Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

5 asırdır değişmeyen düzen!

5 asırdır değişmeyen düzen!


AHMET KURUCAN | YORUM

“Selam verdim, “Rüşvet değildir” diye almadılar. Elimdeki hükmü gösterdim, “Faydasızdır” diye önemsemediler. Her ne kadar görünüşte saygılı davranıyor gibi gözükseler de, hâl diliyle bütün sorularıma cevap verdiler.

Dedim ki: “Ey dostlar, bu yaptığınız ne yanlış iştir, bu kaş çatmalarınız nedendir?”

Dediler ki: “Bizim âdetimiz hep böyledir.”

Dedim ki: “Bana, geçimimi sağlamam için ömür boyu vakıflardan faydalanabileceğim, padişaha da huzurla dua edebileceğim bir emekli maaşı beratını vermişler.”

Dediler ki: “Ey zavallı, seni zulmümüz altına sokmuşlar, sana da sürekli faydasız tartışmalara giresin, uğursuz yüzlerimizi görüp nahoş sözler işitesin diye bir sermaye vermişler.”

Dedim ki: “Peki beratımın içeriği neden hayata geçirilmiyor?”

Dediler ki: “Gelirler yok, bu yüzden yerine getirilmesi mümkün değil.”

Dedim ki: “Böyle vakıf, gelirsiz olur mu?”

Dediler ki: “Sarayın zorunlu ihtiyaçlarından artarsa, bizde kalır mı?”

Dedim ki: “Vakıf malını fazla kullanmak vebaldir.”

Dediler ki: “Biz onu paramızla satın aldık, bize helaldir.”

Dedim ki: “Hesaba çekilseler, bu yaptıklarınızın bozuk olduğu ortaya çıkar.”

Dediler ki: “O hesap kıyamette görülür.”

Dedim ki: “Dünyada da hesap vardır, bunu duymadınız mı?”

Dediler ki: “Ondan da korkumuz yok, kâtipleri razı ettik.”

Gördüm ki sorularıma cevaptan başka bir şey vermiyorlar; bu beratla ihtiyacımı gidermeye de niyetli değiller. Çaresiz mücadeleden vazgeçtim, ümitsiz ve mahrum olarak kendi köşeme çekildim.”

Fuzûlî’nin meşhur Şikâyetnâmesi, Osmanlı bürokrasisinin çürümüşlüğünü, vakıf gelirlerinin nasıl suiistimal edildiğini, liyakat yerine çıkar ilişkilerinin nasıl öncelendiğini hicveder. Okuduğumuz satırlar, 16. yüzyılın bir fotoğrafıdır. “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar!” cümlesi, hem dönemin ahlâkî erozyonunu hem de işleyişin gayriresmî kurallarını özetler.

Aradan 5 asır geçti.

Devlet sistemi değişti, padişahlık gitti, Cumhuriyet kuruldu, demokrasi tecrübesi yaşandı. 2000’li yılların başında umut veren ve kendilerine ‘muhafazakar Müslüman’ diyen siyasal İslamcı söyleme sahip bir parti iktidara geldi. “Yolsuzlukla, yoksullukla ve yasaklarla mücadele” vaatleri, adalet ve şeffaflık vurguları hâlâ hafızalarda. Ama, fakat, maalesef, ne yazık ki aradan geçen 23 yıl sonunda çok farklı bir manzara ile karşı karşıyayız!

Fuzûlî’nin yukarıda aktardığım satırlarını günümüz Türkiye’sine uyarlamak için hiçbir kelimesini değiştirmeye gerek kalmıyor.

Evet, bugün Türkiye’de, ihale sisteminden imar izinlerine, kamu ihalelerinden yargı süreçlerine kadar pek çok alanda “gayriresmî ilişki” artık sıradanlaştı. Rüşvet, doğrudan el değiştiren para anlamında olmayabilir; ama ihale kırım oranlarının ayarlandığı, yakın ilişkilerle atamaların yapıldığı, “senin adamın” olmanın ön şart olduğu bir düzen hâkim.

Bir iş adamı, kamu kurumuna gittiğinde elinde ne kadar “hukuki hakkı” olursa olsun, eğer iktidar çevresine yakın değilse, işi ya ağırdan alınır ya da imkânsız hâle getirilir. Bu durum, tıpkı Fuzûlî’nin “Hükmü gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler” ifadesinde olduğu gibi, hukuku kâğıt üzerinde var kılar ama fiiliyatta hükümsüzleştirir.

Fuzûlî’nin vakıf gelirleri üzerinden yaptığı eleştiri, bugün kamu kaynaklarının yönetiminde birebir karşımıza çıkıyor. Merkezi bütçe, yandaş projeler, devasa saray harcamaları, gösterişli ama ekonomik karşılığı olmayan yatırımlar için seferber edilirken; eğitim, sağlık, tarım gibi temel alanlarda “Kaynak yok!” cevabı veriliyor.

“Böyle vakıf, gelirsiz olur mu?” sorusunun bugünkü versiyonu, “Bu devlet, vergi gelirleri rekor kırarken neden emekliye, öğretmene, işçiye kaynak bulamıyor?” sorusudur. Cevap da aynı: “Sarayın zorunlu ihtiyaçlarından artarsa, bizde kalır mı?”

Metindeki “Paramızla satın aldık, bize helaldir!” cümlesi, günümüzün “yasal ama ahlâken sorunlu” işlemlerini akla getiriyor. İhale Kanunu 200’den fazla kez değiştirildi; kamu arazilerinin imar izinleri bir gecede çıkarıldı; özelleştirme adı altında kamu malları değerinin çok altında yandaşlara devredildi. Hukuki kılıf bulunduğunda, ahlâkî ilke aranmaz oldu.

İslâm ahlâkının temel prensiplerinden biri olan “helâl-haram” ayrımı, sadece “Yasalar izin veriyor mu?” sorusuna indirgenince, etik ile hukuk arasındaki bağ kopuyor. Böylece “Bizim adamımızsa helaldir!” mantığı kurumsallaşıyor.

Fuzûlî’nin “Bu hesap kıyamette görülür!” repliğine verilen cevap, bugünün siyasi pratiğinde, “Sandık geldiğinde hesabı verirsiniz!” ya da “Biz milletimize hesap veririz!” şeklinde tezahür ediyor. Oysa demokratik bir sistemde denetim mekanizmaları günlük işler, bağımsız yargı her an çalışır, Sayıştay raporları dikkate alınır, Meclis soru önergeleri ciddiyetle yanıtlanır.

Türkiye’de ise denetim raporları hasıraltı ediliyor, yargı bağımsızlığı rafa kaldırılıyor, soru önergeleri “cevap verilmeye değer görülmüyor.” Üstüne bir de “Ondan da korkumuz yok, kâtipleri razı ettik!” tavrı ekleniyor. Yani medyadan yargıya, bürokrasiden sermayeye kadar uzanan rıza üretim mekanizması devreye giriyor.

Fuzûlî, “Çaresiz mücadeleden vazgeçtim, ümitsiz ve mahrum olarak kendi köşeme çekildim” derken, sadece bireysel bir kırgınlığı değil, kurumsal çürümenin yarattığı toplumsal umutsuzluğu da dile getiriyordu. Bugün Türkiye’de, hakkını aramaktan vazgeçen, devlet dairesinin kapısını çalmayan, adaletten beklentisini yitiren milyonlarca insan var.

Değişen nedir?

Teknoloji gelişti, devlet yapısı değişti, ideolojiler el değiştirdi. Ama çıkar ilişkilerinin, liyakatsizliğin, hukuku kâğıt üzerinde bırakmanın, ahlâkî ilkeleri araçsallaştırmanın usûlü değişmedi. Fuzûlî’nin beş asır önce yazdığı satırlar, bugün Ankara’da bir büro koridorunda, bir belediye ihale salonunda, bir mahkeme kaleminde yeniden yaşanıyor.

Ve belki de en acısı, bu benzerliğin artık bizi şaşırtmaması…

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version