YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Modern dönemde insan hakları müdafaası alanında epeyce bir mesafe alındığını söyleyebiliriz. İnsanlık, sahip olduğu hak ve özgürlüklerin ne kadar önemli olduğunu ve bunlara sahip çıkmadığı takdirde hayatın kendisi için nasıl zindana çevrileceğini her geçen gün daha iyi anlıyor. Bu sebeple insan hakları alanında çalışma yapan resmi kurumlar ve sivil toplum örgütleri halkı bu konuda bilinçlendirmek istiyor ve vatandaşları hak savunuculuğuna çağırıyor. Fakat Müslümanlar arasında henüz yeterli düzeyde hak arama bilincinin oluştuğu söylenemez. Zaten yöneticileri zamanla tiranlaştıran ve hak gaspına yönelten önemli sebeplerden biri de halkın bu konudaki pasifliği ve duyarsızlığıdır.
Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki mü’minleri hak savunuculuğuna teşvik edecek en güçlü motivasyon, dinî motivasyondur. Eğer inananlar, kime ve niçin yapıldığına bakmaksızın her tür zulüm ve haksızlığa karşı koymanın en önemli dinî vecibelerden biri olduğunu anlarlarsa, bu konuda daha çok inisiyatif alırlar; korkuları veya çıkar beklentileri, onları hak müdafaasından alıkoymaz; çevrelerinde yaşanan ağır insan hakkı ihlallerini görmezden gelmezler. Bu sebeple bu yazıda hak savunuculuğunun İslâmî referanslarını ortaya koymak, Kur’ân ve Sünnet’in bu konuda mü’minlerden ne talep ettiğine göz atmak istiyoruz.
Hak savunuculuğu, insan haklarının korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için çaba harcanmasını ifade eder. İnsan hakları savunucuları, ayrımcılık, baskı, işkence, zulüm, kötü muamele gibi temel insan haklarına yönelik her tür tehdit ve saldırıyla mücadele ederler. Kur’ân ve Sünnet, bir taraftan günümüzde insan hakkı ihlali olarak görülen fiilleri irtikap etmeyi şiddetle yasaklamış, diğer yandan da hakkı çiğnenen mazlum ve mağdurlara yardımcı olmayı emretmiştir. Daha sonra İslâm’ın konu etrafında dile getirdiği hükümlere göz attığımızda göreceğiz ki, aslında her mü’min bir insan hakkı savunucusudur, daha doğrusu öyle olmak zorundadır. Dini doğru anlayan ve temsil eden bir mü’minin, zulüm ve haksızlıklar karşısında duyarsız ve sessiz kalması mümkün değildir.
CELB-İ MENAFİ VE DEF-İ MEFASİD
Pek çok âlimin belirttiği üzere, Kur’ân ve Sünnet hükümlerinin nihai maksadı, celb-i menafi (faydalı şeylerin elde edilmesi) ve def-i mefasittir (zararlı şeylerin engellenmesi). Hatta dinî hükümleri bütüncül bir nazarla inceleyen âlimler bunlardan, “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır.” şeklindeki fıkıh kaidesini çıkarmışlardır. Yani, İslâm’ın vaz etmiş olduğu bütün hükümlerin ilk ve öncelikli hedefi, insanların canına, malına, ırzına, namusuna, onur ve şerefine dokunan her tür zarar ve mefsedetin engellenmesi, ortaya çıktıktan sonra da bir an önce izale edilmesidir. Dolayısıyla her bir mü’min, işin başında zulüm ve haksızlığa uğramamak için gerekli tedbirleri almakla, buna maruz kaldıktan sonra da gücü nispetinde onu ortadan kaldırmakla veya bir şekilde telafi etmekle mükelleftir. Hukukun ana maksadı da budur.
ZULÜMLE MÜCADELE
Zulmün, her tür itikadî, ahlakî ve amelî sapmayı içine alan çok geniş bir kavram olduğunu hatırlatmak gerekir. Her çeşit insan hakkı ihlali, bir çeşit zulümdür. Zira daha çok insanî ilişkilerdeki haksızlıkları ifade etmek için kullanılan zulüm kavramı, bir kişinin haddini aşarak bir başkasının hukukuna tecavüz etmesi demektir. Her tür insan hakkı ihlalinde de bunu gözlemlemek mümkündür. Çünkü hak ihlallerinin temelinde, birilerinin, hukukça kendilerine tanınan alanın dışına çıkarak bir başkasına zarar vermesi vardır.
Kur’ân ve Sünnet’te zulüm ölçüsünde lanetlenen başka bir fiil yoktur. Kur’ân, üç yüze yakın âyette zulüm üzerinde durur ve mü’minleri ondan uzak durmaya çağırır. “Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur.” (Hûd sûresi, 11/113) âyeti, zulmün Allah katında ne kadar ağır cezası olan bir fiil olduğunu gösterir. Zira burada doğrudan bir zulüm irtikabında bulunmasa ve zalim olmasa bile, zalimlere en küçük bir sempati gösteren insanın dahi Cehennem’e girebileceği belirtir. Peygamber Efendimiz (s.a.s) de, “Zulümden uzak durun! Çünkü o, kıyamet günü (zalimler için) zifiri karanlık olacaktır.” (Müslim, Birr 56) şeklindeki sözleriyle mü’minleri zulümden sakındırır.
İslâm, ağır tehdit ve ikazlarıyla mü’minleri zulüm ve haksızlık irtikabından, zulme destek vermekten, zalime arka çıkmaktan ve hatta zulüm ve haksızlıklara kalben küçük bir meyil göstermekten sakındırdığı gibi, zulüm ve haksızlıkların engellenmesi noktasında da onlara önemli görevler yükler. Mesela bir âyette, zalimlerin sebep oldukları fitne ve fesadın bir gün gelip herkesi tesir altına alacağı, yani masumlara da zarar vereceği hatırlatılarak, zalime engel olunması gerektiğine işaret edilir. (Enfâl sûresi, 8/25) “İnsanlar zalimi görürler de duyarsız kalır, onun zulmüne mâni olmazlarsa, hiç şüphe yok ki Allah’ın azabı herkesi kuşatır.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17) hadisi de yukarıdaki âyetin anlamını teyit eder.
Şu âyet-i kerime de günahlar, kötülükler, zulüm ve haksızlıklar karşısında sessiz ve duyarsız kalan insanları levmeder: “Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı. Ne çirkin davranıştı bu tutumları!” (Mâide sûresi, 5/79) Allah Resûlü’nün (s.a.s) şu sözleri ise uhrevî kurtuluşu, zulmün engellenmesi için mücadele etmeye bağlar: “Hayır, hayır, zalimin zulmüne mani olmadıkça size de kurtuluş yoktur.” (Tirmizî, Tefsîr 5)
Hiç şüphesiz bir toplumda zulüm ve haksızlıkların son bulması, hak ihlâllerinin önlenmesi genel bir bilinçlenmenin ve duyarlılığın oluşmasına bağlıdır. İşte Efendimiz’in şu sözleri buna işaret eder: “Zayıfın, hiçbir rahatsızlık duymadan/sıkıntıya maruz kalmadan hakkını güçlüden alamadığı bir ümmet yüceltilmez/günahlarından temizlenmez.” (İbn Mâce, Sadakat 17)
İnsanları, başkalarının hakkını müdafaa etmekten men eden ve zulüm karşısında sessiz kalmaya sevk eden korkaklık ve çıkar beklentisi gibi bir kısım faktörler vardır. Şu hadisler bunların da meşru birer mazeret olamayacağına işaret eder ve mü’minleri hakkı ikame etmeye çağırır: “Sakın sizden birinin herhangi bir kimseden duyduğu korku, bildiği bir hakkı söylemesine engel olmasın!” (Tirmizî, Fiten, 26) “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında adaleti dile getirmektir.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17)
Şu hadis-i şerif, mü’minleri, çevrelerinde olup biten zulüm ve haksızlıklar karşısında inisiyatif almaya ve aktif olmaya çağırır: Allah Resûlü, “Zalim de mazlum da olsa kardeşine yardım et.” buyurur. Bunun üzerine sahabeden biri, “Ya Resûlallah, kardeşim mazlumsa ona yardım ederim. Fakat zalime nasıl yardım edeyim?” diye sorar. Peygamberimizin cevabı şu olur: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz bu da ona yardım etmektir.” (Buhari, İkrah 7)
MEŞRU MÜDAFAA
Meşru müdafaa, kişinin gerek kendisinin gerekse bir başkasının canına, malına, ırz ve namusuna yönelik haksız bir saldırıyı uzaklaştırmak için ortaya koyduğu savunmayı ve böylece dokunulmaz bir hakkı müdafaa etmesini ifade eder. Bütün hukuk sistemlerinde meşru müdafaa, hukuka uygunluk sebebi olarak kabul edilir ve kuvvet kullanarak mevcut bir saldırıyı bertaraf eden kimsenin, zorunlu olarak cana veya mala vermiş olduğu zarardan ötürü ceza almayacağı ön görülür. İslâm, meşru müdafaaya izin vermekle kalmamış, çoğu durumda onu bir sorumluluk ve vecibe olarak ortaya koymuştur.
Kur’ân, “Haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara sûresi, 2/190) ifadeleriyle haksızlık ve saldırganlığı yasaklamış, ardından da bu yasağı çiğneyenlere karşı nasıl muamele edileceğini ve nasıl bir savunma yapılacağını şöyle açıklamıştır: “Kim size haksız yere saldırırsa siz de aynısıyla karşılık verin.” (Bakara sûresi, 2/194)
Şuara sûresinde, yalancı şairlerden, onlara uyan sapkın ve azgınlardan, zalimlerden ve onları bekleyen kötü akıbetten bahsedilir ve sonrasında bazı güzel vasıflara sahip olan samimi mü’minler bunlardan müstesna tutulur. Mü’minlerin özellikleri sayılırken, iman etmeleri, salih amel işlemeleri, Allah’ı çokça zikretmelerinin yanı sıra bir de zulme maruz kaldıktan sonra yardımlaşıp haklarını almaları öne çıkarılır. (Şuara sûresi, 26/227) Şu âyetler de aynı noktaya işaret eder: “Onlar zulme uğradıklarında yardımlaşıp haklarını alırlar. Ama unutmayın ki haksızlığın karşılığı, yapılan haksızlık kadar olabilir, fazlası helâl olmaz.” (Şûrâ sûresi, 42/39-42)
Allah Resûlü (s.a.s), bir mü’minin, canını, ailesini, dinini, malını savunmaya ve korumaya çalışırken öldürülmesi durumunda şehit olacağını ifade buyurmak suretiyle, temel hakları koruma uğrunda yapılan meşru müdafaanın ne kadar mukaddes bir görev olduğunu ortaya koymuştur. (Ebû Dâvud, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21)
Cana, mala, ırza yönelik saldırıların bertaraf edilmesi, yani temel insan haklarının korunması, sadece kişinin kendisiyle sınırlı değildir. Bilâkis mü’min, kendisi kadar başkalarının canını, malını ve ırzını korumakla da mükelleftir. Nitekim Efendimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyurur: “Kim mü’min kardeşinin ırz ve namusunu korursa, Allah da kıyamet günü onu Cehennem ateşinden korur.” (Tirmizi, Birr 20) Şu hadis de aynı noktaya işaret eder: “Sakın ola sizden biri haksız yere bir insanın öldürüldüğü yerde bulunmasın. Çünkü haksız yere öldürülen kimsenin yanında bulunup da onu müdafaa etmeyen kimselerin üzerine Allah’ın lâneti iner.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 11/260)
İYİLİĞİ EMRETME VE KÖTÜLÜĞÜ ÖNLEME
İyiliğin tavsiye edilmesi ve yayılması, kötülüğün ise önlenmesi veya azaltılması anlamlarına gelen emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker, İslâm’ın başlıca emirlerden ve temel dinamiklerinden biridir. Peygamberlerin temel vazifesi bu olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in en bariz vasıflarından biri de budur. Bu yüzden her mü’min, imkân ve gücü nispetinde bunu yapmakla mükelleftir. Şu âyetler, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker vazifesini mü’min olmanın temel bir hususiyeti olarak ortaya koyar:
“(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/110)
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah’a ve Resulüne itaat ederler.” (Tevbe sûresi, 9/71)
“Onlar öyle mükemmel insanlardır ki şayet kendilerine dünyada hakimiyet nasip edersek namazlarını hakkıyla ifa eder, zekâtlarını verir, iyi ve meşrû olanı yayar, kötülüğü önlerler.” (Hac sûresi, 22/41)
Allah Resûlü’nün şu sözleri de tüm mü’mileri kötülükler karşısında duyarlı olmaya çağırır: “Sizden biriniz bir kötülük (münker) gördüğünde eliyle onu düzeltsin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle onu düzeltsin. Buna da muktedir olamazsa kalbiyle tavrını belli etsin. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, îmân 78) Bu hadis-i şerif mü’minleri, konum ve durumları, güç ve imkânları nispetinde kötülüklerle mücadele etmeye çağırır. Hiç şüphesiz insan haklarını ihlal eden her fiil, bir münkerdir. Yani dinin, aklın, vicdanın, örfün tasvip etmediği ve çirkin bulduğu bir fiildir. Dolayısıyla bir mü’mine düşen vazife de eliyle veya diliyle bunu önlemeye çalışmak, buna gücü yetmezse en azından kalben tavır koymak, yani tarafını belli etmektir.
HILFU’L-FUDÛL
Hılfu’l-fudûl, Kureyşli bazı kabilelerin, Mekke’de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek maksadıyla yaptıkları bir antlaşmadır. Efendimiz de (s.a.s) henüz peygamber olmadan önce bu antlaşmaya dâhil olmuştur. Hem ibadet hem de ticaret merkezi olan Mekke’ye dışarıdan çok fazla ziyaretçi geliyordu. Zaman zaman zayıf ve güçsüz kimseler, zulüm ve haksızlığa uğruyorlardı. Bazen de Mekkeli kabileler arasında çatışmalar vuku buluyor ve bunun neticesinde mağduriyetler ortaya çıkıyordu. İşte Hilfu’l-fudul’un kurulma amacı da mazlum ve mağdurlara yardım etmekti.
Hılfu’l-fudul’a dâhil olan kabilelerin yapmış olduğu antlaşmanın muhtevası şuydu: “Allah’a andolsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız.” (DİA, “Hılfu’l-fudûl”) Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Hılfu’l-fudul, tam anlamıyla insan hakları savunuculuğunu üstlenmişti.
Hılfu’l-fudul, İslâmiyet gelmeden önce yapılan bir antlaşma olsa da, Resûl-i Ekrem (s.a.s), kendisine nübüvvet verildikten sonra da ondan övgüyle bahsetmiştir. O şöyle demiştir: “Zühre, Teym ve Haşimoğullarının yaptığı antlaşmada ben de hazır bulundum. Bu antlaşmayı bozmam karşılığında kırmızı tüylü deve sürüleri bana teklif edilse, yine de bozmam. Şayet iyiliği emretme, kötülükten uzaklaştırma ve mazlumun hakkını zalimden alma üzerine kurulan böyle bir antlaşmaya bugün çağrılsam hemen ona icabet ederim.” (Bezzâr, Sünen, 3/235; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/193)
Peygamber Efendimiz’in henüz vahiy almadan önce zayıf ve güçsüzlerin haklarını korumak için kurulan böyle bir teşkilatın içinde yer alması ve peygamber olduktan sonra da bundan övgüyle söz etmesi, günümüzde benzer yapıların kurulması için önemli bir teşvik ve motivasyon kaynağıdır.
MÜFSİT VE MUSLİHLER
Kur’ân, onlarca âyet-i kerimede yeryüzünde fesat çıkarmayı yasaklar ve ıslahı emreder. Fesat/ifsat, tabii dengeyi, toplumsal düzeni, ahlaki yapıyı ve dinî hayatı bozucu filleri içine alan geniş bir kavramdır. Farklı bir tabirle ifsat denildiğinde, toplumda yerleşik örf ve teamülleri, ahlakî ve dinî değerleri, siyasi ve hukukî kaideleri ihlâl edici kötü, zararlı ve yıkıcı fiiller anlaşılır. Bu yüzden fesat ortaya çıktığında, hem toplumsal hayattaki hem de tabiattaki düzen, ahenk ve denge bozulur. Dolayısıyla her tür zulüm ve haksızlık, isyan ve bozgunculuk, suç ve günah bir çeşit fesattır.
Fesat ve ifsadın zıddı, salah ve ıslahtır. Salah, iyi, güzel ve faydalı olma anlamındadır. Islah ise bir şeyi düzeltmek, iyileştirmek, geliştirmek gibi anlamlara gelir. Birbiriyle çatışma ve kavga halinde olan insanların arasını düzeltmek ve onları barıştırmak da ıslah kavramıyla ifade edilir. Buna göre müfsit, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, muslih de barışı, dirlik ve düzeni tesis etmeye çalışan kimse demektir. Kur’ân’a göre ifsat, kâfir ve münafıklara ait bir fiil olmasına karşılık, ıslah mü’minlerin başlıca özelliklerinden biri olarak gösterilir. Pek çok âyet ve hadiste insanların arasını bulma, toplumsal ahengi tesis etme mü’minlerin başlıca görevi olarak gösterilir.
Cana, mala, ırz ve namusa verdikleri zararla insan haklarını ihlal eden kimseler en büyük müfsitlerdir. Ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir toplumda denge, düzen ve ahenkten bahsedilemez. Dolayısıyla da toplumsal huzur yok olur. İnsanlar mutlu ve müreffeh bir hayat yaşayamazlar. Bütün bu olumsuzlukları izale etmek, zalim ve mütecavizlerin ifsat ettiklerini düzeltmek mü’min olmanın bir gereğidir.
NETİCE
Maalesef günümüzde bencil, kendini düşünen, “beni ısırmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen, duyarsız ve vurdumduymaz bir insan tipi ortaya çıktı. Bu yüzden insanlar, başkalarının acılarına ortak olmuyor, eğer kendine bir zararı yoksa zulüm ve haksızlıklarla mücadele etmiyor, mazlum ve mağdurların yaralarını sarmaya çalışmıyorlar. Oysaki İslâm’ın çizdiği mü’min portresi bunun tam zıddıdır. İslâm’a göre Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen bir kimsenin onlar arasında yeri yoktur. Şayet bir kişi, kendisi için sevip istediği şeyleri mü’min kardeşi için de istemiyorsa, imanında problem var demektir. Kendi canını, malını, ırz ve namusunu koruma konusunda gösterdiği aynı hassasiyeti başkaları hakkında da göstermiyorsa İslâm’a aykırı davranıyor demektir. Kısacası kimliğine bakmaksızın tüm mazlum ve mağdurların hakkını savunmak, mü’min olmanın en temel gereklerinden biridir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***