Deepankar BASU – Cale BROOKS
Çeviren: Gencer ÇAKIR
CALE BROOKS (CB) – Diğer iktisat okullarıyla karşılaştırıldığında Marksist iktisadın ayırt edici özelliği nedir?
DEEPANKAR BASU (DB) – En az üç ayırt edici özellik var. Marksist iktisat, kapitalizm incelemesini tarihin geniş akışı içinde konumlandırır. Kapitalizmi toplumsal üretimi örgütlemenin bir biçimi olarak kavrar ve kapitalizmi tıpkı feodalizm ve köleci toplum gibi sınıf ayrımına dayalı bir toplum olarak görür. Dolayısıyla, Marksist iktisadın ilk ayırt edici özelliği, sınıfsal ayrıma dayalı kapitalist toplumun sömürüyü nasıl doğurduğunu ve sömürüye nasıl dayandığını anlamaya çalışmasıdır.
İkinci olarak, Marksist iktisat kapitalizme çelişkili bir sistem olarak bakar. Bu, Marx’ın önceki üretim biçimlerine kıyasla kapitalizmin olumlu yönlerini vurguladığı eserinden gelmektedir. Bu olumlu yönler, nüfusun çoğunluğunun ihtiyaçlarını karşılayabilecek (şayet düzgün bir şekilde dağıtılırsa) muazzam bir zenginlik yaratmaktadır, ne var ki kapitalizmdeki ilişkilerin örgütlenme biçimi nedeniyle bu gerçekleşmemektedir. Burada çelişkili bir durum söz konusudur: Kapitalizm emeğin üretkenliğini arttırır ve muazzam bir zenginlik yaratılmasını mümkün kılar; ancak daha sonra, ihtiyaçları karşılamak yerine kâr elde etme güdüsüyle hareket ettiği için, sistemin sosyal ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelir.
Marksist iktisadı diğer tüm iktisat okullarından ayıran bir üçüncü özellik ise krize odaklanmasıdır. Marx’ın kapitalizm analizinde her zaman kapitalizmin krize eğilimli bir sistem olduğu vurgulanmıştır. Her şeyin yolunda gittiği dönemler olsa da, görünenin altına bakıldığında, neredeyse kaçınılmaz olarak krize dönüşecek olan bir eğilimin olgunlaştığı görülecektir. Dolayısıyla kapitalizmin tarihine bakarsanız, her otuz ya da kırk yılda derin bir krize yakalandığını görürsünüz.
Marx’ın yazılarında kapitalizmin nihai çöküşü gibi bir şeye asla rastlayamazsınız. Kapitalizmi krize sürükleyen çeşitli eğilimlere dair zengin bir tartışma yürütülür, ancak krizin nasıl çözüleceği ve bundan ne çıkacağı konusunda bir öngörüde bulunulmaz. Çözüm ancak geniş insan gruplarının toplumsal eyleminin bir sonucu olarak ortaya çıkabilir.
CB – Kitabınızın Marksist iktisada ilk giriş kitabı olmadığı açık. Ancak Marksist iktisada giriş niteliğindeki diğer klasik kitapların aksine, kitabınızın büyük bir bölümünü Marx’ın Kapital’de kullandığı mantıksal ilerleme ile yapılandırıyorsunuz. Marx Kapital’de argümanını nasıl yapılandırmıştır, açıklayabilir misiniz?
DB – Kapital’i yazmaya ciddi olarak başladığı 1857-58 yılları ile ilk taslakları aşağı yukarı tamamladığı 1865 yılları arasında Marx’ın çalışmasını organize etmek ve sunmak için birkaç farklı yoldan geçtiğini görüyoruz.
Sonunda ortaya çıkan şey, Marx’ın sahip olduğu iki önemli fikirden kaynaklanmıştır. Birincisi, kapitalist sistem üzerine neredeyse on yıl süren çalışmasının ardından, Marx eserinin odak noktasının sermaye olacağını fark etti. “Sermaye” derken, para yığınlarının pazara geldiği, metaların satın alındığı, satın alınan metalarla -önemli metalardan biri de emek gücüdür- bazı metaların üretildiği ve sonunda üretilen bu metaların daha fazla para karşılığında satıldığı bir sistemi kastediyordu. Bu, para yatırarak daha fazla para üretme ihtiyacı etrafında örgütlenmiş bir sistemdir.
Marx’ın “değerin daha fazla değer doğurması” ya da “hareket halindeki değer” olarak adlandırdığı bu süreç, onun “sermaye” kelimesinden anladığı şeydi. Marx’ın kavrayışı, kapitalizmin bu dinamiğin, bu mantığın, bu ihtiyacın bir temsili olduğu yönündeydi. Bu nedenle, kitabında incelemek istediği merkezi kavram sermaye olacaktı.
İkincisi, okurlarına sermayenin mantığına dair bir analiz sunmak istiyorsa, kapitalizmin ortaya çıktığı tarihsel süreci değil, kendi zamanında var olduğu şekliyle kapitalizmin toplumsal yapısını ve dinamiklerini anlamak için gerekli olan kavramların mantığını takip etmesi gerektiğini kavramış olmasıdır. Bu yüzden tarihsel bir anlatı sunmak yerine kavramsal bir yapı ortaya koymuştur.
Dahası, sunduğu kavramsal yapı Marx’ın “farklı soyutlama düzeyleri” olarak adlandırdığı şekilde düzenlenmiştir. Tıpkı diğer bilimlerde olduğu gibi, sosyal bilim de bir olgunun çeşitli yönlerinden soyutlama yapar ve bir sistemin mantığını oluşturan temel şeye inmeye ve ona ulaşmaya çalışır. Marx’ın “genel olarak sermaye” adını verdiği ilk soyutlama düzeyinde yapmak istediği de buydu.
Bununla Marx, sermayeyi oluşturan iki unsur -bir yanda sermaye ya da para, diğer yanda emek- arasındaki saf etkileşimi ve bu ikisinin etkileşiminin kapitalizmde gördüğümüz çeşitli eğilimlere nasıl yol açtığını anlamak istedi.
Kapital’in I. ve II. ciltleri bu yüksek soyutlama düzeyinde düzenlenmiştir. Marx’ın burada soyutladığı iki şey vardır. Birincisi rekabet olgusudur: Kapitalizmde tek bir sermaye bloğu değil, birbirleriyle rekabet eden bireysel kapitalistler vardır. İkincisi ise kredi olgusudur: Kapitalizmde bankalar kapitalistlere, kapitalistler de hane halklarına kredi sağlarlar.
Daha sonra Kapital’in III. cildinde, soyutladığı bu şeyleri analize geri getirir. Böylece III. cildin sonuna geldiğimizde, sermayenin mantığını çok soyut bir düzeyde anlamış oluruz, ama aynı zamanda kapitalistler arasındaki rekabetin ve kredi olgusunun da önemli roller oynadığı daha düşük soyutlama düzeylerinde sistemin nasıl işlediğini de anlamış oluruz.
CB – Marx’ın çalışmalarının diğer ayırt edici özelliklerinden biri de değer teorisidir. Marx’ın emek değer teorisinin temellerini açıklayabilir misiniz?
DB – Değer meselesi iktisadi düşüncenin merkezinde yer alır ve çok uzun bir süredir de öyle olmuştur. Basit bir olguyla başlar. Bir şeylerin alınıp satıldığı metalar dünyasını gözlemlediğimizde, piyasada bir metanın başka bir meta ile belirli bir oranda mübadele edildiğini fark ederiz. Örneğin, bir masanın fiyatının kırk dolar, bir gömleğin fiyatının ise yirmi dolar olduğunu varsayalım. Bu, bir masa karşılığında iki gömleğin mübadele edilebileceği anlamına gelir.
Bir metanın başka bir meta ile mübadelesi çok uzun zamandır var olan bir olgudur ve ekonomi kuramcıları bu olgunun altında yatan şeyin ne olduğunu sormuşlardır. Değer bu soruya verilen bir cevaptır: Mübadele olgusunu ne açıklayabilir? İktisadi düşünce tarihinde iki yaygın yaklaşım görüyoruz. Birincisi öznel yaklaşımdır; neoklasik iktisadın yaklaşımı bu kategoriye girer. Bir de Adam Smith, David Ricardo ve Karl Marx’ın yazılarına kadar uzanan ve bu soruya çok farklı bir yanıt veren daha eski bir gelenek vardır.
Klasik iktisatçılar Ricardo, Smith ve Marx tarafından verilen cevap, mübadele olgusunu açıklayabilecek ve dolayısıyla metaların değerini açıklayabilecek olan şeyin, metaların üretiminde harcanan emek miktarı olduğudur. Emek değer teorisi bu geleneğe ait bir cevap olarak ortaya çıkar.
Öte yandan, yaklaşık 1870’lerden itibaren öne çıkmaya başlayan neoklasik gelenek, aynı soruyu “fayda” adını verdiği şeye bakarak yanıtlar. Verdiği cevap şudur: Metalar birbirleriyle belirli oranlarda mübadele edilir, çünkü farklı metalar onları satın almak isteyen insanlara farklı düzeylerde fayda sağlar.
Fayda ya da yararlılık, klasik düşünürler tarafından metanın bir yönü olarak kabul edilmiştir. Fakat aynı zamanda metanın başka bir yönü olduğunu da fark etmişlerdir, bu da metaların birbirleriyle mübadele edilebilmesidir. Mübadele olgusunu açıklayabilecek şeyin fayda ya da yararlılık olmadığını gördüklerinde, nesnel bir değer teorisi ortaya koymak istediler. Bu nedenle, üretim sürecine ve farklı metaların üretiminde harcanan göreli emek miktarlarına baktılar. Verdikleri yanıt, metaların üretiminde harcanan göreli emek miktarının, hem niteliksel hem de niceliksel özellikleriyle mübadeleyi açıklayabileceğidir.
Buldukları bu yanıt, her şeyden önce öznel bir özellik olan fayda ya da yararlılığa dayanan neoklasik iktisatçıların yanıtından farklıdır. Neoklasik anlayışa göre, belirli bir metanın tüketiminden ne kadar yararlılık ya da fayda elde edeceğim bana bağlıdır. Çevreme, içinde bulunduğum duruma, mutlu olup olmadığıma, yağmurun yağıp yağmadığına bağlıdır. Tükettiğim aynı dondurma, havanın çok sıcak ya da soğuk olmasına bağlı olarak bana farklı miktarlarda fayda sağlayacaktır. Dolayısıyla fayda gerçekten de öznel bir olgudur ve bu nedenle faydadan türetilen değer teorisi öznel bir değer teorisidir.
Öte yandan, bir metanın üretiminde harcanan emek miktarından türetilen değer teorisi nesnel bir değer teorisidir çünkü üretim nesnel bir olgudur. Üretime harcanan emek ve farklı metaların üretimine harcanan emek miktarı nesnel bir olgudur. Bu değeri nasıl ölçtüğümüz farklı bir sorudur ve bazı durumlarda bir metanın üretiminde harcanan emek miktarını tam olarak ölçmek zor olabilir. Ancak yine de bu nesnel bir değer teorisidir.
Metaların, toplumun üretken emeğini emdikleri için ve emdikleri ölçüde değerli olduklarını ileri süren emek değer teorisi, Marx’ın klasik iktisatçılardan aldığı bir şeydi. Ancak Marx sonra buna daha fazla nüans getirdi. “Metaların üretiminde harcanan ve böylece değere yol açan emek hakkında daha fazla şey söyleyebilir miyiz?” diye sordu. Bu noktada soyut emek kavramını ortaya attı ve bir metanın değerini somut emekten ziyade soyut emeğin belirlediğini söyledi.
Ayrıca toplumsal olarak gerekli emek kavramını da ortaya atmıştır. Marx, belli bir zamanda, üretim teknolojisi ve işin yoğunluğu göz önüne alındığında, herhangi bir metadan bir birim üretmek için gereken emek miktarının aşağı yukarı sabit olacağını söyler. Metayı üretmek için gereken “toplumsal olarak gerekli emek” dediği şey budur. Yani ona göre, değer hakkında düşündüğümüzde, toplumsal bağlamı, verili teknolojiyi ve iş yoğunluğunu düşünmek zorundayız, ki bu da ne kadar emeğe ihtiyaç duyulduğunu belirleyecektir.
Son olarak Marx, vasıflı bir işçinin bir saatlik emeğini vasıfsız bir işçinin bir saatlik emeği ile karşılaştıramayacağımızın farkındaydı. Bu nedenle, karmaşık emek birimlerini basit emek birimlerine dönüştürdüğümüzden emin olmak için kavramsal bir yol olması gerektiğine işaret etti. Dolayısıyla, toplumsal olarak gerekli emek, soyut emek ve karmaşık emeğin basit emeğe indirgenmesi şeklindeki bu üç kavramı çözdüğümüzde, Marx’ın yazdıklarından bir emek değer teorisi için çok sağlam bir temel elde etmiş oluruz.
CB – Kapital’in I. cildinin büyük bir kısmı artı değerin ortaya çıkışını ve sermaye birikimi sürecindeki önemini açıklamaya ayrılmıştır. Artı değer kavramının Marx’ın analizi için önemini açıklayabilir misiniz?
DB – Artı değer kavramı Marx için iki açıdan önem taşır. Birincisi, Marx ekonomik analizini “materyalist tarih anlayışı” ya da “tarihsel materyalizm” olarak adlandırdığı daha geniş bir tarih anlayışının içine yerleştirir. Materyalist tarih anlayışında kapitalizm, sınıfsal ayrıma dayalı toplumun bir biçimi olarak kavranır. Şimdi, böyle bir toplumda bir sınıfın emek gücüne bir diğeri tarafından el konulması söz konusudur. Bu, sömürü olgusunun Marx tarafından anlaşıldığı ilk adımdır.
Marx, sömürü olgusunun sınıfsal ayrıma dayalı bir toplumda nasıl işlediğini açıkça anlamak ve okuyucularına açıklamak istiyordu. Marx, şeffaf olduğu için anlaşılması çok daha kolay olan feodalizmdeki sömürü anlayışıyla aynı olgunun kapitalizmde çok daha karmaşık bir şekilde işlediği anlayışı yan yana koyuyordu.
Feodalizmde, çok basit bir analiz yapmak gerekirse, yasalar serfin haftada dört gün lordun toprağında, üç gün de kendi toprağında çalışmasını zorunlu kılıyordu. Yani serfin zamanının yedide dördüne lord tarafından derhal el konuluyordu. Efendinin serfin emeğinin meyvelerine el koyduğu sömürü olgusu şeffaftı.
Marx aynı olgunun kapitalizmde de yaşandığını iddia etti. Ancak bunu gizleyen şey, tüm bunların piyasa süreci ve mübadele olgusu aracılığıyla gerçekleşiyor olmasıydı. Kapitalizmde işçi sınıfı çalışma kapasitesini bir ücret karşılığında kapitaliste satar. Marx’ın göstermek istediği şey şuydu: Kapitalist, satın aldığı emek gücünü kullanarak bir meta üretip bunu piyasada sattığında, kapitalist bu süreçte işçiye ücret olarak ödediğinden daha fazla değere el koyabilmektedir.
Esasen tüm kapitalist sınıfın kârı olarak ortaya çıkan bu fark, Marx’ın artı değer olarak anladığı şeydir. Artı değer kavramının muhtemelen en önemli yönü buydu. Marx, piyasa temelli bir mübadele sisteminin de bir sınıfın ürettiği artı değere diğer bir sınıf tarafından el konulmasına (işçi sınıfının ürettiği artı değere kapitalist sınıfça el konulması) yol açabileceğini titiz bir şekilde göstererek, kapitalizmin de tıpkı önceki sınıf temelli toplumlarda olduğu gibi, bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından sömürülmesine dayandığını ortaya koymuştur.
İkinci nokta, Marx’ın artı değerin yaratılması, gerçekleştirilmesi ve dağıtılmasının makro bir perspektiften bakıldığında kapitalist sistemin temel dinamiği olduğunu anlamış olmasıdır. Kapitalizm kâr elde etmekle ilgilidir ve kârın kaynağı da artı değerdir. Bu nedenle kapitalist sınıfın kâr olarak elde ettiği artı değerle ne yaptığı, sistemin zaman içinde nasıl evrileceği üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptir. Marx da kapitalist sistemde ortaya çıkan kriz eğilimlerinin ya artı değer üretimi ya da artı değerin realize edilmesiyle ilgili olduğunu savunmuştur.
Artı değer kavramı iki rol oynamıştır. Birincisi, kapitalizmin sınıfsal olarak bölünmüş bir toplum olduğunu ve bu nedenle de işçi sınıfının yarattığı değerin bir kısmının kapitalist sınıf tarafından, karşılığında hiçbir şey verilmeksizin alınması anlamında, işçilerin kapitalistler tarafından sömürülmesine dayandığını vurgulamıştır. İkincisi, kriz eğilimleri de dâhil olmak üzere, sistemin dinamiklerinin su yüzüne çıktığı iki alan vardır: biri artı değerin üretildiği alan diğeri ise bunun metaların satışı yoluyla gerçekleştiği alan.
CB – Kapital’in ilk cildinin sonlarına doğru, Marx’ın birikim sürecini anlattığı yerde, zirve noktasına ulaşırız: kapitalist gelişme ve büyümenin merkezi dinamiği birikimdir. Marx için sermaye birikiminin ne anlama geldiğini ve bununla bağlantılı olarak kalıcı işsizlik teorisinin ne olduğunu açıklayabilir misiniz?
DB – Kapitalist bir toplumu anlamanın soyut biçimi şöyle başlar: Kapitalist ya da kapitalist sınıf piyasaya bir miktar parayla giriş yapar ve bu parayla iki tür meta satın alır: emek gücü -çalışma kapasitesi- ve üretimde kullanılan tüm diğer emek dışı girdiler. Sonra kapitalistle birlikte fabrikaya gireriz; kapitalist burada bu iki unsuru bir araya getirir ve bunlar bir araya getirildikten sonra metalar üretilir ve kapitalist bir kez daha piyasaya döner, bu sefer alıcı olarak değil satıcı olarak piyasadadır, çünkü yanında bitmiş metalar vardır; sonra bunları satar.
Bu süreçte kapitalist, başladığından daha fazla paraya sahip olur ve bu ekstra para miktarı artı değerin parasal ifadesidir. Bu miktar, metaları bizzat üreten işçilerin ödenmemiş emek zamanına karşılık gelir. Bunu anladıktan sonra Marx şu soruyu sorar: Kapitalist, işçi sınıfından almayı başardığı bu fazladan para miktarıyla, işçi sınıfının ödenmemiş emek zamanıyla ne yapar?
Marx’ın cevabı, gerçekleşen artı değerin çoğunun daha fazla artı değer üretmek için üretim sürecine geri sürüldüğüdür. Ve başka bir döngünün sonunda, daha fazla artı değer üretmek için yeniden yatırım yapılacaktır. Daha fazla artı değer üretmek amacıyla artı değerin üretim sürecine yeniden yatırılması, Marx’ın “sermaye birikimi” olarak adlandırdığı şeydir.
Sermaye birikimi süreci görünüşte bir bilmeceye yol açmaktadır. Diyelim ki kapitalistler tüm kârlarını tekrar üretime yatırıyorlar. Bu durumda üretim ölçeği yükselecek ve emek gücüne olan talep artacaktır. Bu durum uzun süre devam ederse, işgücüne olan talep nihayetinde işgücü arzını aşacaktır. Bu gerçekleştiğinde, işçi sınıfı tarafından kazanılan gerçek ücret artmaya başlayacaktır. Ve bu artmaya devam ederse, sonuçta kârlar erimeye başlayacaktır. Eğer bu durum kontrol altına alınmazsa, en uç noktada kârların sıfırlanması söz konusu olacaktır.
Bu bir bilmeceye yol açmaktadır çünkü kapitalist sistem kâr elde etmeye yöneliktir. Sistemin iç dinamiği bizi kârların sıfırlanacağı bir duruma götürüyorsa, bu durum kapitalizmin içinde saklı olan derin çelişkili bir dinamik olarak ortaya çıkar. Bu yüzden Marx şunu sorar: Kapitalizmin, emek gücüne olan talebin kârları tüketmeye başlayacak ve en uç noktada kârları sıfıra indirecek kadar artmamasını sağlayacak bir mekanizması var mıdır? Marx’ın bu soruya yanıtı evettir. Bahsettiği mekanizma, “yedek işgücü ordusu” ya da “göreli artı nüfus” olarak adlandırdığı şeydir.
Yedek işgücü ordusu, işçi sınıfının şu anda kapitalist firmalar tarafından istihdam edilmeyen ancak gerektiğinde istihdam edilme potansiyeline sahip olan kesimidir. Marx, yedek işgücü ordusunun üç bölümden oluştuğunu söyler. Birincisi, “yüzen” yedek işgücü ordusu olarak adlandırdığı, işçi sınıfının istihdam ve işsizlik arasında hareket eden kısmıdır. Bunlar ara sıra istihdam edilirler, bir durgunluk yaşandığında ya da bir firma kapandığında işten çıkarılırlar ve işsiz kalırlar.
Marx’ın “gizli” yedek ordu olarak adlandırdığı yedek işgücü ordusunun ikinci bir unsuru daha vardır. Bu, işçi sınıfının henüz kapitalist sistem tarafından kullanılmayan ancak potansiyel olarak mevcut olan parçasıdır. Burada Marx’ın aklında iki önemli demografik kesim vardır. Birincisi, küçük toprak parçalarına sahip olan ve çalışma kapasitelerini satmak için pazara kadar gelmelerine gerek kalmayacak kadar gelir elde edebilen köylü üreticilerdir. İkincisi ise, uzun bir süre işgücünün dışında kalan ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ev içi emektir. Bu kesim gerektiğinde sermaye tarafından kullanılabilir.
Üçüncü kesim ise “durgun” yedek işgücü ordusudur. Bu, işçi sınıfının gerçekten sistem dışına düşmüş olan kısmıdır: ya becerilerini kaybetmiş ya da çeşitli nedenlerle iş aramayı bırakmış olan işçiler. Bunların hepsi birlikte yedek işgücü ordusunu oluşturur.
Kapital’in ilk cildinin yirmi beşinci bölümünde Marx, yedek işgücü ordusundaki dalgalanmaların reel ücret hareketini kontrol altında tutan ve reel ücretlerin kârı tamamen ortadan kaldıracak ölçüde yükselmemesini sağlayan birincil mekanizma olduğunu gösterir. Bu çok önemli ve devrimci bir kavramdı çünkü işsizlik olgusunun kapitalist sisteme içkin/mündemiç olduğunu vurguluyordu.
Kapitalizmin kısa süreler için işsizlik sorununu çözmesi mümkün olsa da, uzun süreler boyunca işsizlik kapitalizmin bir özelliği olarak varlığını sürdürecektir. Eğer bu mekanizma mevcut değilse, o zaman kapitalizm tehlikeye girer çünkü ücretlerin, kârların sıfıra düşmesine neden olacak ölçüde artmamasını sağlamanın bir yolu olmayacaktır.
CB – Politik düşünen insanlar bu analizi, yani işsizliğin kapitalizmde kalıcı bir olgu olduğunu ve birikimin bir türevi olduğunu kabul etmenin sonuçlarının farkına varmalıdır. Bu, çeşitli sosyal demokrat önerileri veya tam istihdam yaratma çabalarının tarihini ve kilit tarihsel kavşaklarda karşılaştıkları bir dizi engeli düşündüğümüzde; ya da 1970’lerde Keynesçiliğin stagflasyonda neler olup bittiğini açıklamaktaki başarısızlığını düşündüğümüzde daha anlamlı hale gelmektedir. Bu süreci yönlendirenin, zaman zaman duyduğunuz gibi işçilerin çok fazla şey istemesi değil de, sermaye birikimi olması ve bunun da nihayetinde durgunluğa yol açması çok büyük önem taşımaktadır.
Marx yaşamı boyunca politik bir devrimciydi ve yaşamının büyük bir bölümünü işçi sınıfının politik hareketlerine katkıda bulunarak geçirdi. Aynı zamanda, daha yüksek ücretler için mücadele etmenin yapısal sınırları olduğunu söylüyordu. Bu demek değildir ki bunu yapmayacaksınız, ancak kapitalizmden ayrılmaz olan bu nesnel ekonomik yapılarla başa çıkmak için siyasi bir çözüm bulmak zorundasınız.
Çoğu insan için hikâye burada bitiyor çünkü I. ciltten (Kapital) sonrasını okumuyorlar. Ama ben şimdi II. cilde dönmek istiyorum. Artı değerin dolaşımı ve gerçekleşmesinin önemini ve Marx’ın kapitalizm içinde ekonomik büyümeyi nasıl kavradığını açıklayabilir misiniz?
DB – Kapital’in I. cildinde Marx’ın amacı, artı değerin nasıl üretildiğini ve kapitalist sınıfın bu artı değerle ne yaptığını anlamaktır. Yani konunun bir kısmı artı değerin nasıl üretildiğini açıklamaktır. Diğer bir kısım ise sermaye birikimidir, yani bu artı değer yeniden yatırıldığında ne olacağı konusudur.
Bu analizi yaparken Marx önemli bir meseleden kendini soyutlamıştı: Artı değer ancak emekle üretilen metalar piyasada uygun bir fiyata satıldığında gerçekleşebilir ve kapitalistlerin para havuzunun bir parçası haline gelebilir. İkinci ciltte Marx, bu soruya tekrar dönüyor: Kapitalist sistem nasıl oluyor da çok sayıda meta üretebiliyor ve ardından tüm bu metaların tüm değeri gerçekleştirmek için gerekli olan fiyatlardan satın alınmasını nasıl sağlıyor? Marx buna iki düzeyde yanıt verir.
Bir bütün olarak bakıldığında, Marx’ın işaret etmek istediği asıl şey şudur: Kapitalist bir ülkede belirli bir zaman diliminde, diyelim ki bir yılda üretilen metalar demetine bakıldığında, tüm bu metaların ya kapitalist sınıf ya da işçi sınıfı tarafından satın alınacağı görülecektir (kabaca söylemek gerekirse, şimdilik devleti ve uluslararası ticareti bir kenara bırakırsak). Demek ki kapitalist sınıf, ürettiklerinin bir kısmını, üretim sürecinde kullanılacak girdiler olarak, birbirlerinden satın alacak.
Dolayısıyla bu toplam meta paketinin bir kısmını kapitalistler doğrudan birbirlerinden satın alacaklar. İşçi sınıfı tarafından satın alınacak olan diğer kısım da nihayetinde kapitalist sınıfın satın alımları tarafından yönlendirilecektir. Neden mi? Çünkü kapitalist sınıf ne kadar emek istihdam edeceğine kendisi karar verir. Emek istihdam edildiğinde, işçiler ücret geliri elde ederler. Bu ücret gelirleri ile işçiler dışarı çıkar ve tüketim ihtiyaçları için meta satın alırlar. Dolayısıyla, kapitalistlerin ne kadar yatırım yapacaklarına, ne kadar meta üreteceklerine karar vermeleri, nihayetinde üretilen tüm metaların satın alınıp alınmayacağını belirleyecektir.
Bir bütün olarak kapitalist ekonomi, eğer kapitalist sınıf yeterli miktarda yatırım yapmaya istekliyse, ürettiği her şeyi doğru fiyattan satın alabilecek ve tüm artı değeri gerçekleştirebilecektir. Bu nedenle, Marx’ın bakış açısına göre, sağlam bir kapitalist yatırım teorisi geliştirmek çok önemliydi. Marx bu projeyi II. ciltte tamamlamadı ve bence Marksist akademisyenlerin bu konu üzerinde çalışması gerekiyor.
Marx’ın aynı soruya yanıt aramaya çalıştığı ikinci perspektif ise, ekonomiyi kendi deyimiyle “departmanlara” bölünmüş olarak düşündüğümüzde ne olduğunu anlamaktı. Diyelim ki iki departman var: bir departman makine üretiyor, diğer departman tüketim malları üretiyor. Üzerinde biraz düşündüğümüzde, bu iki departmana bölünmüş kapitalist ekonominin, ürettiği her şeyi satabilmesi için ne kadar makine üretildiği ile ne kadar tüketim malı üretildiği arasında bir orantı olması gerektiği açıktır.
Her ikisinden de çok fazla üretemezsiniz, çünkü aksi takdirde bir bolluk olacaktır. Bunun nedeni, üretilen makinelerin çoğunun şu anda tüketim malları üreten kapitalistler tarafından satın alınacak olmasıdır. Üretilen tüketim mallarının çoğu da sadece tüketim malı fabrikalarındaki işçiler tarafından değil, makine malı fabrikalarındaki işçiler tarafından da satın alınacaktır.
İki sektör (departman) arasında karşılıklı bir bağımlılık vardır. Bu nedenle Marx, yeniden üretim şemaları olarak bilinen şemalar aracılığıyla, kapitalist sistemin zaman içinde kendini sorunsuz bir şekilde yeniden üretmesi ve ne çok fazla talep ne de çok az talep sorununa yakalanmaması için tüketim malları ile üretim mallarını belli bir orantı içinde üretmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Bu konuda daha hassas davranıp cebirsel hesaplamalar yapabilir ve sistemin zaman içinde kendini sorunsuz bir şekilde yeniden üretebilmesi için bu iki departmanın belirli bir oranda üretim yapması gerektiğini gösterebiliriz.
Buradan hareketle doğruca büyüme meselesine geliyoruz. Marx’a göre kapitalizm, artı değer üretmeye ve gerçekleştirmeye yönelik bir sistemdir. Gerçekleştirilen bu artı değer sisteme geri aktarılarak üretim sürecinin ölçeği arttırılır; bu şekilde büyüme Marx tarafından zaman içerisinde kapitalist ekonomi içerisindeki değer akışının büyüklüğü olarak kavranır.
Zaman içinde, yıldan yıla, değerin büyüklüğü artar. İki nedenden dolayı artar. Birincisi, sermaye tarafından istihdam edilen işçi sınıfı nüfusu arttığı için işçilerden daha fazla artı değer elde edilir. Bu nüfus daha üretken hale gelir. İkincisi, teknolojik değişim nedeniyle metalar daha hızlı satılır. Değerin tüm süreçten geçerek yeniden yatırım yapılmak üzere kapitalistlerin eline parasal olarak geri dönme hızı zamanla artar. Daha fazla artı değer elde edildikçe ve bu hızlı bir şekilde gerçekleştikçe sistem zaman içinde büyür.
Marx kapitalist büyümeyi, çeşitli noktalarda kesintiye uğrama olasılığı olan, son derece çelişkili bir süreç olarak anlamıştır. Bu artı değer üretiminin, dolaşımının ve gerçekleşmesinin kesintiye uğramasını Marx “kriz dönemi” olarak adlandırır. Kriz, çok fazla artı değer üretildiğinde ve herhangi bir nedenle metalar satılamadığında, yani üretilen artı değerin tamamı gerçekleştirilemediğinde ortaya çıkabilir. Bu yaşandığında, bir sonraki dönemde kapitalistler yatırımlarını azaltacak, çok sayıda işçi işini kaybedecek ve üretilen mal ve hizmetlere olan talep daha da düşecektir. Bu durumda ekonomi krize girecektir.
Krizin ortaya çıkmasının bir başka yolu da işyerinde çatışmanın yaşanmasıdır. Bu durumda kapitalist sistem yeterince artı değer üretemez ve bu da kendini yatırımdan elde edilen kâr oranında bir düşüş olarak gösterebilir.
CB – Kapital’in III. cildine dönelim; burada Marx kapitalist sınıfın, artı değeri ürettikten sonra, bunu nasıl dağıttığını ve egemen sınıfı bir arada tutan toplumsal ilişkileri tartışır. Marx her bir kapitalistin işçileri doğrudan sömürdüğünü söylemiyor, bunun yerine birçoğunun artı değerden pay almak için birbirleriyle nasıl pazarlık yapmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. Bu bölüşümü ve artı değerin kapitalist sınıf arasında nasıl dağıtıldığını kısaca açıklayabilir misiniz?
DB – Marx’ın argümanı iki adımda ilerliyor. İlk adımda, doğrudan meta üretimine dâhil olan ya da bu metaların satılmasını sağlayan faal kapitalistlere (functioning capitalists) göz atıyor. Marx birinci grup kapitalistlere “sanayi” sermayesi, ikinci grup kapitalistlere ise “ticari” sermaye diyor.
Sanayi sermayesi metaların üretimini doğrudan organize eder ve daha sonra ticari sermayeye devreder, o da metaların nihai tüketicilere satılmasını sağlar. Diyelim ki General Motors araba üretiyor ve bu arabaları satan da bir mağazalar grubunuz var. Bunlardan ilki sanayi sermayesi, ikincisi ise ticari sermaye olacaktır.
Marx, artı değerin yalnızca üretimde üretilebileceği konusunda çok açıktır. Bölüşülen ve yeniden bölüşülen artı değerin tamamı kapitalist meta üretiminde üretilir. Artı değerin daha sonra toplumda nasıl kademeli olarak akacağını ve işçi sınıfı dışındaki farklı sınıfsal kesimlerin gelir akışı olarak nasıl sonuçlanacağını kavramak için ilk adım burasıdır.
Sanayi kapitalistleri grubu içinde, farklı üretici türleri farklı sermaye yoğunluklarına sahiptir. Bazı üretimler makine başına çok fazla emek gerektirirken, diğer bazı metalar bunun tam tersidir. Dolayısıyla, meta üretiminde yaratılan toplam artı değerin ilk etapta sanayi sermayesinin farklı kesimleri arasında yeniden bölüşüldüğü bir süreç yaşanır.
Bu neden gereklidir? Uzun vadede her kapitalistin aynı ortalama kâr oranını elde etmesini sağlamak için gereklidir. Çünkü eğer ortalama kâr oranından daha yüksek kâr sağlayan bir üretim dalı varsa, o zaman çok sayıda kapitalist o sektöre girecek ve o malın üretimi ve arzı artacaktır. Bu durumda o malın fiyatı düşecek ve kâr oranı da azalacaktır.
Bu sürecin, meta üretimiyle uğraşan her kapitalistin -hangi üretim kolunda çalışırsa çalışsın, ister araba, ister bilgisayar, ister gömlek üretsin- aynı oranda kâr elde etmesini sağlayacak şekilde uzun bir dönem boyunca işlediğini gözümüzde canlandırabiliriz. Araba üretiminin gömlek üretimine kıyasla işçi başına çok daha fazla makine gerektirmesi, artı değerin ilk turda sanayi kapitalistleri arasında bölüşüleceği anlamına gelir.
Daha sonra üretilen metalar, metaların satışını organize eden firmalara teslim edilir. Bu firmalar hiçbir şey üretmezler; sadece üretilen metaların satılmasını sağlarlar. Bu sermaye kategorisine Marx ticari sermaye adını verir. Dolayısıyla argümanın ikinci kısmı, sanayi sermayesi ile ticari sermaye arasında gerçekleşen şeyin bir artı değer bölüşümü olduğudur. Üretilen toplam artı değer 100 $’a eşitse, bu 100 $’ın, üretimi fiilen organize eden üreticiler ile metaları satan firmalar arasında bölüşüldüğü bir süreç yaşanır.
Artı değer üretilmiştir; bunun bir kısmı onu üreten kapitalistler tarafından gerçekleştirilir, bir kısmı da ticari sermayeye devredilir, çünkü ticari sermaye metanın fiilen satışını sağlayacaktır. Meta satılmadan artı değer gerçekleşemez. Bu nedenle ticari sermaye artı değerin bir kısmını çekip alabilir.
Süreç burada bitmiyor, çünkü tüm bu firmaların iki şeye ihtiyacı var. Birincisi, yatırımlarını finanse etmek için borç para almaları gerekir, çünkü çoğu zaman üretimlerini genişletmek, yeni bir makine kurmak veya mağaza ağını genişletmek için ihtiyaç duydukları tüm paraya sahip değillerdir.
Böylece kapitalistler, faal kapitalistlere borç para verme konusunda uzmanlaşmış olan işçi sınıfı dışındaki bir başka kesimden borç almak zorunda kalırlar, bu kesim Marx’ın “para sermaye” olarak adlandırdığı kesimdir. Şimdi faal kapitalistler ile para sahipleri (money capitalists) arasında bir pazarlık süreci yaşanır. Üretici kapitalistlerin ya da ticari kapitalistlerin kâr olarak elde ettikleri artı değerin bir kısmı faiz geliri olarak para sahiplerine devredilmelidir. Bu gereklidir çünkü faal kapitalistlerin para sahiplerinden borç para almaları gerekir.
Son kesim, toprak gibi doğal kaynakların mülkiyetine sahip olan ve yine işçi sınıfı dışındaki bir gruptan gelmektedir. Kapitalist üretim için toprak gereklidir -tarımı düşünün- ama aynı zamanda madenleri, gayrimenkulleri, turizmi de düşünün; bunların hepsi doğal kaynakları ya da doğal kaynaklara erişimi gerektirir. Doğal kaynakların sahipleri, bu doğal kaynağı bir meta üretmek ve kârla satmak için kullanan faal kapitalistlerle artı değerin bir kısmı için pazarlık yapabilirler. Gelirin toprak gibi doğal kaynakların sahipleri tarafından alınan kısmı, Marx’ın “toprak rantı” dediği ya da bizim sadece “rant” dediğimiz şeydir.
Böylece III. cildin sonunda, egemen sınıfın tüm önemli kesimlerini ele aldık ve gelir akışlarının nihayetinde işçilerin ödenmemiş emeğinden nasıl elde edildiğini anladık. İlk pay sanayi kapitalistine, ikincisi ticari kapitaliste, üçüncüsü para sahibine, sonuncusu da doğal kaynak sahiplerine gidiyor. İlk iki grup kâr elde eder, para sahibi faiz alır ve doğal kaynak sahipleri de rant elde ederler.
Marx, I. ciltte artı değerin nasıl üretildiğini, II. ciltte nasıl gerçekleştirildiğini ve daha sonra nasıl bölüşüldüğünü ve Kapital’in III. cildinde de, artı değerin, egemen sınıfın farklı kesimlerinin gelir akışı olarak nasıl sona erdiğini göstererek analizini sonuçlandırır.
CB – Kapitalizmde herkesin, ister emek piyasasında çalışan işçiler ister sınırlı bir meta piyasasında kâr biriktirmeye çalışan kapitalistler olsun, hayatta kalmak için piyasalara bağımlı olması, rekabetin sınıf yapısından kaynaklandığı anlamına gelir ve bu, kapitalizm içinde şu ya da bu şekilde ele alınması gereken bir durumdur.
Bu rekabet sürecinden çıkan en önemli şey teknik değişimdir: çalışma sürecine daha fazla makine ve emekten tasarruf sağlayan cihazların eklenmesi dediğimiz şey. Diğer ekonomik anlayışların aksine Marksistler rekabet ve teknik değişim konusunu nasıl ele alırlar?
DB – Marx kapitalizmi teorik olarak açıklarken her zaman sınıf yapısını göz önünde bulundurur ve şu iki noktaya dikkat çeker. Birincisi, sermaye ve emek arasında çok önemli bir çelişkili ilişki vardır, ancak aynı zamanda kapitalist sınıf içindeki bireysel kapitalistler veya kapitalist gruplar arasında da çelişkili bir ilişki vardır. Bunlar arasındaki etkileşim, rekabet süreci olarak anladığımız şeydir.
Kapitalistler hem bireysel hem de grup olarak daha fazla artı değer üretmek ve bunu gerçekleştirmekle ilgilenirler. Kapitalizm planlı bir sistem olmadığından, her kapitalist her zaman kendi eylemini diğer kapitalistlerle koordine etmeye çalışmaz. Aslında durum çoğunlukla bunun tam tersidir. Bir endüstri içindeki bireysel kapitalistler ya da endüstriler arasındaki farklı kapitalistler, kendileri için daha fazla kâr elde etmek amacıyla her zaman birbirlerini geçmeye çalışırlar. Şiddetli, amansız, sürekli rekabet süreci kapitalizmde hayatın bir gerçeğidir. Marx bu olguyu tanımlamak ve analiz etmek için epey zaman harcamıştır.
İki kapitalist arasındaki rekabette, üretim maliyetini düşürebilen kapitalist rekabet mücadelesini kazanabilecektir. Neden mi? Çünkü aynı metayı daha düşük maliyetle üreten bireysel kapitalist, bunu piyasa fiyatından sattığında daha fazla artı değer ve daha fazla kâr elde edebilecektir. Ve bu artı değeri ya da kârı üretim sürecine yeniden yatırarak, sermaye tabanının büyüklüğünü artırabilecek ve kullandığı üretim tekniklerini geliştirebilecektir.
Dolayısıyla, üretim maliyetini düşürebilen kapitalist rekabet mücadelesini kazanacaktır. Bu nedenle, kapitalizmin mantığında, kapitalistlerin sürekli olarak üretim maliyetini düşürebilecek yeni üretim yöntemleri aramaları ihtiyacı yatar. Bunu fark ettiğimizde, kapitalist üretici için en önemli maliyet unsurlarından birinin ücret maliyeti olduğunu da fark etmemiz gerekir, çünkü emek üretimin en önemli unsurlarından biridir.
Rekabetçi mücadele doğrudan, her bir birim çıktıyı üretmek için kullanılan emek miktarını azaltabilecek yeni üretim teknikleri arayışına yol açar. Uzun süredir gözlemlediğimiz bir eğilimin, yani emek tasarrufu sağlayan teknik değişimin ortaya çıkışının sırrı buradadır. Bu sayede kapitalist sistemler, emekten tasarruf ederek ve emeğin yerine daha fazla emek-dışı girdi kullanarak üretim yöntemlerini sürekli olarak geliştirmektedir.
Kapitalizme içkin olan rekabet süreci, teknik değişimin bu özelliğine yol açmaktadır. Çarpıcı olan, uzun dönemler boyunca ve hatta bugün bile ampirik kanıtların, Marx’ın teknik değişimin gerekliliği ve emek tasarrufu sağlayan teknik değişimin tekrar tekrar devreye girmesi yönündeki belirgin eğilimine ilişkin anlayışını tamamen doğrulamış olmasıdır. Marx’ın analizinin bu özelliği, hem kapitalist teknolojinin tarihini hem de kapitalizmin içinde bulunduğumuz dönemini anlamak açısından son derece önemlidir.
Deepankar Basu, Massachusetts Amherst Üniversitesi’nde ders veren bir iktisat profesörüdür. The Logic of Capital: An Introduction to Marxist Economic Theory adlı kitabı Cambridge University Press tarafından 2021 yılında yayınlandı. Aşağıdaki söyleşi Jacobin editörlerinden Cale Brooks tarafından yapıldı.
Kaynak: The Basics of Marxist Economics
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***