YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Modern dönemde dinle ilgili en önemli tartışmalardan biri, dinin ahlâk üretip üretmediği; başka bir ifadeyle, ahlâkın kaynağının din olup olmadığı meselesidir. Oysa İslâm’ın ana kaynakları bu sorunun cevabını asırlar öncesinden vermiştir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s) ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini beyan buyurur. Birçok âlimin önemle üzerinde durduğu üzere Kur’ân’ın nihai hedefi de ahlâktır.
Kur’ân ve Sünnet ısrarla ahlâk üzerinde durmasına rağmen, günümüzde din ile ahlâk arasındaki ilişkinin sorgulamasının tek bir sebebi vardır: Müslümanların bu konudaki eksiklikleri. Günümüzün en büyük problemlerinden biri ahlâkî erozyondur. Maalesef birçok Müslüman, insanlık noktasında sınıfta kalmaktadır. Demek ki İslâmî değerleri tam anlamıyla hazmedemiyor, hayatlarına hayat kılamıyorlar.
İslâm’ın İnsanlık Ufku
Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde “insaniyet-i kübra olan İslâmiyet” ifadesini kullanır. Bu ifade bize gösteriyor ki insanın gerçek insanlık ufkuna yükselmesi ancak İslâm’la mümkündür. İnsan, İslâm sayesinde yüksek ahlâkî derecelere ulaşabilir, manevî gelişimini sağlayabilir, sahip olduğu insanî potansiyellerini inkişaf ettirebilir ve insan-ı kâmil ufkuna yükselebilir.
Hiç şüphesiz bunun en büyük şahidi Fahr-i Kâinat Efendimiz’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Zira Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in yüce bir ahlâka sahip olduğunu beyan eder. (Kalem sûresi, 68/4) Ahlâk adına bildiğimiz ne kadar erdem ve fazilet varsa O’nun hayatında zirveye ulaşmıştır.
O’nun gerçek varisleri olan Allah dostları da mükemmel kulluklarının yanı sıra, insanlara karşı son derece mütevazi, müşfik ve yardımsever olmuşlardır. Efendimiz’in haber verdiği üzere, onları gören kimseler Allah’ı hatırlamıştır. (İbn Mâce, zühd 4) Dolayısıyla hâl ve temsilleriyle ahlâkın, erdem ve faziletin gerçek kaynağının din olduğunu ortaya koymuşlardır.
Bu manevî mirasın çağdaş bir temsilcisi olarak karşımıza çıkan en önemli isimlerden biri de Fethullah Gülen Hocaefendi’dir.
Hocaefendi’nin Ahlâk ve İnsanlık Mirası
Geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan merhum Fethullah Gülen Hocaefendi’nin en mümeyyiz vasıflarından biri, tek kelimeyle insanlığı idi. O, potansiyel insanlığın nasıl hakikî insanlığa yükselebileceğini; insan olmaktan kastedilen mananın ne olduğunu fiilen göstermiştir. Onu milyonlarca insan nazarında sevilen, saygı duyulan ve örnek alınan bir şahsiyet hâline getiren en önemli faktör, her şeyden önce onun samimiyet, sadelik, tevazu, vefa, şefkat, diğerkâmlık ve müsamaha gibi ahlâkî ve insanî hasletleridir.
Sözlü ve yazılı eserlerden de görüldüğü üzere, Hocaefendi ilim, fikir ve entelektüel yönü son derece güçlü bir insandı. Kulluğuna ve ibadetlerine kılı kırk yararcasına öylesine dikkat ederdi ki kelimenin tam anlamıyla âbid ve zâhit biriydi. Dünyanın dört bir yanına yayılan hoşgörü ve eğitim hizmetlerinin mimarıydı. Yakından tanıyan herkesin ittifakla kabul edeceği üzere o, daha pek çok üstün hasleti ve fazileti kendisinde cem etmişti.
Bununla birlikte o, insanlardan bir insan olarak yaşamayı tercih etti. Ne büyüklendi ne de el öptürdü. Muvaffakiyet ve başarıları kendisine değil, öncelikle Allah’a, ardından ihlaslı arkadaşlarına verdi. Kendisini değil, Hizmet insanlarını öne çıkardı.
Dost ve kardeşlerine büyük değer verdi; onların en küçük meseleleriyle bile yakından ilgilendi. Kendisi için değil, hep başkaları için yaşadı; kalp kırmadı, gönül yıkmadı. Söylediklerinden fazlasını fiilen yaşadı. Esasen onun milyonlarca insana rehberlik etmesinin ve ilham kaynağı olmasının altında yatan en önemli sebeplerden biri de buydu.
Eserleri ve fikirleri günümüze kadar ulaşan nice filozof ve mütefekkir gelip geçmiştir. Bunlar arasında öyle parlak fikirli, ileri ufuklu ve derin anlayışlı kimseler vardır ki eserleri bizde hayranlık uyandırır. Fakat biyografilerine göz attığımızda çoğu zaman hayal kırıklığı yaşarız. Çünkü hayatları gelgitlerle, çalkantılarla, hatta ahlâk dışı davranışlarla doludur.
Aynı şekilde gazete sayfalarından veya ekranlardan tanıyıp hayran olduğumuz yazarlar, sanatçılar, siyasetçiler ya da kanaat önderleri olur. Fakat onların hayatına yakından baktığımızda, aslında ne kadar yanıldığımızı fark ederiz.
Kısacası, kim olursa olsun, bir insanın ömür boyu yüksek insanî meziyetleri temsil edebilmesi ve istikamet üzere bir hayat yaşayabilmesi gerçekten çok zordur. İşte Hocaefendi bu zoru başarmıştı. Bu yüzden onu tanıdıkça daha çok seviyor, ona yaklaştıkça hayranlığınız daha da artıyordu.
Hocaefendi, neredeyse özel hayatı olmayan bir insandı. Evlenmediği ve çoluk çocuğa karışmadığı gibi, hayatının hiçbir döneminde kendi özel dünyasına da çekilmemişti. Sürekli insanlarla iç içe yaşamış, her ânını başkalarına ayırmıştı. Kaldığı mekânlarda, ders okuduğu talebelerinin yanı sıra misafirleri de hiç eksik olmazdı. Hemen her gün kendisine onlarca soru yöneltilir, çeşitli meselelerin çözümü için fikrini başvurulurdu. Hocaefendi kadar hayatı gözler önünde geçen başka kimse var mıdır, emin değilim.
Gününün büyük bir kısmını talebeleriyle, Hizmet insanlarıyla veya misafirleriyle birlikte geçirirdi. Hayatı boyunca kapısı hiç kapanmamış, ziyaretçisi hiç eksik olmamıştı. Sanatçısından siyasetçisine, iş adamından futbolcusuna, akademisyeninden kanaat önderlerine kadar toplumun farklı kesimlerinden insanlarla buluşmuş, oturmuş, konuşmuştu.
Onu ziyaret edip de etkilenmeyen insan çok azdır. Hocaefendi’yi görmeden ve tanımadan önce medyadan duyduklarıyla ona kin ve düşmanlık duyan niceleri, onu tanıdıklarında ne kadar yanıldıklarını itiraf etmiş ve özür dilemiştir. Hocaefendi’nin sevgi atmosferi nefislerdeki kin ve öfkeyi tuz buz etmiş; onun sunilikten ve riyadan uzak samimi davranışları kalpleri kendine cezp etmiştir.
Evet o, muhataplarına karşı son derece saygılı, ilgili ve nazikti. Âdeta bütün tavır ve davranışlarından edep ve nezaket dökülürdü. Kiminle nasıl konuşacağını, nerede ne söyleyeceğini çok iyi bilirdi. Sözü bir şekilde muhatap olduğu insanların ilgi alanlarına getirir, böylece herkesi sohbete dahil ederdi. Farklılıklar üzerinde değil, asgari müşterekler üzerinde dururdu. Zihniyetine ve dünya görüşüne bakmadan herkese öyle içten, sıcak ve dostane davranırdı ki kimseye bulunduğu mekânda yalnızlık ve gariplik hissi yaşatmazdı.
Bir Liderden Öte: Bir Baba, Bir Dost
Hocaefendi, sevenlerinin gözünde sadece bir lider, bir mürşit veya bir hoca değildi. Yerine göre bir baba, yerine göre bir ağabey, yerine göre bir dost gibi davranmasını çok iyi bilirdi. Onun için hizmet-i imaniye ve Kur’âniye davası varlık gayesi olsa da sadece hizmet meseleleriyle ilgilenmezdi. Birlikte olduğu insanların her türlü dert ve sıkıntısıyla yakından alâkadar olur ve bunları gidermeye çalışırdı.
Mesela tanıdığı birinin bir hastalığını duysa, bunun üzüntüsünü derinden hisseder ve durumunu yakından takip ederdi. Bazen o kişi iyileşene kadar tedavi sürecinin nasıl gittiğini onlarca kez sorduğu olurdu. Talebelerinin veya arkadaşlarının sadece kendileriyle değil; anne baba ve yakınlarıyla da ilgilenir; gerektiğinde onlara da maddî ve manevî yardım elini uzatırdı. Tanıdığı kimselerin sağlıklarından evliliklerine, aile hayatlarından maişetlerine, hatta psikolojilerine varıncaya kadar her türlü meseleleriyle yakından ilgilenirdi.
Hocaefendi herkese kendisini özel hissettirmesini bilirdi. Vefatının ardından, Amerika’da yetişmiş ve onu sonradan tanıma fırsatı bulmuş bir arkadaş şöyle diyordu: “Ben zannediyordum ki Hocaefendi en çok beni seviyor ve benimle alâkadar oluyor. Meğer bu sevgi dairesi çok genişmiş.”
Eski dostlarının hâlini hatırını sürekli sorar, onlarla bağını koparmamaya özen gösterirdi. 1980-1986 yılları arasında arandığı dönemde dahi şehir şehir dolaşarak tanıdığı dostlarını ziyaret etmiş, askerde bulunan arkadaşlarına kadar ulaşmıştı.
Ziyaretine gelen bir dostunu uğurlamak ona o kadar ağır gelirdi ki bir süre bunun etkisinden kurtulamazdı. Üç-beş yıl ders okuttuğu talebeleri yanından ayrılıp yeni vazifelerine gittiklerinde sohbetlerinde defalarca onlardan bahseder ve uzun süre bu ayrılığın hüznünü yaşardı.
Edep ve Nezaketle Yoğrulmuş Bir Hayat
Hocaefendi, insan psikolojisini çok iyi gözetir, muhataplarının hissiyatlarına büyük saygı gösterirdi. Kimseyi rencide etmemek için azami gayret gösterir, kimsenin eksiği ya da kusuruyla uğraşmazdı. Ayıp ve hataları görmezden gelir, perdeyi yırtmazdı. Kırılsa da kırmaz, incinse de incitmezdi. Hâl ve tavırlarından insanların beklentilerini fark eder ve bunları karşılamaya çalışırdı.
Yapılan hataları kimsenin yüzüne vurmaz, kimseyi mahcup etmez, kimseyi suçluluk duygusuna sevk etmezdi. Eğer bir uyarıda bulunması gerekirse bunu genellikle umuma hitap ederek dile getirir, hata sahiplerinin de bundan ders almasını sağlardı.
Sözü bazen sertleşecek olsa, hemen ardından özür dilemeyi ihmal etmezdi. Şayet istemeden birini sözleriyle azıcık kırdığını hissetse vakit geçirmeden bir hediye ya da güzel bir sözle o gönlü tamir etmeye çalışırdı.
Küçüklüğüne ve basitliğine bakmadan Allah yolunda yapılan her türlü hizmeti takdir eder ve sahiplerine mutlaka bir iltifatta bulunurdu.
O, son derece kadirşinas ve vefalı bir insandı. Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği bile unutmaz, mutlaka karşılığını vermeye çalışırdı. Kendisine çay getiren talebelerine dahi her seferinde teşekkür etmeyi ihmal etmezdi.
Kul hakkı konusunda fevkalade hassastı; aldığından fazlasını vermeyi itiyat hâline getirmişti. Buna rağmen, yanındakilerden sık sık helâllik isterdi.
İstişareye büyük önem verirdi. Muhataplarını dikkatle dinler, fikirlerini anlamaya gayret ederdi. Kimseye kendi düşüncesini dayatmaz, hiçbir zaman despotluk yapmazdı. Henüz vaktinin gelmediğini veya kabul görmeyeceğini düşündüğü görüşlerini kendine saklar, kimseyi kendisiyle imtihan etmezdi. Eğer muhatapları ortaya koyduğu bir görüşü hazmetmekte veya kabullenmekte zorlanıyorsa, ısrarcı olmaz, meseleyi onlara havale ederdi. Düşüncesini almadan ve istekli olduğunu anlamadan kimseye bir vazife vermezdi. Hatta talebeleriyle okuyacağı kitapları bile onlarla istişare eder, ortak karar verirdi.
Çevresinde olup bitenlere karşı çok dikkatli ve hassastı. Söz gelimi, misafirin çayının bittiğini önce o fark eder ve hemen ilgilenirdi. Yeni bir sima gördüğünde hâlini hatırını sorar, kim olduğunu öğrenir ve onunla özel olarak alâkadar olurdu. İnsanların gam ve kederini çehresinden okur, ne olup bittiğini anlamaya çalışır ve yapabileceği bir şey varsa mutlaka yapardı.
Zannediyorum 2012 yılındaki ilk ziyaretimdi. İkindi sonrası Bamteli sohbeti yapıyordu. Salon oldukça kalabalıktı ve ben de arkalarda bir yerde oturuyordum. Hocaefendi sohbet sırasında, وَكَذٰلِكَ اَخْذُ رَبِّكَ اِذَا اَخَذَ الْقُرٰى وَهِيَ ظَالِمَةٌ اِنَّ اَخْذَهُ اَليمٌ شَديدٌ “Rabbin, haksızlık eden memleketleri yakaladığında, onun yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz onun yakalaması pek elem verici, pek çetindir!” (Hûd sûresi, 11/102) âyetini okumuştu. Ben de muhtemelen farkında bile olmadan onunla birlikte ayeti tekrarlamıştım. O sırada dudak hareketlerimi fark etmiş. Sohbetten sonra iç salona geçtiğimizde bana, “Siz hafız mısınız?” diye sormuş, arkasından da merakımı gidermek için, “Benimle birlikte siz de âyeti okuyordunuz.” demişti. Hocaefendi’nin sohbet esnasındaki heyecanını ve ağzına kadar dolu solunu düşündüğümde, bu kadar yoğun bir ân içinde onun bu ince detayı fark etmesine gerçekten hayret etmiştim.
Gönül Kazanmanın Üstadıydı
Hocaefendi, bu dünyaya âdeta gönül kazanmak için gelmişti. İnsanları sevindirecek, içlerine inşirah salacak, aşk u şevklerini şahlandıracak vesileler arardı. Cömertliği sayesinde bu vesileleri bulmakta hiç zorlanmazdı.
Ziyaretine gelen kimseyi eli boş göndermezdi; hediyelerle gönlünü alırdı. Bazen kitap teliflerinden gelen geliri yanındakilere harçlık olarak dağıtır; bazen kitaplarından birini imzalayıp hediye ederdi. Kimi zaman başındaki takkesini, kimi zaman çektiği tespihini, kimi zaman da kendisine getirilen çayı veya kahveyi yanındakilere verirdi.
Çocuklar için sürekli çekmecelerinde çikolata bulundururdu. Onları çok sever, onlara onların anlayacağı dille konuşurdu.
Konumunun da kendisinden beklenenlerin de farkındaydı. Sahip olduğu itibarı daima hizmet adına kullanmasını bilirdi.
O, tam bir aff u safh insanıydı. Onun literatüründe kine, nefrete, intikama ve şiddete yer yoktu. Geçmişte kusur işleyip af dileyenleri asla mahcup etmez, eğer bir hata söz konusuysa bunun kendisine ait olabileceğini söylerdi.
Bu zulüm sürecinde Türkiye hükümetinin kışkırtmasıyla bazı kişilerin kampın önünde toplanıp Hizmeti protesto ettikleri bir dönemde, onlara tatlı ikram ettirmiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Şahıslara değil vasıflara kızmak gerekir.”
Zaman zaman biraz da şaka yollu olarak Hizmet insanlarına her türlü kötülüğü yapan kimseleri gerektiğinde bulunduğu binada misafir edebileceğini söylerdi. Kendisi böyle yaşadığı gibi, son dönemde Hizmet insanlarına da sürekli affı, müsamahayı ve mülayemeti tavsiye etmişti.
Eğer Hocaefendi’nin bu müsamahası, şefkati, affı ve insanlığı olmasaydı, bu kadar farklı fıtrattaki insana rehberlik yapması ve onları yönlendirmesi mümkün olmazdı. O, hayatı boyunca Hizmet yolunda birbirinden çok farklı karakterlere sahip insanlarla beraber yürümüş, onlarla omuz omuza çalışmıştı. Buna rağmen herkesin sevgisini kazanmasını bilmiş, herkes için bir cazibe merkezi olmayı sürdürmüştü. Toplumun en eğitimli ve kültürlü insanları da Eşrefpaşalılar gibi kabadayılıktan gelenler de eğer onun arkasında saf tutmuşlarsa, bunda Hocaefendi’nin herkesi sevgiyle kucaklayan engin gönlünün payı çok büyüktür.
Sonuç: Bir İnsanlık Modeli
Bütün bu yönleriyle o, sadece kendi dönemine değil, gelecek nesillere de bir insanlık modeli bırakmıştır. Bugün Hocaefendi’nin izinden yürüyen Hizmet insanları için en büyük rehber yine bizzat onun hayatıdır. Çünkü o, yaşadığı her hâliyle anlatılardan ve öğütlerden çok daha güçlü bir örnek ortaya koymuştur. Samimiyet, tevazu, diğergâmlık, müsamaha ve adanmışlık… Bunlar sadece sözlerinde değil, hayatının her ânında karşılık bulan hasletlerdi.
Onun yolundan gidenlerin başarılı olmasının yolu da aynı ruhu, aynı derin insanlığı ve aynı ahlâkî tutarlılığı kendi hayatlarında yaşatmalarından geçmektedir.
Zira Hocaefendi’nin en büyük mirası, geride bıraktığı eserlerden ve hizmetlerden önce, insanlığa örnek olabilecek bir ahlâk ve karakter mirasıdır. O, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle “insaniyet-i kübra olan İslâmiyet”i yaşantısında temsil etmiş; bu yönüyle bize, İslâm’ın yüceliğini ve insanı gerçek insanlık ufkuna yükselten cevherini bir kez daha hatırlatmıştır.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***