YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye başka ülkelerin topraklarına, karasularına, münhasır ekonomik bölgelerine ve diğer egemenlik haklarına yönelik yayılmacı emelleri dış politikasına dâhil ettikçe, esasında kendi sınırlarını tartışmaya açmış bulunuyor. Yani kendi bindiği dalı kesiyor. Lausanne Antlaşması 100 yıl önce modern Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırlarını büyük ölçüde belirledi. O sınırlar neye göre belirlendi, içerisindeki halkın etnik, politik, kültürel, sosyal, ekonomik vs. bütünlük durumu neydi gibi ciddi soru ve sorunların varlığı bu gerçeği değiştirmez. İttihatçılardan beri uydurma Türk tarih tezi üzerine inşa edilerek oluşturulmaya çalışılan ırki-etnik Türklük kimliği cumhuriyetin ilanıyla beraber devlet politikası halini aldı. Bir taraftan Ziya Gökalp’in Türkiyecilik tezi çerçevesinde, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesin Türklüğünü sağlamaya çalışan asimilasyoncu kimlik politikaları, diğer taraftan bu Türkiyecilik çerçevesinin dışına taşan Oğuzculuk-Turancılık fikri temelleri, birbirleriyle ciddi manada çelişen yaklaşımlardı. Bu nedenle ister istemez ideolojik çeşitlenme programlanmış oldu. Türk nasyonalizmi hem civic bir üst kimlik söylemlerini vurguladı, hem de Orta Asya’dan göç miti üzerinden dış Türkler söylemi devam ettirildi. Yani “ne mutlu Türk’üm diyene” yaklaşımıyla, “dışarıda soydaşlarımız var” söylemi paralel olarak var ola geldi. Bu çelişkili durum içeride kendisini Türk olarak kabul etmeyen azınlıkların gözünden kaçmadı. Özellikle Kürtler, kendilerine dayatılan Türk kimliğinin civic bir üst aidiyet olmadığını, bilakis etnik-asimilasyoncu bir dayatma olduğunu anladı ve buna doğal olarak direndi. Bu durum Türkiye’nin politik karar alıcılarınca hoş karşılanmadı. Dahası, zamanında tehlikeyi görüp önlem almak yerine etnik-Türkçü söylemleri daha da yoğunlaştırdılar.
Cumhuriyetin ilk 10 yılında bariz bir ırki-etnik vurgu Türk kimliğini şekillendirdi. Türk “ırkının” konumlandırılmaya çalışılması, tasnifi, mukayeseli değerlendirmesi, kafatası ölçümleri, Orta Asya’dan göç mitinin tutarsızlıklarını bertaraf etmek ve Anadolu yerlisi Greko-Romen varlığın karşısında tarihi argüman olarak kullanmak amacıyla fabrike edilen, hiçbir kanıta dayanmayan, tamamen hayal ürünü ön-Türkler kuramı gibi vakalar ortadadır. Bunları reddederek “Türk kimliği civic-kültürel bir kimliktir, dolayısıyla ırki-etnik bir kimlik değildir” demek mümkün değil. Kemalist Türkiye, ulus inşasını yaparken ırki-etnik olmayan bir kültür milliyetçiliği yapabilir, civic bir kimlik yaratabilirdi. Net olan, bunu seçmediğidir. Resmi tarih tezleri, devamlı olarak Anadolu’nun etnik yapısını değiştiren “Türk göçünü” merkezde tuttular. Anadolu yerlisi Hristiyan halklarla karışma gibi tarihi bir gerçeği de reddettiler. O halkların yerine geçen, onları sayıca azınlık haline düşüren Türk akını anlayışı, okul kitaplarında ve devlet destekli/güdümlü akademiyada başat öykü oldu. Çocuklara bu müfredatı dayatarak bir asırda sayısız nesil yetiştirdiler. Bu politikaların neden olduğu yaman çelişkiler ve tutarsızlıkları ele alan ve eleştiren aydın sayısı parmakla gösterilecek kadardı. Onlar da aforoza uğradılar zaten.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Lausanne Antlaşması çerçevesinde çizilen sınırlar 1990’larla beraber Türkiye’de ciddi manada sorgulanmaya başladı. Yukarıda anlattığım tarih tezi ve oluşturulan uyduruk kimlik nedeniyle, yeni yetişen nesiller kendilerini Anadolu’nun otantik sahibi olarak değil, sonradan gelen işgalci fatihlerin torunları olarak konumlandırdı. Dahası, Anadolu yerlileriyle akraba halklarla da kan davasını andıran mücadele, cumhuriyetin bu irrasyonel kimlik politikalarınca genç kuşaklara dayatıldı. Yunanlar ve Ermeniler bu absürt kimliğin ötekisiydiler. Türkiye’nin resmi tarihine göre sonradan gelen fetihçi Türkler tarafından boyunduruk altına alınan bu ötekiler, aynı hikâyeye uygun olarak modern zamanlarda gerçekleşen Ermeni ve Rum soykırımı ile, cumhuriyetin Varlık Vergisi ile, 6/7 Eylül Pogromu’yla da uyumluydu.
1991’de Sovyetler Birliği çöktü ve üzerine kurulu topraklarda 15 yeni devlet ortaya çıktı Bu 15 devletten Türkî kökenli olanlarıyla Türkiye özel ilişkiler kurdu. Bu ilişkilerin gerekçesini, o devletlerin halklarının Türkiye’de “Türkler” olarak görülmesi oluşturuyordu. Aynı dönemde Türkiye, Kürt ayrılıkçı hareketine karşı argüman olarak Türkiye’de herkesin “Türk olduğu” tezini işliyor, Türklüğü bir üst kimlikmiş gibi lanse etmeye çalışıyordu. Türk Cumhuriyetleri denen Sovyet ardılı devletlerle açıktan bir “bütünleşme ve işbirliği” yönelimli siyaset izlenirken, Balkanlar’dan Çin Seddi’ne bir “Türk Dünyasından” söz ediliyordu. Yirmi Birinci Yüzyıl’ın bir “Türk yüzyılı” olacağı propagandası yapılıyordu. Aynı yıllarda Kürtler Türkiye dışındaki “soydaşlarıyla” ilgilenirken, Ankara Kuzey Irak’taki Kürtlerin Kürt oldukları gerçeğini reddederek ve onlara Kürt denilmesini yasaklayarak, oradaki insanların Peşmergeler olduğunu öne sürüyordu. Türkiye televizyonlarında birçok “akademisyen” de Kürtlerin bir “Türk boyu” olduğunu, dilleri olmadığını, Farsçanın kırık bir diyalektiğini konuştuklarını iddia ediyordu. Hatta bu iddiaları “akademik” kitaplarda ve makalelerde yazan “akademisyenler” de vardı.
Yine aynı yıllarda Türkiye – haklı olarak – Todor Jivkov yönetimindeki Bulgaristan’da Türk azınlığın asimilasyon politikasına uğratılmasını eleştiriyordu. Oradaki Türk soylu Bulgar vatandaşlarının isimlerinin zorla değiştirilmesi, Bulgarca konuşmaya zorlanmaları, Türkçe’yi kullanarak iletişim kurmalarının, yayın yapmalarının, folklörlerinin yasaklanmasını gündeme taşıyor, yerli ve uluslararası kamuoyunu bu doğrultuda bilgilendiriyordu. Fakat bu eleştirdiği uygulamaların aynısını Türkiye’deki kendi vatandaşı olan Kürtlere yapmaktan da geri durmuyordu. Kürtler aynı Bulgaristan’daki Türklerin uğradığı baskılara maruz kaldılar. Çocuklarına kendi dillerinde isim koymaları engellendi. Köy, kasaba ve mahallelerinin isimleri zorla değiştirildi. Kürtçe konuşmaları ve yayın yapmaları yasaklandı.
Bugün Türkiye’de yaşayan “Türkler”, Anadolu’ya 11. yüzyılda gelen sınırlı sayıda Orta Asya kökenli siyasi-askeri sınıfın sayıları on milyonu bulan Anadolu yerlileriyle karışmasıyla ortaya çıkmıştır. Dini ve linguistik (lisanî) asimilasyona uğrayan on milyonlarca Anadolu yerlisi 11. yüzyıldan itibaren Müslümanlaşmaya ve Türkofonlaşmaya (lisanî-kültürel manada Türkleşmeye) başladılar. Bugün Anadolu’da kendilerini “Türk” kabul eden insanların gen havuzlarında çok yüksek oranda Greko-Romen, Ermeni, Süryani, Kürt, Arap, Kafkasyalı, Balkan vs. etnisiteler bulunuyor. Bu gerçek, Türkofonların Anadolu yerlileri olduğunu kanıtlıyor. Tarihsel, sanat tarihsel, folklorik, kültürel, sosyolojik, antropolojik gerçekler de bunu doğruluyor. Halil İnalcık gibi Osmanlı Tarihi’nin en saygın hocalarından biri de bu gerçekleri yazdı.
Bugün yaşanan çok aşırı radikal, ırkçı Türkçülük akımının kontrolden çıktığını düşünüyorum. Türkiye’deki yön keşmekeşinin en önemli nedenlerinden birisi, Anadolu coğrafyasından kopuk, etno-milliyetçi bu habis kimliğin ısrarla sürdürülmesidir. Akademisyenler bu ırkçı tutumu eleştirdiğinde garip şekilde ırkçılıkla suçlanıyor! DNA verileri ışığında Türkofonların etnik Türk olmadığını yazmak veya söylemek, ırkçı Türkçülerce ironik ve trajikomik bir biçimde ırkçılık olarak karalanmaya çalışılıyor.
Bu habis kimlik konsepti, bugün Türkiye’de en ciddi ayrılıkçı söylemdir. 1920’lerin ve 1930’ların ırkçı tarih tezlerinin derhal terk edilmesi gerekiyor. Anadolu coğrafyasını baz ve temel alan bir civic kimlik oluşturulmalıdır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***