M. NEDİM HAZAR | YORUM
Tarih, sadece olayların kronolojik dizilimi değil, o olayların toplum hafızasına nasıl kazındığının hikayesi. 17 Aralık, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük illüzyonunun, en başarılı “algı mühendisliğinin” yıldönümü. Erdoğan rejimi, o sabah suçüstü yakalandığı bir suç mahallini, ustaca bir manevrayla “mağduriyet kürsüsüne” çevirmeyi başardı. Bugün geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz şey, “Cemaat hükümeti devirmek istedi” şeklindeki o pespaye darbe masalı değil; uluslararası bir suç şebekesinin devleti nasıl rehin aldığı ve İslamcılık maskesi altında yapılan organize yağmanın ifşasından başka bir şey değil.
İnancım odur ki, bir gün mutlaka gerçeği, rejimin inşa ettiği bu yalan duvarından tuğla tuğla sökerek yüzlerine vuracak günler gelecektir.
Erdoğan özenle inşa ettiği sarayın resmi tarih tezi bize 17 Aralık’ın, 2013 sonlarında patlak veren dershane krizine Cemaat’in verdiği bir “refleks” olduğunu söylüyor. Ne acıdır ki bu, kuyruklu yalanı bizzat bazı Cemaat mensupları da artık satın almış durumda. Şurasını bilmeyenlere hatırlatalım; bu operasyonun miladı Ankara’daki dershane tartışmaları değil, Washington ve Tahran hattındaki para trafiğidir.
Soruşturmanın fitili 2013’te değil, tam iki yıl önce, 2011’de ateşlendi. Dönemin ABD yönetimi, İran ambargosunun Türkiye üzerinden “altın ticareti” kılıfıyla delindiğini, Halkbank merkezli bir kara para aklama mekanizmasının kurulduğunu tespit etmişti. Bizzat ABD Hazine Bakanlığı müfettişleri Ankara’ya gelerek “Ne yaptığınızı biliyoruz, bu suçu durdurun!” uyarısında bulundu.
Emniyet birimleri, daha ortada ne bir dershane kavgası ne de açık bir siyasi çatışma varken, bu uluslararası suç trafiğini teknik takibe almıştı. Dolayısıyla, 2011’de başlayan bir takibi 2013’teki siyasi kavgaya bağlamak, bazı Cemaat mensuplarının düştüğü durum gibi saflık değilse, bilinçli bir karartmadır. Ortada siyasi bir “zamanlama” yoktu zira; suçun büyüklüğü ve uluslararası boyutu takvimi belirliyordu.
Erdoğan’ın 17 Aralık sürecindeki agresifliğinin kökeni, 2013 Mayıs’ındaki Gezi Parkı olaylarına ve Arap baharı rüzgarıyla gelinen Temmuz’daki Mısır darbesine dayanıyor. Gözü dönmüş şekilde bir talan operasyonunun tam ortasında olan Erdoğan, bu iki olayı kendi iktidarına yönelik Batı destekli bir final operasyonu olarak okudu. Emre Uslu’nun dediklerine katılıyorum; ABD’nin kendisini İran ambargosu nedeniyle zaten gözden çıkardığını düşünen Erdoğan, “Nasılsa devrileceğiz!” paniğiyle rüşvet çarkını yavaşlatmak yerine gaza bastı.
Manzara açıktı. Olan biten, batan gemiden mal kaçırma psikolojisinin pratiğiydi. 2013’ün ikinci yarısında rüşvet trafiğinin oluk oluk akmasının, ayakkabı kutularının dolup taşmasının sebebi buydu.
17 Aralık soruşturmasında Muammer Güler’in oğlu Barış Güler’in yatak odasından çıkan paralar, para sayma makinesi ve çelik kasalar…
Hatırlayın deneyimli siyasal İslamcı Şevki Yılmaz’ı. “Altın dolu kasaları bunlara mı bırakacaksınız?” diye sormuştu. “Bunlar bizim kalemimizi kırdı, o halde ne vurursak kârdır!” güdüsüyle hareket eden bir iktidar, suçun dozunu artırdıkça polisin artık istese bile kapatamayacağı kadar büyük bir yolsuzluk düzeneği oluşturdu. Reza Zarrab’ın “önüne yatan” bakanlara rüşveti bir pizza servisi sıklığında dağıtması, bu “kıyamet öncesi son vurgun” telaşının sonucuydu.
17 Aralık sabahı düğmeye basılmasının sebebi Cemaat’in “hükümeti devirme planı” değil, polisin iki yıldır yapılan çalışmaların çöp olması korkusuydu! Zira tam da o günlerde dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler, Zarrab’dan aldığı istihbaratla takip edildiklerini öğrenmiş ve karşı hamleye geçerek operasyonu yapan polisleri takibe aldırmıştı. Yoz hükümet, pislikleri ortaya çıkmasın diye, polisi polise takip ettiriyordu artık!
17 Aralık operasyonunda rüşvet adım adım takip edilmiş, kayda alınmıştı.
Dosyanın karartılacağını, delillerin yok edileceğini önce hisseden, ardından emin olan dürüst emniyet mensupları, belki de bir yıl daha sürecek bir olgunlaşma sürecini beklemeden “panik butonuna” bastılar. Dolayısıyla Erdoğan’ın operasyonlardan sonra büyük başarıyla sattığı “Bana darbe yapılacaktı!” algısı gerçeği yansıtmıyor.
Eğer sarayın söylediği gibi bu planlı bir darbe olsaydı, savcılar polise değil, jandarmaya veya askeri bürokrasiye gider, sonuç alıcı bir hamle yapardı. Oysa gördüğümüz şey, delillerin karartılmasını engellemek için can havliyle harekete geçen bir avuç polisin çırpınışıydı.
Olayın bir başka ibretlik yönü daha var. 17/25 Aralık, sosyolojik olarak Türkiye’de “Siyasal İslamcılığın” ahlaki ölüm ilanından başka bir şey değildi. O gün toplum, “gerçek dindar” ile “siyasal İslamcı” arasındaki ontolojik farkı dehşetle izledi.
Bir tarafta; devletin malına el uzatmayan, rüşvet çarkına girmeyen, cebinde belki çay parası olmadığı halde milyon dolarlık rüşvetlere tenezzül etmeyen “milletini seven dindar” polisler… Diğer tarafta; dini değerleri bir suç örtüsü olarak kullanan, “Bakara-Makara” diyerek kutsalla dalga geçen, hırsızlığı “cihat ganimeti” sayan “siyasal İslamcı” bezirganlar.
17 Aralık, siyasal İslamcılık ideolojisinin, aslında kamu kaynaklarını yağmalamak için uydurulmuş bir aparat olduğu gündür. O gün polisler sadece hırsızları yakalamadı; siyasal İslam’ın yüzünde eğreti duran makyajını silip altındaki çürümüşlüğü, o irin dolu yarayı ifşa etti.
Peki netice ne oldu?
Manzara ortada aslında…
Acı olan ise şu: Türkiye’de muhalefet, Erdoğan’ın bu devasa yalanını satın alarak rejimin ömrünü uzattıkça uzattı. 17 Aralık dosyalarına “Cemaat operasyonu” diyerek burun kıvıranlar, aslında hukukun katledilmesine ve ülkenin bir mafya devletine dönüşmesine onay vermiş oldu ve maalesef hala hapisteki o kahraman polisleri yokluğa mahkum ederek bunu devam ettiriyorlar.
İş bu sebeple tarih, 17 Aralık’ı bir darbe girişimi olarak değil; bir devletin, uluslararası suç şebekeleri ve yerli işbirlikçileri tarafından nasıl rehin alındığının belgesi olarak yazacak, bundan eminim. O polisler ve savcılar, belki bugün hapiste veya sürgündeler ama tarih önünde, hırsıza hırsız dedikleri için başları dik olarak geçecekler. Asıl mahkumiyet ise, bu yağmaya “darbe” kılıfı giydirenlerin ve bu yalana inananların vicdanında sonsuza kadar bir yara olarak kalacak…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

