PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Kürt sorununun çözümü Türkiye’nin ana gündemini oluşturuyor. Esasen son 100 yılın en önemli iç meselesidir. Kimlik sorunudur. Meselenin tarihi, politik, kültürel, hukuksal ve kimliksel boyutları var. Genelde incelenirken son 10 yıla veya son 40 yıla bakılır. Geriye gittikçe cümleler kısalır, bir giriş niteliğinde bir şeyler söylenir.
Oysa sorunun püf noktası geçmişte saklı ve güncel siyasetin hoyrat ortamında kimsenin sorunun bir arkeolojisini yapma isteği yok. Türkiye’deki pek çok mesele gibi, kolayına kaçıyoruz, meselelerin kök nedenleriyle ilgilenmiyoruz. Öksürmeye başlayan çocuğa antibiyotik dayayan anne-babalar gibi, hata yapıyoruz.
Bu yazı, sorunun kimliksel ve tarihsel arka planına farklı yaklaşan bir deneme olacak.
Kürt sorunu esas itibarıyla bir kimlik meselesidir. Ancak bir başına, kendi nevi şahsına münhasır – sui generis – bir kimlik meselesi değildir. Kaygan bir zeminde, çöken bir imparatorluğun zafiyeti içerisinde, onu ayakta tutmaya gayret eden yönetici sınıfın deneme tahtasının sonucudur.
Osmanlı tarihine ve sosyolojisine bakmaksızın modern sorunlarımızın hiçbirine doğru teşhis koyamıyoruz. Kürt sorunu da bir istisna değil. Her şey aslında dış faktörlerle tetiklendi. Coğrafi olarak parçası olunan Avrupa’da 1648 Westfalya Antlaşması, merkezi teritoryal devletleri doğurdu ve modern ulusların ana zemini, sınırları kesin olarak saptanmış devlet modeli doğdu. Politika sekülerleşti, Papalık etkisini yitirdi.
1555 Augsburg Barışı sonrası tekeli kırılan Katolik Kilisesi, merkeziyetçi kontrol vasfını büyük ölçüde kaybettikten sonra, Westfalya düzeni ile beraber parçalanmış bu yapıya ad kondu. Uluslararası ilişkiler doğdu, ama ulusların doğması için 1789 senesi beklenecekti. Büyük Fransız Devrimi düz çizgisel sonuçlar doğurmasa da, dünyayı bir daha geri dönüşü mümkün olamayacak şekilde değiştirdi. Westfalya’nın merkezi teritoryal devlet modeli teritoryal ulus devlet haline geldi.
Bu yeni durum tüm imparatorlukları derinden etkileyecekti. Öyle de oldu. İstisnasız tüm imparatorluklar – Devlet-i Aliyye de dâhil – kozmopolit yapıdaydılar. İçlerinde varlıklarını sürdüren tebaaları çok etnisiteli ve mezhepli/dinli bir karmaşık toplumdular. İmparatorluklar hanedanlıklar tarafından yönetiliyordu.
Devletin sahibi bir aileydi. Bazı imparatorluklarda aristokrasi sınıfı vardı, bazılarında bu yapı zayıftı veya yoktu. Monarşinin merkeziyetçiliği ne kadar güçlüyse değişime direnci de o kadar fazlaydı. Fransız Devrimi sonrası her imparatorluk küçüldü ve zayıfladı. Özellikle de değişime direnenler ve uyum sağlayamayanlar! Bunların başında Devlet-i Aliyye (Osmanlı) geliyordu. Her etnik gruba ulus olma – kendi devletini kurma ve kendi ülkesinde müstakilce yaşama – vaadinde bulunan Fransız Devrimi’nin fikirleri Osmanlı’yı derinden etkiledi ve istikrarsızlaştırdı. O zamana dek ülkenin ana karakteristiğini oluşturan Müslüman tebaa ve gayrimüslim tebaa ayrımı, santrifüj etkisinin yıkıcı sonuçlarını nötralize edebilmek umuduyla değiştirildi. Ancak bu değişim iç dinamiklerin bu konudaki taktikler konusundaki farklı yaklaşımlar nedeniyle başarılı olamadı.
Hristiyan etnisitelerin çoğunlukta olduğu Güneydoğu Avrupa’daki topraklar ulus devlet olup birbiri ardına kopup giderken, Osmanlı yönetici sınıfı önce İslam’ı bir birleştirici harç olarak kullanmaya çalıştı. Bu da Arnavut ve Arap bağımsızlık hareketleriyle tutmayınca, son çare olarak imparatorluk bakiyesinden bir ulus yaratmaya yöneldiler.
Bu dönemde Batı yönelimi kaçınılmazdı, çünkü değişim Batı’dan geliyordu. Batı’daki deneyimlerin Osmanlı’ya aktarılması, beraberinde değişim baskısını getirmekteydi. Batı’daki gibi, anayasal hareketler, haklar, vatandaşlık, vatan gibi konseptler Osmanlı’ya uyarlandı. Gaye bir etnik-ulus yaratmak ve bunu konsolide ederek Batı tipi bir toplum olmaktı.
Bu noktada devletin öyküsü devreye giriyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlanması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu birbirinden kopuk iki tarih değil; bu bir geçiş, bir transformasyondur. Biri diğerinin alternatifi değil, aynı tarihin devamıdır.
Osmanlı yönetici sınıfı için birincil amaç küçülmeyi önlemek, yani daha fazla toprak kaybının önüne geçmekti. Düşmana kaybedilen toprakların geri alınması, olmazsa başka topraklar fethederek kaybedilen toprakları kompanse etmek düşüncesi yıkılışa kadar bir tür obsesyon olarak ana siyasi amacı oluşturdu. Buna paralel olarak, mevcut topraklar içerisinde mümkün olduğu kadar homojen bir tebaa meydana getirmek de – çağın ruhuna uygun olarak, ama bir o kadar da dramatik sonuçları beraberinde getirerek – diğer bir öncelikli hedef oldu.
İttihatçı kadro Birinci Dünya Savaşı’na bu oportünist yaklaşımlarla girdi. Rusya yenilecek, arazisindeki Türkî bölgeler Osmanlı’ya geçecekti. İçeride ise homojen toplum oluşturma etnik temizlikçi politikaların 20. Yüzyıl’daki ilk örneği olan Ermeni Soykırımı ile sonuçlanacaktı.
Bu tarihi miras, İmparatorluk fiilen 1920’de yıkılınca doğrudan yeni kadroya geçti – İttihatçıların B takımı olarak görülebilecek Kemalistler, 1923’te Mustafa Kemal Paşa gücünü konsolide ettikten sonra, tek parti diktatörlüğü üzerinden aynı homojenleştirici etnik mühendislik politikalarına devam ettiler. 1925 Şark Islahat Planı, Kürtlerin Türkleştirilmesi ve Türk üstünlükçü siyasetin belgesidir. Bu siyaset belgesi, Türkiye devletinin 100 yıllık Kürt siyaseti yol haritasının özünü oluşturacaktı: retçilik ve asimilasyon.
(Devamı var)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

