AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM
Shahab Ahmed (1966–2015), Pakistan’da doğmuş, uluslararası bir akademik çevrede yetişmiş ve Harvard Üniversitesi’nde uzun yıllar öğretim üyesi olarak çalışmış modern İslam düşüncesinin en etkileyici isimlerinden biriydi.
Shahab Ahmed’in ‘What Is Islam?’ (İslam Nedir?) kitabı bana göre son yıllarda İslam düşüncesi üzerine yazılmış en iddialı eserlerden biri. Ahmed, kitabının ilk sayfalarında “İslam nedir?” sorusunu radikal biçimde yeniden formüle etmek gerektiğini söylerken, modern İslam çalışmalarının klasik teolojik ve fıkhi tanımlarını sorguladı. Ona göre İslam, kelamcıların ve fakihlerin ortaya koyduğu doktrinler toplamına da modern tarihsellik vurgusu yapan ekollerin yorumlarına da indirgenemezdi.
İslam, Ahmed’in çerçevesinde, Pre-Text (Vahiy öncesi Kelam alanı), Text (Kur’an metni) ve Con-Text (tarih boyunca Müslümanların vahye yükledikleri anlamlar bütünü) adını verdiği üç temel düzlemde işleyen, farklı coğrafyalarda ve bilgi rejimlerinde çelişkili ve çoğul biçimlerde tezahür etmiş yorumsal bir akıştı.
Bu akışın içine İbn Sina’nın ‘uçan adam’ deneyinden Sühreverdi’nin işrak metafiziğine, İbn Arabi’nin insan-ı kamil doktrininden Devvani ve Tusi’nin ahlak kitaplarına, Rumi ve Bulleh Şah’ın aşk şiirlerinden İkbal’in modern benlik vurgusuna, medrese felsefesinden içki şiirlerine ve Osmanlı saray kültürüne kadar geniş bir yelpaze dahil edildi. Ahmed’e göre bu çoklu ve çelişkili üretimlerin tümü, İslam’ın ‘Con-Text’inin, yani tarihsel anlam-evreninin ayrılmaz ve ‘İslami’ parçalarıdır. Ancak bu yaklaşım, İslam’ın tarihsel gerçekliğini düzen kurucu boyutundan ayırma riskini de barındırıyordu. Nitekim vahyin ontolojisi, hukuk, hadis ve Sünnet’in epistemik statüsü bakımından ciddi teorik açmazlar da ortaya çıkıyordu.
Ahmed, Müslüman tecrübenin genişliğine şiir, tasavvuf, felsefe ve edebiyatın merkezi rolünü vurgulayarak klasik ‘tek doğru İslam’ söylemini sorguladı. Fakat bunu yaparken vahiy ontolojisi askıya alınıyor, Sünnet ve hadis teorinin dış çeperine itiliyor, İslam’ın hukuksal boyutu neredeyse imkansız hale geliyordu.
Ahmed’in kitabının başlığına yerleştirdiği soru – ‘What is Islam?’ – klasik İslami ilimlerde çoğu zaman ihmal edilmiş bir soruydu. Gelenekte daha çok ‘İslam’ın hükümleri nelerdir?’, ‘İslam’a göre iman nedir?’, ‘İslam’ın usulü nedir?’ gibi alt sorular öne çıkmıştı. Ahmed ise bu soruyu usul-i fıkıh, kelami akide, ya da modernist reform diliyle cevaplamak yerine; İslam’ı, Müslümanların tarih boyunca ‘İslam’ adıyla ilişki kurdukları bütün anlam ve pratiklerin oluşturduğu yorum alanı olarak tanımladı. Böylece İslam, soyut normatif bir yapı olmaktan çıkıp, tarihsel olarak yaşanmış bir anlam alanı haline gelecekti.
Fakat tam burada temel bir problem belirir: ‘İslam nedir?’ sorusu mahiyeti gereği ontolojik bir soru olduğuna göre; soru salt ‘Müslümanlar tarih boyunca ne yaptılar?’ sorusuna indirgenebilir miydi? Zira, Ahmed, ontolojik ve normatif düzlemi, tarihsel/ampirik düzlemle sistematik biçimde üst üste bindirip, ‘İslam nedir?’ sorusunu, ‘Müslümanların İslam diye yaşadıkları şey nedir?’ sorusuna dönüştürdü.
Bu dönüşümü ciddi bir kategori hatası olarak yorumlamak mümkündür; zira bir dinin ‘ne olduğu’ ile o din mensuplarının tarihsel olarak ‘ne yaptıkları’ iki ayrı düzlemdir. Ahmed, ikinci düzlemi doğru biçimde ciddiye alırken, birincisini erteleyip ve yorumsal çoğulluk lehine belirsizleştirdi.
Bu sorun özellikle ‘İslam’ın sınırı nedir?’ sorusunda gorunur olur. Eğer İslam, tarih boyunca Vahiy ile ilişkilendirilen bütün söylem ve pratiklerden ibaretse, ‘İslam dışı’ bir söylem nasıl tanımlanacaktır? Ahmed’in geniş yorum çerçevesi buna net bir kriter sunmaz; çünkü onun ilgisi, ‘şu söylem İslam’a aykırıdır’ değil, ‘şu söylem tarih boyunca İslam adıyla ilişkilendirildi’ demektir.
Ahmed’in tezi: pre-text / text / con-text ve çoğulcu hakikat rejimi
Ahmed’in teorisinin çekirdeği, vahyi ve İslam’ı üç düzlemde kavramsallaştırmasıdır: Pre-Text, Text ve Con-Text. Pre-Text, Kur’an’ın ardındaki ilahi hakikat düzlemini; Text, bu hakikatin Arapça bir metin olarak zuhurunu; Con-Text ise Müslümanların bu metinle kurdukları yorum ilişkisini ifade eder. Ahmed, bu düzlemlerin sürekli etkileşim halinde olduğunu ve bu etkileşimin çelişkili sonuçlar doğurmasının doğal olduğunu savundu. Bu nedenle Ahmed, İslam tarihini, farklı epistemik alanların Pre-Text’ten aldıkları payı, Text üzerinden Con-Text’e tercüme ettikleri bir akış olarak kavramsallaştırdi.
Bu modelde Ahmed, çelişkiyi İslam’ın doğası olarak konumlandırdı. Tasavvufun hulul ve vahdet-i vücut ifadeleriyle kelamcı tevhid anlayışlarının, fıkıhta içki yasağının vurgulanmasıyla şiirde şarap güzellemelerinin, zahidlik söylemiyle saray hedonizminin aynı evrende bulunmasını, Pre-Text/Text/Con-Text ilişkisinin çoğul tezahürleri olarak tanımladı. Ona göre çelişki, insanın, dilin ve tarihin sınırlılığının doğal bir sonucuydu.
Ahmed, bu çerçeveyi inşa ederken, İbn Sina’dan Aristotelesçi metafizik mirasa, Sühreverdi’den işraki kavrayışa, İbn Arabi’den insan-ı kamil ontolojisine, Tusi ve Devvani’den ahlak ve bilgi hiyerarşisine; Rumi, Bulleh Şah ve Huşhal Han gibi şairlerin benlik ve hakikat söylemlerine ve İkbal’in modern benlik vurgusuna kadar geniş bir harita çizdi. Bu isimler onun için normatif hakem değil, İslam’ın Con-Text’inde benlik–hakikat–vahiy ilişkisini temsil eden örneklerdi. Böylece İslam tecrübesi, kelam ve fıkhın normatif çizgisinden çok felsefe, tasavvuf ve şiirin ufkuyla okunmalıydı.
Ontolojik boşluk, normativite krizi, Sünnet’in marjinalleşmesi
Ahmed’in modeli, Müslüman tecrübenin zenginliğini hatırlatması ve şiir–tasavvuf–felsefe–edebiyatın merkezi rolünü vurgulaması bakımından değerlidir. Ancak bu kazanımlar, teorinin başka alanlarda ciddi zaaflar üretmesine yol açtı: Tanımın daireselliği, normativitenin buharlaşması, vahyin ontolojik statüsünün boşalması, Sünnet ve hadis mirasının teorinin kenarına itilmesi.
Din sosyolojisi ile din ontolojisinin bu ölçüde örtüşmesi kategori hatası olarak yorumlanabilir zira, İslam’ın ‘ne olması gerektiği’ ile ‘ne olmuş olduğu’ arasındaki çizgi bu modelde ortadan kalkmaktadır. Tarihte fiilen gerçekleşmiş tasavvufi vecd, fakih normativizmi, saray hedonizmi ve hatta zulmun dahi ‘İslami’ olarak kavranabilir hale gelmesi doğal olarak ciddi bir relativizm üretir.
Diğer taraftan, Ahmed, Pre-Text kavramını tanımlarken klasik literatürde vahiy denince akla gelen meleki taşıyıcılık, kelam sıfatı, Levh-i Mahfuz, inzal/tenzil ayrımı, Resul–Nebi farkı gibi ontolojik unsurları sistematik biçimde askıya alıp, Pre-Text’i, giderek ‘Müslümanların Allah’tan geldiğine inandıkları hakikat alanı olarak tanimladi. Böylece vahiy, Ahmed’in kitabinda ontolojik bir ilahi kelam olmaktan çok, tarih boyunca ‘ilahi hakikat’ diye ilişkilendirilen şeyler olarak ele alinir.
Diğer taraftan, Klasik İslam epistemolojisinde Kur’an ve Sünnet iki temel kaynak iken, Ahmed’in Islam tanımında, Sünnet daha çok tarihsel söylemlerden biri gibi görünür.
Ahmed’in çelişkiyi İslam’ın özüne yazması teolojik hakikat açısından cesur ama bir o kadar da tartismaya aciktir. İslam, kendi diliyle insanı sapıklıktan hidayete, cahillikten bilgiye yönelttiğini söyler. Eğer İslam çelişkilerin asli olduğu bir yorum alanı ise, rehberlik iddiasının epistemik zemini nasıl korunacaktır?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

