Militan anne Perfidia mektubunda ‘Biz başarısız olduk, bayrağı size devrediyoruz’ derken, aslında her neslin laneti özetleniyor. Paul Thomas Anderson’ın yirmi yıllık obsesyonu olan One Battle After Another, şiddetin şiddeti doğurduğu döngüyü soğukkanlılıkla izlerken, belki de en radikal eylemi fısıldıyor: Bir çocuğu sevgiyle büyütmek, tüm devrimlerden daha yıkıcı olabilir.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Biliyorum aslında epey geç oldu ama özellikle sosyal medyada yere göğe sığdırılamayan bir filmin gecikmiş analizine yoğunlaşacağız bugün. Tahmin edeceksiniz elbette sıra dışı yönetmen (neden böyle dediğimi birazdan izah edeceğim) Paul Thomas Anderson’un son filmi One Battle After Another’dan bahsediyorum.
Filme girmeden önce hikayede adı geçen hayali örgütten bahsedeyim biraz.
French 75, Paul Thomas Anderson’ın filminde tasvir ettiği sol kanat silahlı devrimci grup, tamamen kurgusal olmasına rağmen, 1960’ların ve 1970’lerin Amerikan radikal hareketlerinden derin izler taşımakta. Grup adını, Birinci Dünya Savaşı’nda Fransız ordusunun kullandığı 75mm’lik toplara atfen konmuş bir kokteylden alıyor ve bu isim seçimi bile Anderson’ın karakteristik ironisinin bir yansıması niteliğinde. Filmde French 75, göçmen gözaltı merkezlerini basan, kürtaj yasağını destekleyen senatörlerin ofislerine saldıran ve banka soyguncuları gerçekleştiren bir yeraltı örgütü olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu eylemler, salt şiddet eylemleri olarak değil, sistemik baskıya karşı umutsuz bir direniş biçimi olarak sunuluyor.
French 75’in en belirgin tarihsel ilham kaynağı, 1969-1977 yılları arasında aktif olan Weather Underground (Weathermen) örgütü. Weather Underground, Michigan Üniversitesi’nde kurulan, Vietnam Savaşı ve Amerikan ırkçılığına karşı silahlı mücadele yürüten Marksist militan bir örgüttü. Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve Kongre binasını bombalayan grup, FBI’ın en çok aranan listesinde yer almıştı. 6 Mart 1970’te Greenwich Village’daki bir evde üç üyenin bomba yapımı sırasında hayatını kaybetmesi, örgütün dönüm noktası oldu ki bu trajedi, French 75’in filmde yaşadığı kayıpların habercisi niteliğinde. Weather Underground’un “hiçbir sivil ölüm olmadan bombalama” politikası, filmdeki French 75’in “tahliye uyarılı eylem” stratejisiyle doğrudan örtüşmekte.
Ancak Anderson, French 75’i yalnızca Weather Underground’un bir kopyası olarak tasarlamamış. Grup, aynı zamanda Thomas Pynchon’ın Vineland romanındaki “People’s Republic of Rock and Roll” (PR³) kolektifinden de esinlenmekte. PR³’ün 1960’ların karşı-kültür devrimciliğine olan nostaljik bağlılığı, French 75’in DNA’sına işlenmiş. Filmde grubun göçmen hakları ve beden özerkliği gibi çağdaş meseleleri sahiplenmesi, Anderson’ın bu tarihsel mirası günümüze taşıma çabasının göstergesi. French 75, geçmişin hayaletleriyle bugünün kabusu arasında köprü kuran bir metafor olarak işlev görüyor. Sözgelimi 1960’ların tükenmemiş öfkesinin 21. yüzyılın polis devleti gerçekliğiyle buluştuğu kavşak noktası olarak işaret ediyor.
Yönetmenine biraz tanıyalım.
Paul Thomas Anderson, çağdaş Amerikan sinemasının en özgün ve tavizsiz yönetmenlerinden biri. 1970 doğumlu yönetmen, henüz 26 yaşındayken çektiği Hard Eight (1996) ile dikkat çekmiş, ardından gelen Boogie Nights (1997) ile eleştirel ve ticari başarıyı bir arada yakalamıştı. 1970’lerin porno endüstrisini anlatan bu film, Anderson’ın “aile” kavramını alışılmadık bağlamlarda keşfetme obsesyonunun ilk habercisi sayılırken, sektörü sempatik gösterdiği şeklinde ciddi eleştiriler de almıştı. Bir diğer başyapıtı Magnolia (1999) ise, San Fernando Vadisi’nde birbirine bağlı hayatları üç saatlik bir epik anlatıyla harmanlayarak, yönetmenin ambisyonunun (Hedflerinin) sınırlarını test etmişti.
Anderson’ın kariyerindeki asıl kırılma noktası ise There Will Be Blood (2007) oldu. ‘Upton Sinclair’in Oil!’ romanından gevşek, hadi serbest uyarlama diyelim olan film, Daniel Day-Lewis’in Oscar’lı performansıyla petrol baronu Daniel Plainview’ü canlandırdığı bir Amerikan trajedisiydi. Film, yedi Akademi Ödülü adaylığı aldı ve Anderson’ı “auteur” statüsüne yükseltmişti. The Master (2012), Scientology’ye benzer bir kült hareketi incelerken; Phantom Thread (Ülkemizde Hayalet İplik ya da Gizli bir aşk olarak bilinir) (2017), Day-Lewis’in muhteşem oyunculuğuyla 1950’lerin Londra moda dünyasını araştırdı.
Inherent Vice (Nedense Ölümcül Günah gibi tuhaf bir çeviri kullanılmıştı) (2014), yönetmenin yazar Thomas Pynchon’la ilk keşfiydi. Bu deneyim, on yıl sonra One Battle After Another’ın tohumlarını ekecekti. Licorice Pizza (2021), 1970’lerin Los Angeles’ında geçen nostaljik bir aşk hikayesiyle Anderson’a BAFTA En İyi Özgün Senaryo ödülünü kazandırdı.
One Battle After Another, Paul Thomas Anderson’ın yirmi yıl boyunca kafasında taşıdığı bir projenin nihai kristalleşmesi diyebiliriz. Esquire dergisine verdiği röportajda Anderson, “Yirmi yıl önce bu hikayeyi geliştirmeye başladım, başlangıçta aksiyon dolu bir araba kovalamacası filmi olarak hayal ediyordum” demişti. Yönetmen, yıllar içinde projeyi birkaç kez yeniden ele almış, bazen Thomas Pynchon’ın 1990 tarihli Vineland romanını uyarlamayı düşünmüş. Ancak romanı çok sevdiğini ve bu sevginin adil bir uyarlama yapmasını engelleyeceğini fark etmiş.
Sonunda Anderson, doğrudan bir uyarlama yerine farklı bir yol seçti: Vineland’dan bazı unsurları—özellikle baba-kız dinamiğini—alıp, yıllar içinde yazdığı bağımsız hikayelerle birleştirdi. Bu melez yaklaşım, filmin jeneriklerinde “Thomas Pynchon’ın Vineland romanından esinlenilmiştir” ifadesiyle tescillendi. Pynchon’ın romanında Zoyd Wheeler karakteri, kızı Prairie’nin kaçırılmasının ardından neredeyse anlatıdan silinirken, Anderson’ın versiyonunda Bob Ferguson (Leonardo DiCaprio) hikayenin merkezinde kalıyor ve kurtarma misyonu filmin kalbi haline geliyor. Bu değişiklik, Anderson’ın kendi babalık deneyimiyle (Maya Rudolph’tan dört çocuğu var) ilişkilendirilebilir, bu sebeple proje onun için derinden kişisel bir hale dönüşmüş de diyebiliriz.
Vineland’ın 1984’te—Reagan’ın yeniden seçildiği yıl—geçmesi tesadüf değil. Roman, 1960’ların karşı-kültür hareketlerinin nasıl ezildiğini ve muhafazakarlığın yükselişini anlatıyor. Anderson, bu tematik çerçeveyi 2020’lerin Trump-sonrası Amerika’sına taşıyarak, tarihsel bir döngüyü vurgulamış. Filmde French 75’in göçmen gözaltı merkezlerine saldırması, kürtaj yasağına karşı eylem yapması gibi unsurlar, romanın 1980’ler eleştirisini günümüze uyarlayan bilinçli tercihler. Anderson, Pynchon’la birlikte senaryo yazarak—yönetmenin ilk ortak senaryo deneyimi—bu adaptasyonun yazarın onayıyla gerçekleşmesini sağlamış. Pynchon’ın Hollywood’a olan meşhur mesafesi düşünüldüğünde, bu iş birliği sinema tarihinde nadir bir olay olarak kayıtlara geçmiş oldu.
One Battle After Another, büyük ölçüde Kuzey Kaliforniya’da, özellikle Humboldt County ve çevresinde çekilmiştir. Bu bölge, hem Pynchon’ın romanının geçtiği yer hem de Anderson’ın yakalamak istediği atmosferin doğal kaynağı gibi. Eureka, Arcata ve Trinidad kasabaları, filmin ana mekanlarını oluşturuyor. Bir haberde okudum, Arcata’nın Plaza bölgesi ve Trinidad’ın dramatik sahil kayalıkları, filmin en ikonik sahnelerine ev sahipliği yapmış. Humboldt State Üniversitesi kampüsü (şimdi Cal Poly Humboldt), 1960’ların hippi kültürünün hâlâ hissedildiği bir atmosfer sunmuş.
Görüntü yönetmeni Michael Bauman, filmin görsel dilini şekillendiren isim. Bauman, Anderson’la Licorice Pizza’dan bu yana çalışmakta ve One Battle After Another için 35mm film kullanmayı tercih etmiş. Filmmakers Academy’ye verdiği röportajda Bauman, “PTA her zaman karakterleri çevreleyen dünyayı yaratmayı çok önemsiyor. Bu filmde kamera, karakterlerin duygusal durumlarını yansıtan bir araç olarak kullanıldı” demişti. Özellikle aksiyon sahnelerinde kullanılan uzun planlar ve steady-cam hareketleri, filmin kaotik enerjisini kontrollü bir şekilde iletmekte. Bauman, bir röportajında (Motion Picture Association) şiddet sahnelerinin “koreografik bir bale” gibi tasarlandığını, kameranın “şiddetin içinde dans ettiğini” belirtmişti.
Filmin Andersona’a göre rekor sayılabilecek2 saat 50 dakikalık final kesimi, Anderson’ın en uzun filmi olarak kayıtlara geçti. Yönetmenin kurgu sürecinde birkaç farklı versiyon denediği, hatta 3 saati aşan bir “yönetmen kesimi”nin var olduğu söylenmekte. Film, büyük bir stüdyo yapımı olmasına rağmen Anderson’ın kreatif kontrolü tam olarak koruduğu söyleniyor ki bu durum, günümüz Hollywood’unda giderek nadir görülen bir ayrıcalık.
One Battle After Another’ın senaryosu, Paul Thomas Anderson ve Thomas Pynchon’ın ortak çalışmasının ürünü. Bu iş birliği, iki farklı sanatsal vizyonun beklenmedik bir uyumunu ortaya koyuyor. Pynchon’ın labirentimsi anlatı yapısı, komplo teorileri ve paranoyak atmosferi; Anderson’ın karakter odaklı, duygusal derinlikli hikaye anlatıcılığıyla harmanlanmış adeta.
Senaryonun yapısı, klasik bir “kurtarma misyonu” anlatısı üzerine inşa edilmiş: Bob Ferguson (Leonardo DiCaprio), eski eşi Perfidia (Teyana Taylor) tarafından kaçırılan kızı Willa’yı kurtarmak için yola çıkar. Ancak bu basit öncül, katman katman karmaşıklaşır. Perfidia, French 75 adlı radikal grubun liderlerinden biridir ve Willa’yı “devrimin geleceği” olarak yetiştirmek istemektedir. Bob’un yolculuğu, onu eski French 75 yoldaşlarıyla, FBI ajanlarıyla ve gizemli Sensei Sergio St. Carlos (Benicio Del Toro) ile karşılaştırır.
Senaryo, dikkatli okunduğunda Vineland’dan (Kitaptan) önemli ölçüde ayrılıyor. Romanda Zoyd Wheeler karakteri, kızı Prairie’nin kaçırılmasının ardından anlatıdan neredeyse silinirken, filmde Bob merkezi konumunu koruyor. Bu değişiklik, filmin duygusal çekirdeğini güçlendiriyor. Bu yönüyle senaryo aksiyon filmi DNA’sını art-house duyarlılığıyla birleştirmiş, diyebiliriz. Diyaloglar, Pynchon’ın karakteristik kelime oyunlarını ve kültürel referanslarını taşırken, Anderson’ın naturalist konuşma ritimlerini de içeriyor. Özellikle Bob ile Sensei arasındaki sahneler, felsefi derinlik ve absürt komediyi muazzam bir ustalıkla dengeliyor.
Senaryonun en cesur hamlesi ise, French 75’in eylemlerini ne tamamen onaylaması ne de tamamen reddetmesi. Film, şiddetli direnişin ahlaki karmaşıklığını keşfedercesine eylemcilerin motivasyonlarını anlaşılır kılarken, şiddetin kaçınılmaz olarak daha fazla şiddet doğurduğunu da gösteriyor. Bu nüanslı yaklaşım, ciddi anlamda “merkezcil her iki tarafçılık” (bothsidesism) anlamına geliyor bence. Yani “hem nala hem mıha” durumu!
Gelelim oyunculuklara…
Leonardo DiCaprio’nun ‘Bob Ferguson’ performansı, aktörün kariyerindeki en içe dönük ve kırılgan rollerinden biri. DiCaprio, French 75’in eski bir üyesi olarak geçmişin hayaletleriyle yüzleşen, kızını kurtarmaya çalışırken kendi kimliğini sorgulayan bir adam çiziyor. Anderson adeta DiCaprio’nun yıldız karizmasını bilinçli olarak söndürüp, bunun yerine yorgun bir insanlık sunuyor. Özellikle filmin ikinci yarısında, Bob’un eski yoldaşlarına telefonla yalvardığı sahne; şifreleri ve kod adlarını unutmuş, sadece “Benim olduğumu tanıyın!” diye haykıran bir adam, DiCaprio’nun duygusal aralığını sergileyen birer ustalık gösterisine dönüşmüş.
Sean Penn’in Albay Steven J. Lockjaw performansı, filmin en tartışmalı ve unutulmaz unsuru. Penn, FBI’ın özel operasyonlar bölümünü yöneten, French 75’i yok etmeye obsesif biçimde bağlı bir karakteri canlandırıyor. Lockjaw, filmin “şeytanı”ancak Penn, karaktere beklenmedik bir trajikomik boyut katıyor. Onun Perfidia’ya olan takıntısı, profesyonel görevin ötesine geçen patolojik bir obsesyona dönüşüyor. Penn’in fiziksel dönüşümü – kilo alımı, bıyık, gergin duruş- karakteri hem tehditkar hem de gülünç kılıyor. Hatta neredeyse Lockjaw’u, Heath Ledger’ın Joker’inden bu yana en rahatsız edici kötü adam performansı demek bile mümkün!
Benicio Del Toro’nun Sensei Sergio St. Carlos’u, filmin ruhani ve komik dengesini sağlayan karakter. Del Toro, dövüş sanatları ustası ve topluluk aktivisti olan bu gizemli figürü, karakteristik ağır kanlılığıyla yorumluyor. Sensei, French 75’in şiddetli taktiklerine alternatif bir direniş modeli sunuyor: sessiz, topluluk temelli, uzun vadeli. Sensei, şiddetin cazibesine kapılmadan değişime sebep olmanın mümkün olduğunu gösteren tek karakter belki de.
Teyana Taylor’ın Perfidia’sı, karmaşık bir antagonist portresi çiziyor. Eski bir aktivist, anne ve hâlâ inanan bir devrimci olarak Taylor, karakterin çelişkilerini—annelik içgüdüsü ile ideolojik bağlılık arasındaki gerilimi—inandırıcı kılıyor kılmasına ama, özellikle filmin giriş sekanslarında bence gereksiz bir hedonizm/ironi vulgarizasyonu var.
Regina Hall (Deandra) ve Alana Haim (Mae West) yan rollerde güçlü performanslar sergilemişler. Hall, Bob’un yeni hayatındaki partneri olarak duygusal çapa işlevi görürken; Haim, French 75’in genç kuşak üyelerinden biri olarak idealizm ve şiddet arasındaki gerilimi somutlaştırıyor.
Paul Thomas Anderson’ın yönetmenliği, One Battle After Another’da kariyerinin tüm birikimini sergiliyor demek mümkün. Film, Anderson’ın karakteristik uzun planlarını, karmaşık kamera hareketlerini ve “ensemble” oyunculuk (denk oyunculuk diyebiliriz) yönetimini içerirken, daha önce denemediği bir alanda—büyük bütçeli aksiyon sineması—kendini kanıtlamasını sağliyor.
Her ne kadar bazı eleştirmenler ve sosyal medya kullanıcıları abartmanın dibine vurup “aksiyon dilbilgisini yeniden yazıyor” demiş olsa da geleneksel Hollywood aksiyon filmlerinin hızlı kesmeli, desoriyante (saptırıcı) edici estetiğinin aksine, Anderson uzun, kesintisiz planlarla şiddeti filme almış. Bu yaklaşım, izleyiciyi aksiyonun içine çekerken aynı zamanda şiddetin gerçek ağırlığını hissettirmesini sağlıyor. Özellikle filmin ortasındaki banka soygunu sahnesi—tek bir planda çekilen yedi dakikalık bir sekans—teknik ustalığın zirvesi diyebiliriz.
Anderson’ın yönetim tarzının bir diğer ayırt edici özelliği, ton değişimlerini yönetme becerisi. Film, kara komedi, gerilim, aile draması ve politik alegori arasında sürekli geçiş yaparken bu tonal çeşitlilik, bazı izleyiciler için kafa karıştırıcı olabiliyor ve Anderson’ın hayranları bunu yönetmenin imzası olarak kabul ediyor nedense! Esasen bence Anderson, izleyicinin ne hissetmesi gerektiğini dikte etmeyi reddedip, bunun yerine çelişkili duyguların aynı anda var olmasına izin vermiş.
Jonny Greenwood’un film müziği, One Battle After Another’ın ruhunu tanımlayan unsurlardan biri. Radiohead gitaristi ve besteci Greenwood, Anderson’la There Will Be Blood’dan (2007) bu yana iş birliği yapıyor. Ki bu ortaklık, modern sinemanın en verimli yönetmen-besteci ilişkilerinden biridir bence.
Filmde kullanılan ve özellikle dikkat çeken parçalar arasında açılış teması “Trust Device”, filmin ana teması “One Battle After Another” ve kapanış kredilerinde çalan “Vineland” yer alıyor. “Trust Device”, dissonant yaylılar ve elektronik dokularla filmin paranoyak atmosferini kurarken; ana tema, marş benzeri ritmiyle devrimci enerjiyi ve yorgunluğu aynı anda yansıtıyor.
Greenwood’un müziği, filmin dönemsel kaynaklarıyla da diyalog halinde adeta. 1960’ların ve 1970’lerin protest müziğine göndermeler, orijinal temanın içine ustaca yerleştirilmiş. Bu nostaljik dokunuşlar, filmin tematik ilgilerini—geçmişin hayaletleri, tamamlanmamış devrimler—müzikal olarak pekiştiriyor.
Filmde bir Anderson filminden beklenmeyecek kadar derin ve fazla felsefe var.
Diğer bir ifade ile One Battle After Another, yüzeyindeki aksiyon-gerilim anlatısının altında derin felsefi sorular barındırıyor. Filmin merkezi felsefi gerilimi, şiddetli direniş ile pasif direniş arasındaki ahlaki ikilem.
Şiddetin döngüselliği bir diğer unsur. Film, şiddetin kaçınılmaz olarak daha fazla şiddet doğurduğu tezini işliyor. French 75’in eylemleri, devlet baskısını artırıyor; bu baskı, daha radikal eylemleri tetikliyor. Tabiri caizse film, şiddetli direniş ile devlet destekli şiddet arasındaki ensest ilişkiyi gösteriyor; birbirlerini besleyen, birbirlerini meşrulaştıran toksik bir dans. Perfidia ve Albay Lockjaw arasındaki patolojik obsesyon, bu döngünün somutlaşmış hali: düşmanlar, birbirlerinin varlık sebebi haline geliyor.
Benicio Del Toro’nun Sensei karakteri, şiddete alternatif bir direniş modeli sunuyor. Sensei’nin dojo’su, topluluk örgütlenmesinin, karşılıklı yardımın ve uzun vadeli değişimin mekanı. French 75’in gösterişli eylemleri manşetlere çıkıyor ama gerçek değişim Sensei’nin sessiz çalışmasında gerçekleşiyor. Bu karşıtlık, filmin performatif aktivizm eleştirisinin temelini oluşturuyor.
Filmi şahsen biraz da Lacanyen gözle baktım ben. Zira filmin en sofistike felsefi katmanı, dil ve gerçeklik arasındaki gerilim. Şifreler, kod adları ve parolalar, French 75’in güven sisteminin temeli ancak aynı araçlar yalan söylemenin de aracı. Bob’un eski yoldaşlarına telefonla yalvardığı sahnede, şifreleri hatırlayamaz ama “Ben olduğumu tanıyın!” diye haykırır. Bu an, sembolik düzenin (dil, kodlar) ötesinde “gerçek” bir tanınma talebinin ifadesinden başka nedir ki? Lacancı terminolojiyle, Bob Sembolik’in yetersizliğiyle yüzleşir ve Gerçek’e (the Real) ulaşmaya çalışıyor.
Filmin en güçlü tematik unsuru, mücadelenin nesiller arası aktarımı. Perfidia’nın kızı Willa’ya yazdığı mektupta söylediği gibi: “Biz başarısız olduk, şimdi bayrağı size devrediyoruz.” Bu mesaj hem umut hem de lanet taşıyor. Öyle değim ama her nesil, öncekinin tamamlanmamış işini devralır! Bob’un Willa’yı tek başına yetiştirme kararı, belki de en radikal eylem olarak sunulurken şiddet döngüsünü kırarak, bakım ve sevgi yoluyla geleceği şekillendirmenin derin anlamları var bence.
Filmin politik duruşu ise tartışmalı. Bana kalırsa Anderson burada biraz politik davranıyor ve “hem nal hem mıh” felsefesinin tam tersi olan “ne şiş yansın ne kebap” moduna geçiyor! Evet özellikle sosyal medyada bazı izleyiciler, filmin açıkça solcu olduğunu savunuyor: “Kontrol dışı polis devleti, kriz aktörleri, beyaz milliyetçi kultistler—bunlar sağcı fanteziler değil, sol eleştirinin hedefleri.” Ancak çok dahatlıkla, filmin “her iki tarafı da” eleştirdiğini, French 75’in şiddetini devlet şiddetiyle eşitlediğini de söylemek mümkün. Galiba en doğrusu şöyle: Filmin gerçek politik mücadeleleri çerçevenin kenarlarında bırakması, bazı izleyicileri hayal kırıklığına uğratıyor ve bu belirsizlik, Anderson’ın bilinçli bir tercihi mi yoksa bir zayıflık mı, bu tartışılır!
Ve kesinlikle One Battle After Another’ın görsel estetiği, Michael Bauman’ın görüntü yönetmenliğinde şekillenen zengin bir sinematik dil sunuyor.
Bir kere film, dijital çekim yerine 35mm film kullanımıyla çekilmiş. Bu tercih, görüntüye organik bir doku, doğal bir gren ve nostaljik bir sıcaklık katıyor. Kuzey Kaliforniya’nın sisli ormanları, kayalık sahilleri ve kasaba meydanları, bu formatla neredeyse masalsı bir atmosfer kazanıyor. Bauman’ın ifadesiyle, “Dijital, her şeyi çok net, çok temiz gösterir. 35mm, dünyayı biraz bulanıklaştırır—bu da filmin rüya benzeri, hafıza benzeri kalitesini destekler”.
Öte yandan Anderson’ın karakteristik uzun planları, bu filmde doruk noktasına ulaşıyor. Banka soygunu sahnesi, tek kesintisiz planda çekilen yedi dakikalık bir koreografi mesela. Bu teknik, izleyiciyi aksiyonun içine çekerken, şiddetin gerçek süresini ve ağırlığını hissettiriyor. Kısa kesmeli Hollywood estetiğinin aksine, bu yaklaşım şiddeti estetize etmek yerine somutlaştırıyor.
Filmin renk paleti de, dönemsel ve tematik katmanları yansıtıyor. 1960’lar/70’ler flashback’leri sıcak, doygun renklerle (turuncu, sarı, kahverengi) boyanırken; günümüz sahneleri daha soğuk, solgun tonlar (mavi, gri, yeşil) kullanılıyor. Bu görsel kodlama, geçmişin idealize edilmiş nostaljisi ile bugünün sert gerçekliği arasındaki kontrastı vurgulamak için yapılmış izlenimi verdi bana.
Mebzul miktarda gönderme de var filmde. Film geniş bir sinema tarihiyle diyalog halinde diyebiliriz bu yüzden. 1970’lerin paranoya filmlerine (Alan J. Pakula’nın “Paranoya Üçlemesi”—Klute, The Parallax View, All the President’s Men) açık göndermeler içeriyor mesela. French 75’in yeraltı hayatı, The Battle of Algiers’ın gerilla estetiğini hatırlatıyor. Aksiyon sahnelerinin koreografisi, Hong Kong sinemasının (özellikle John Woo) etkisini taşıyor. Ancak Anderson, bu referansları pastiş olarak değil, kendi vizyonunun yapı taşları olarak kullanıyor.
Toparlıyorum; One Battle After Another, Paul Thomas Anderson’ın kariyerinin en iddialı ve belki de en önemli filmi diyebiliriz. Amerikan sinemasının büyük bütçeli stüdyo sistemiyle “auteur” vizyonunu uzlaştırabileceğini kanıtlayan nadir yapımlardan biri.
Filmin ismi—”Savaş Üstüne Savaş”—çok katmanlı bir anlam taşıyor: French 75’in devlete karşı savaşı, Bob’un kızını kurtarma savaşı, karakterlerin kendi iç savaşları ve en önemlisi, nesilden nesile aktarılan bitmek bilmeyen mücadele. Perfidia’nın mektubundaki sözler filmin manifestosu mahiyetinde: “Biz başarısız olduk, şimdi bayrağı size devrediyoruz”.
Anderson ve Pynchon, bu filmle ne bir devrimci manifesto ne de bir muhafazakâr uyarı sunuyor. Bunun yerine, Amerikan tarihinin karanlık döngülerini—şiddet, baskı, direniş, daha fazla şiddet—soğukkanlı bir gözle inceliyorlar. Film, kolay cevaplar vermekten kaçınıyor; izleyiciyi rahatsız bırakıyor, sorularla baş başa bırakıyor.
Ve kesinlikle katıldığım bir alt mesaj; şiddet döngüsünü kırmak, belki de silahlı mücadeleden daha devrimci bir eylemdir. Bir çocuğu sevgiyle yetiştirmek, geleceğe yatırım yapmak, umut etmek; bunlar da birer savaştır. Ve bu savaş, hiç bitmiyor…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

