.
Öcalan’ın “kullanışlı terörist” olmasından söz eden Taşçı, “çözüm süreci”nin neden bitirildiğine bir daha dönüp baksın. Erdoğan içeride başkanlık ve dışarıda Suriye’deki yayılmacı emelleri için Öcalan ve Kürt siyasetini yedekleyebilseydi bu süreç biter miydi? Öcalan’ın pragmatik davrandığı ve bu temelde AKP-Erdoğan’la pazarlık yaptığı doğrudur -ki bir sorunun çözümü için bu sorunu muhataplarıyla müzakere etmekten daha doğal bir şey yoktur- ancak burada önemli olan bu görüşme sürecinde kimin neyi savunduğudur. Bugün Kürt siyasetinin ülkede faşist bir rejim kurmak isteyenlerin hedefi konumunda bulunması, aynı zamanda “çözüm süreci”nde kimin nerede durduğunu göstermek bakımından da açıklayıcıdır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken diğer önemli bir nokta da şudur: Kobanê iddianamesi, el Kaide devamcısı radikal İslamcı, insanlık düşmanı barbar bir örgüt olan IŞİD’in Kobanê kuşatmasına karşı -ki, o dönem Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” sözleri,iktidarın bu kuşatmaya desteğinin en açık ifadesi olmuştu- HDP’nin halkı eyleme çağırmasını “terörist bir kalkışma” olarak değerlendiriyor. Ancak gelin görün ki, her fırsatta kendilerini laikliğin bekçisi ilan edenler, Türkiye için de ciddi tehditler oluşturan bu radikal İslamcı-cihatçı çetelere karşı HDP’nin ortaya koyduğu tutumu desteklemek yerine iddianameye övgüler diziyorlar.
Balbay’ın HDP’nin kapatılması tartışmasını AKP’nin siyasi/seçim hesapları ekseninde değerlendirmesine ve gelecek nesillerin bu hesaplara kurban edildiğini söylemesine gelince,bu yaklaşım sadece Kürt siyasetine yönelik baskıların alttan alta desteklenmesi olarak anlam kazanmakla kalmıyor. Bundan daha önemlisi Kürtleri oyları devşirilecek bir yığın olarak gören, Kürtlere karşı güvensizlik yayan bir zihniyeti de ortaya koyuyor. Çünkü Balbay’ın zihniyetine göre; Kürtler, ulusal hak eşitliği isteyen, bu temelde talep ve mücadelesi olan bir siyasi güç değil, AKP tarafından kullanılmak için hazır ve nazır bekleyen bir kitle/yığından ibarettir!
Üzerinden daha iki yıl bile geçmemişken tekrar edilen İstanbul seçimleri döneminde de benzer birçok komplo teorisi gündeme getirildiği halde Kürtlerin, iktidarın burada yenilgiye uğratılmasında oynadıkları rolü hatırlatmak da bu çevreleri ikna etmeye yetmiyor!
Toplamı üzerinden söylemek gerekirse, tek adam iktidarına karşı Kürtlerle ortak mücadelenin zemini hiç olmadığı kadar genişlemişken ‘ulusalcı’ çevrelerin Kobanê iddianamesi ve HDP’nin kapatılması konularında ortaya koydukları tutum, Kürt sorunu karşısındaki şoven yaklaşımların yeniden üretilmesinin ötesine geçmiyor. Çünkü öncelleri yüzyıl önce nasıl Kürtleri “Medenileştirilmesi gereken vahşiler” olarak gördülerse, bu çevreler de bugün eşit haklar temelinde demokratik geleceği birlikte kurmaktan yana olduğunu ortaya koyan Kürt siyasetini kendileriyle eşit bir siyasi özne olarak görmüyor ve bu temelde tutum almak istemiyorlar.
Sonuç olarak da ulusalcı çevrelerin Kürt sorunundaki bu antidemokratik ve şoven yaklaşımı, tek adam iktidarının bu durumu istismar edip kendine yeni manevra alanları yaratmasına yaramakla kalmıyor, bu rejime karşı birlikte mücadelenin zeminini baltalayıcı bir rol oynayarak da yine en çok bu rejimin işini kolaylaştırıyor.