Stalin’in Sovyetleri çöktü. Hitler’in Reich’ı yıkıldı. Çavuşesku kurşuna dizildi. Ben Ali kaçtı. Hepsi bir zamanlar yıkılmaz görünüyordu. Hepsi yıkıldı. Peki diktatörlükler nasıl çöker? Ekonomik felaketle mi, elit ihanetleriyle mi, sokakların öfkesiyle mi? Yoksa hepsi birden mi? Hemingway’in dediği gibi: “İki şekilde. Yavaş yavaş, sonra aniden.” Çünkü tarih bize şunu söylüyor: Hiçbir diktatörlük sonsuza kadar sürmez.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Zaman zaman okurlardan tepki alma pahasına da olsa, ele aldığım konuları tüm boyutlarıyla incelemeyi tercih etmekteyim. Dolayısıyla okuduğunuz bu serinin de, alt başlığın dördüncü yazısına geçmeden önce kısaca şimdiye kadar yazdıklarımızın çok kısa bir özetini çıkarmak gerekiyor.
Önce genel bir tespit yaptık. Etienne de La Boetie’nin “gönüllü kulluk” kavramından hareketle, tiranların gücünün aslında halkın onlara gönüllü itaatinden kaynaklandığını ortaya koyduğunu vurguladık Keza yine sosyal bilimcilerden (Sözgelimi “gizli senaryolar” teorisi üzerinden) görünürdeki sessizliğin altında birikmiş öfkenin nasıl bir patlamaya dönüşebileceğini anlattık. Öyle ya Rosa Parks, Mohamed Bouazizi gibi tetikleyici olaylar, yıllarca bastırılmış adaletsizliklerin patlama noktasını oluşturuyordu.
Diktatörlüğün yaşam döngüsünün ilk evresi olan “doğuş” aşamasını incelediğimiz bölümde Juan Linz ve Barbara Geddes’in çalışmalarından hareketle, iktidarın ele geçirilişinin dört temel yolunu aktardık: Askeri darbe (Pinochet, 12 Eylül), devrimci devralma (Lenin, Castro, Humeyni), demokratik seçimlerle gelip sistemi otoriterleştirme (Hitler, Chavez, Erdoğan) ve dördüncü yol olarak miras yoluyla iktidar devri. Her yolun kendine özgü dinamikleri ve sonraki rejimin karakterini belirleyen farklı özellikleri olduğunu gösteriyordu.
Despotların konsilde dönemini ele aldığımız yazıda ise İktidarı ele geçirmenin, onu sürdürmekten çok daha kolay olduğu paradoksundan yola çıktık. Konsolidasyon sürecinin üç temel stratejisini analiz ettik: Potansiyel rakiplerin tasfiyesi (Stalin’in Büyük Temizliği, Türkiye’de 15 Temmuz sonrası), bağımsız kurumların ele geçirilmesi (Orban’ın Macaristan’ı, Polonya’da PiS iktidarı) ve ideolojik hegemonyanın inşası. Bu aşamada diktatör, sadece fiziksel gücü değil, aynı zamanda meşruiyet anlatısını da konsolide ediyordu; korku ve konsensüs arasında hassas bir denge kuruluyordu çünkü.
Evet, şimdiye kadar ki olan bölümlerde diktatörlüğün doğuşunu ve güçlenmesini izledik. Toplumsal rızanın nasıl üretildiğini, iktidarın nasıl ele geçirildiğini ve konsolide edildiğini gördük. Bir diktatör, rakiplerini tasfiye eder, kurumları ele geçirir, ideolojik hegemonyasını kurar ve görünürde sarsılmaz bir güç haline gelir.
Ama tarih bize gösteriyor ki, hiçbir diktatörlük sonsuz değildir. En güçlü görünen rejimler bile çöküş tohumlarını bünyelerinde taşır. Stalin’in Sovyetleri, Hitler’in Üçüncü Reich’ı, Çavuşesku’nun Romanyası, Ben Ali’nin Tunus’u…
Hepsi bir zamanlar yıkılmaz görünüyordu. Ancak hepsi çöktü.
Peki bir diktatörlük nasıl çöker?
Çöküş nasıl başlar, hangi dinamikler devreye girer, hangi kırılma noktaları ortaya çıkar?
Bu konuda yapılan ampirik (verilere dayalı) çalışmaları bize gösteriyor ki, diktatörlüklerin çöküşü genellikle dışarıdan gelen bir darbe değil, içeriden başlayan bir çözülmedir. Ekonomik krizler, elit bölünmeleri, meşruiyet erozyonu, sokak hareketleri, uluslararası baskılar... Tüm bunlar, bir zamanlar sağlam görünen rejimin temellerini oyuyor.
Bir ara sonuç olarak günümüz Erdoğan iktidarında yaşananları daha net okuyabiliriz mesela.
Şimdi, diktatörlüğün yaşam döngüsünün sondan bir önceki evresi olan çöküşe geçiyoruz. Burada şu soruları cevap arayacağız:
- Diktatörlüğün çöküş işaretleri nelerdir?
- Ekonomik krizler rejimi nasıl zayıflatır?
- Elitler arasındaki bölünmeler hangi dinamikleri tetikler?
- Toplumsal hareketler ne zaman kritik eşiği aşar?
- Uluslararası faktörler çöküşte nasıl bir rol oynar?
- Çöküş ani mi yoksa kademeli mi gerçekleşir?
- Daha önemlisi hangi diktatörlükler nasıl çökmüştür?
Tarih bize çöküşün, sadece bir sonun değil, aynı zamanda yeni bir başlangıcın da hikayesi olduğunu söylüyor. Ve belki de en önemlisi, çöküş süreci bize gösteriyor ki, en karanlık gecenin bile bir sabahı vardır.
Diktatörlüklerin çöküşü, nadiren tek bir olayın sonucu olarak gerçekleşiyor. Elbette farklı örnekler var lakin daha çok, birikmiş krizlerin, bastırılmış çelişkilerin, gizli çatlaklarının bir noktada patlama anına ulaşmasıyla başlıyor çöküşler. Zirve döneminde ekilen tohumlar, çöküş döneminde filizleniyor. Mutlak gücün getirdiği körlük, sistemin içten çürümesini görmezden geliyor; ta ki artık görmezden gelinemez hale gelene kadar!
Tarih bize şunu söylüyor, diktatörlüklerin çöküşü belirli paternler (örüntü, model) sergiliyor. Parti bazlı diktatörlükler, genellikle ekonomik krizler ve elite içi bölünmeler sonucu çöküyor. Askeri diktatörlükler, subaylar arasındaki çatışmalar veya savaş kayıpları sonucu yıkılıyor. Kişisel diktatörlükler ise, çoğunlukla liderin ölümü veya darbe ile son buluyor. Ama hangi türden olursa olsun, tüm diktatörlükler benzer kırılma noktalarından geçiyor.
Dikkatli bir okuma yaptığımızda diktatörlüklerin çöküşüne yol açan dört temel dinamiğin olduğunu gözlemliyoruz: Ekonomik çöküş ve meşruiyet krizi, elite içi çatışmalar ve bölünmeler, toplumsal hareketler ve kitlesel direniş, son olarak dış baskı ve uluslararası izolasyon.
Diktatörlükler, halka özgürlük vermeyebilir ama mutlaka refah vaat eder. “Siz sessiz kalın, biz size iş, ekmek, güvenlik vereceğiz!”
Bu motto, neredeyse tüm otoriter rejimin temel toplumsal sözleşmesidir. Ama bu sözleşme bozulduğunda, rejimin meşruiyeti çözülmeye başlar.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünde ekonomik faktör merkezi rol oynadı mesela. 1970’lerde başlayan durgunluk, 1980’lerde tam bir krize dönüştü. Merkezi planlama ekonomisinin verimsizliği, artık gizlenemez hale gelmişti. Fabrikalar kullanılmayan ürünler üretiyordu, tarlalar yeterli gıda sağlayamıyordu, teknolojik yenilik durmuştu. Batı, bilgisayar devrimiyle yeni bir çağa girerken, Sovyetler hala daktilolarla çalışıyordu.
Yale Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Hiroaki Kuromiya “Stalin” isimli enfes bir çalışma yaptı. Çalışma, Sovyet ekonomisinin nasıl savaş sonrası süper güç haline geldiğini ama sonra nasıl durgunluğa sürüklendiğini anlatıyor. Kuromiya’ya göre, Sovyet sistemi kısa vadede mobilizasyon için mükemmeldi; kaynakları tek bir hedefe yönlendirmek, hızlı sanayileşme sağlamak mümkündü. Ama uzun vadede, inovasyon, verimlilik, tüketici taleplerine cevap verme; bunlarda başarısızdı.
1980’lerin sonunda Gorbaçov, sistemi kurtarmak için glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarını başlattı. Bu reformlar, çürümüş temelleri gün yüzüne çıkardı. Basın özgürlüğü arttıkça, insanlar rejimin yalanlarını öğrendi. Ekonomik liberalleşme denenirken, sistem daha da karıştı. Gorbaçov, sistemi yavaş yavaş demokratikleştirmeyi planlıyordu ama sonuç, sistemin çöküşü oldu. 1991’de Sovyetler Birliği dağıldı. Üstelik bu tanklar veya devrimlerle değil, ekonomik iflasın ve siyasi meşruiyet kaybının sonucunda gerçekleşti.
Venezuela’nın trajik çöküşü, ekonomik yanlış yönetimin çağdaş bir örneğidir. Hugo Chavez’in 1998’de iktidara geldiğinde, Venezuela dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahipti. Chavez, “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altında petrol gelirlerini halka dağıttı. Yoksullar için konut programları, ücretsiz sağlık, eğitim yardımları; bunların hepsi petrol parasıyla finanse edildi. Chavez popülerdi, halk onu seviyordu.
Ama biliyor musunuz “kaynak laneti” (resource curse) diye bir olgu var. Petrol zengini ülkeler, genellikle kötü yönetilir çünkü iktidar, üretken ekonomi kurmak yerine rantı kontrol etmeye odaklanır. Venezuela tam da bunu yaşadı. Chavez, petrol şirketini kendi kadrolarıyla doldurdu, verimlilik düştü. Özel sektör bastırıldı, yabancı yatırım kaçtı. Petrol fiyatları yüksek olduğu sürece sorun görünmüyordu ama 2014’te petrol fiyatları çöktü.
Chavez’in halefi Maduro döneminde bu tablo tam anlamıyla felakete dönüştü. Hiperenflasyon, gıda kıtlığı, ilaç bulunamıyor, sağlık sistemi çalışmıyordu. Nüfusun yüzde 90’ı yoksulluk içindeydi. 7 milyon insan ülkeyi terk etti ki bu rakam nüfusun dörtte biriydi. Bu manzara, sadece ekonomik bir çöküş değil, aynı zamanda insani bir felaketti. Ve rejim, son demlerini yaşamasına rağmen hala iktidarda ama artık halkın desteğiyle değil, sadece askeri güç ve baskıyla.
Kendimize bakalım: Türkiye’de de benzer bir ekonomik kriz yaşanıyor. 2018’den itibaren Türk Lirası sürekli değer kaybediyor, enflasyon çift hanelere çıktı (resmi rakamlara göre, yoksa üç rakamlı olduğu bile söyleniyor) alım gücü eriyor. Faiz politikalarındaki deneyler, merkez bankasının bağımsızlığının ortadan kalkması, döviz rezervlerinin erimesi; hepsi ekonomik güveni sarstı. AKP’nin ilk dönemlerindeki ekonomik büyüme ve refah artışı, partinin en güçlü meşruiyet kaynağıydı. “Ekonomi iyi, o yüzden otoriter uygulamaları göz yumabiliriz.” mantığı, orta sınıfın AKP’ye desteğini açıklıyordu. Ama ekonomi bozulunca, bu denklem çöktü. 2023 seçimlerinde iktidar kaybetme riski, tam da bu ekonomik krizden kaynaklandı.
Ekonomik kriz, sadece maddi bir sorun değil, aynı zamanda psikolojik bir durum. İnsanlar, geleceğe dair umutlarını kaybederler çünkü. “Durumumuz kötü ama en azından istikrar var” düşüncesi bile işe yaramaz olur artık. Çünkü ne istikrar ne de refah vardır. Bu noktada rejim, sadece çıplak güçle ayakta durabilir ki bu, uzun vadede sürdürülebilir değildir.
Sarayda Hançer Sesleri
Tarih bize diktatörlüklerin, dışarıdan yıkılmadan önce içeriden çürüdüğünü gösteriyor. Ve bu çürüme, çoğunlukla elitler arası çatışmalardan kaynaklanıyor. Yale Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü ve otoriter rejimler konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biri olan Milan Svolik 2012’de “The Politics of Authoritarian Rule” (Otoriter Yönetimin Siyaseti) adlı bir kitap yayınladı. (Bu konuda ODTÜ’den Onur Yengil’in enfes bir doktora çalışmasını okumuştum) Svolik bu eserinde otoriter rejimlerin temel dilemmasının(ikileminin) “güç paylaşımı problemi” olduğunu söyler. Evet, diktatör, gücü elitleriyle paylaşmak zorundadır, çünkü tek başına yönetemez. Ama güç paylaşımı, darbe riskini artırır. Elitler, çok güçlenirse diktatörü devirmek isteyebilir. Diktatör, elitleri çok zayıflatırsa, sistem işlemez hale gelir.
Bu denge, şüphesiz zamanla bozuluyor. Özellikle rejim kişiselleştiğinde, elitler marjinalleşiyor ve hoşnutsuz oluyorlar. Çoğu tasfiye ediliyor, bazıları gönüllü olarak ayrılıyor, bazıları içeride kalıyor ama sabote etme başlıyor. Örneğin 1980’lerde komünist elitler içinde “reformcular” ve “sert çizgiciler” arasında çatlaklar oluşmuştu. Bazı parti yöneticileri, sistemin sürdürülemez olduğunu görüyor, reform gerektiğini düşünüyordu. Bazıları ise, reformun rejimin sonunu getireceğini bildiği için direniyordu.
Polonya’da Jaruzelski’nin askeri darbesi (1981), aslında rejimi kurtarma girişimiydi ama uzun vadede, Dayanışma hareketini bastırmak yerine yer altına itti ve 1989’da daha güçlü ortaya çıkmasına yol açtı. Macaristan’da reformcu kanat, 1989’da kendiliğinden çok partili sisteme geçiş yaptı. Çekoslovakya’da Kadife Devrim, rejimin direnç göstermeden çöktüğü nadir örneklerden biri oldu. Doğu Almanya’da ise, Honecker’in istifa ettirilmesi, elitler içindeki çatışmanın sonucuydu ama artık çok geçti, rejim zaten çökmüştü.
Romanya’da Çavuşesku’nun sonu, elite içi isyanın en kanlı örneğidir mesela. Çavuşesku, Romanya’yı neredeyse kişisel bir mülk gibi yönetiyordu. Eşi Elena ile birlikte bir kült oluşturmuştu. Ama 1989’da Temeşevar’da başlayan gösteriler, Bükreş’e sıçradığında ordunun bazı kesimleri rejimin tarafına geçmedi. 22 Aralık 1989’da Çavuşesku bir balkondan konuşurken hayatında ilk kez yuhalandı. Durum kontrolden çıkmaya başlayınca helikopterle kaçmaya çalıştı ama yakalandı. 25 Aralık’ta hızlı bir yargılanma sonrasında eşiyle birlikte kurşuna dizildi. Bu hızlı infaz, aslında eski rejim elitlerinin kendilerini kurtarma çabasıydı, Çavuşesku’yu suçlu ilan edip tasfiye ederek, kendi geçmişlerini temizlemeye çalıştılar.
Türkiye’de de benzer elite içi çatışmalar yaşandı ve hala yaşanmakta. AKP, başlangıçta Milli Görüş geleneğinden, merkez sağdan, liberal entelektüellerden oluşan geniş bir koalisyondu. Ama zamanla, Erdoğan etrafında kişiselleşen güç, eski ortakları dışladı. 2013’te Gezi Parkı olaylarından sonra, AKP içindeki liberal kanat marjinalleşti. Aynı yıl 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları, aslında AKP ile o zamana kadar müttefik olan Gülen cemaati arasındaki çatışmanın patlama noktasıydı.
2014’te Erdoğan cumhurbaşkanı seçilince, Abdullah Gül marjinalleştirildi; iki eski dost arasındaki gerilim herkesçe biliniyordu. 2015’te Ahmet Davutoğlu başbakan yapıldı ama kafasına göre hareket etmeye çalıştığında 2016’da görevden alındı. Yerine Binali Yıldırım getirildi, o sadece Erdoğan’ın sözcüsüydü. 2019’da Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu, AKP’den ayrılarak muhalefette yeni partiler kurdular ama malum; ikisi de seçimlerde başarılı olamadı. Bülent Arınç, 2020’de Erdoğan’a eleştiri getirdiğinde hemen hedef gösterildi ve sessizliğe gömüldü.
Bu iç elitin tasfiyesi, kısa vadede Erdoğan’ın gücünü pekiştirdi, artık etrafında sadece “evet” diyenler vardı. Ama uzun vadede, bu rejimin kırılganlığını artırdı. Çünkü artık sistem, tek bir kişinin omuzlarında duruyor. Herhangi bir kriz anında, devreye girecek alternatif liderlik yoktu. Kurumsal hafıza silindi. Deneyimli kadrolar tasfiye edildi. Ve bu, rejimin çöküş riskini artırdı.
Sokaklar Konuştuğunda
Şunu unutmayalım tüm diktatörlükler, gücünü baskıdan alır. Ve fakat bu bastırma, sonsuza kadar süremez. Kapalı ve sürekli kaynayan düdüklü tencere misali, bir noktaya geldiğinde, toplumsal hareketler patlar. Ve bu hareketler, rejimleri deviren en güçlü araçlardan biridir.
Gerçi madalyonun diğer yönü, yani toplum açısından konuyu analiz ederken detaylandıracağız ama tam da bu noktada çığır açan iki isim ve bir çalışmadan bahsetmemek olmaz.
Siyasi şiddet ve onun alternatifleri üzerine çalışan dünyanın önde gelen akademisyenlerinden biri olan Erica Chenoweth (Harvard Kennedy School’da hoca) ve uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı’nda stratejik planlama uzmanı olarak görev yaptıktan sonra Georgetown Üniversitesi’nde misafir profesör olarak ders veren Maria J. Stephan ikilisinin muhteşem çalışması (2011 yılında yaptılar) “Why Civil Resistance Works” (Sivil Direniş Neden İşe Yarar) 1900-2006 yılları arasında 323 şiddet içeren ve şiddet içermeyen direniş kampanyasını analiz etti.
Bulguları çarpıcıdır: Şiddetsiz direnişin başarı oranı yüzde 53, şiddet içeren direnişin başarı oranı ise sadece yüzde 26’dır. Yani barışçıl kitle hareketleri, silahlı ayaklanmalardan iki kat daha başarılı. Bunun nedeni basit: Şiddetsiz hareketler daha geniş katılım sağlar, rejimin meşruiyetini daha etkili sarsar, güvenlik güçlerinin bölünmesine yol açar.
1989’daki Doğu Avrupa devrimleri, bunun klasik örneğidir mesela. Polonya’da Dayanışma Hareketi, 1980’de başladığında 10 milyon üye topladı ki bu nüfusun neredeyse dörtte biriydi. 1981’de askeri darbe ile bastırıldı ama yer altında varlığını sürdürdü. 1989’da yuvarlak masa görüşmeleriyle barışçıl geçiş sağlandı. Çekoslovakya’da Kadife Devrim, adını tam da buradan alıyordu: hiçbir şiddet olmadan rejim değişti. Prag’da Wenceslas Meydanı’nda yüz binlerce kişi toplandı, anahtar sallayarak sessiz protesto yaptılar. Rejim direnmedi, çöktü.
Daha yakın zamanda Arap Baharı, kitle hareketlerinin gücünü gösterdi. Tunus’ta Bouazizi’nin kendini yakması, domino etkisi oluşturdu. Tunus’ta Ben Ali rejimi, Mısır’da Mübarek rejimi, Libya’da Kaddafi rejimi; hepsi halk ayaklanmalarıyla devrildi. Suriye’de Esad rejimi, Rusya ve İran’ın yardımıyla hayatta kaldı ama milyonlarca insan öldü, ülke harabeye döndü. Yemen, Libya; hepsi iç savaşa sürüklendi.
Geniş ve plonje (Kuş bakışı) bir perspektifle baktığımızda devrimler için üç şart gerekiyor: mali kriz (iflas etmiş devlet), elite bölünmesi (elitler arasında çatışma), kitle hareketleri (halk sokaklarda). Bu üç faktör bir araya geldiğinde, rejimler devrilir.
2013 Gezi Parkı olayları bana göre, Türkiye’de bu üç faktörün henüz tam olarak bir araya gelmediğinin göstergesiydi. Evet, kitlesel bir hareket vardı, milyonlarca insan sokaklardaydı. Ama elit içi bölünme henüz rejimi sarsmaya yetecek kadar derin değildi ve ekonomik kriz henüz patlamamıştı. Rejim, bu sebeple bu hareketi bastırmayı başardı. Ama 10 yıl sonra, ekonomik kriz derinleşti, elite içi çatlaklar arttı. Gelecekte benzer bir hareket, farklı bir sonuç doğuracaktır.
İran’da 2022’de Mahsa Amini’nin öldürülmesinden sonra başlayan “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketi, diktatörlüklerin kadın hareketlerine karşı ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Rejim, vahşi bir şekilde bastırdı; yüzlerce kişi öldürüldü, binlerce kişi tutuklandı. Ama hareket tamamen bitmedi, yer altında sürüyor. Ve bu tür hareketler, rejimi uzun vadede aşındırır, çünkü artık insanlar, korkuyu eşiğini aşmıştır.
Uluslararası İzolasyon: Yalnızlaşan Rejim
Şurası bir gerçek, diktatörlükler, dış destek olmadan uzun süre ayakta kalamaz. Soğuk Savaş döneminde, birçok diktatörlük ABD veya Sovyetler’den destek alıyordu. Ama Soğuk Savaş bittikten sonra, uluslararası baskı artmaya başladı. İnsan hakları ihlalleri, demokratik normlar, uluslararası ceza mahkemesi; tüm bunlar diktatörleri zorlayan mekanizmalar haline geldi.
Ekonomik yaptırımlar, bu baskının en güçlü aracı. Princeton Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olan Nicholas Mulder buna “The Economic Weapon” (Ekonomik Silah) diyor. Mulder’e göre, yaptırımlar 20. yüzyılın en önemli dış politika aracı haline gelmiş durumda; savaştan daha az maliyetli ama yine de etkili bir baskı yöntemi. Güney Afrika’da “apartheid” rejimine uygulanan yaptırımlar, rejimin çöküşünde rol oynamıştı. İran’a uygulanan yaptırımlar, ekonomiyi felce uğrattı. Rusya’ya Ukrayna işgali sonrası uygulanan yaptırımlar, Rus ekonomisini sıkıştırdı.
Ama yaptırımların kesin sonuca etkinliği her zaman işlemiyor, en azından bu konu tartışmalıdır. Zira Kuzey Kore örneği var önümüzde; onlarca yıldır yaptırımlar altında ama rejim hala ayakta. Küba’ya 60 yıldır ambargo uygulanıyor ama Castro ailesi liderin ölümüne rağmen 2021’e kadar hala iktidardaydı. Bunun nedeni, diktatörlüklerin ekonomik acıyı halka yansıtması, elitlerin ise kaynaklara erişmeyi sürdürmesiydi. Venezuela’da Maduro rejimi, yaptırımlar altında ekonomik felakete rağmen -şimdilik- ayakta; çünkü orduyu kontrol ediyor ve muhalefeti bastırıyor.
Bu arada şunu unutmayalım, dış askeri müdahale, diktatörlükleri devirmenin en kesin ama aynı zamanda en sorunlu yöntemi. Irak’ta Saddam Hüseyin’in ABD işgaliyle devrilmesi diktatörü ortadan kaldırdı ama ülkeyi de kaosa sürükledi. Libya’da NATO müdahalesi Kaddafi’yi devirdi ama Libya’yı da Kaddafi dönemini özleyecek kadar başarısız bir devlete dönüştürdü. Bu deneyimler gösteriyor ki, diktatörleri dışarıdan devirmek kolay ama yerine istikrarlı bir sistem kurmak çok zordur.
Gelelim bize.
Türkiye’nin uluslararası konumu, diktatörlük araştırmalarında ilginç bir vaka çalışmasıdır. Türkiye, NATO üyesi, AB adayı, G20 ülkesi; yani tamamen izole değil. Ama aynı zamanda gittikçe otoriterleşiyor. Batı ülkeleri, Türkiye’ye yaptırım uygulamak yerine “stratejik ortaklık” nedeniyle eleştiriyle yetiniyor. Bu, diktatörlüklerin jeostratejik önemi varsa, uluslararası baskının sınırlı kaldığını gösteriyor. Erdoğan, bu durumu ustaca kullanıyor: Mülteci krizinde Avrupa’ya karşı koz, Suriye’de Rusya ile Amerika arasında denge, Karadeniz’de NATO için vazgeçilmezlik…
Ama uzun vadede, yani Erdoğan’ın ülkeyi yönetme sevdasının bitimsiz olması nedeniyle, izolasyon kaçınılmaz olacaktır. Ekonomik ilişkiler daha da bozulacak, yabancı yatırımlar kesilecek, turizm azalıp beyin göçü artacaktır. Rejim, gittikçe içe kapanıp daha da paranoyaklaşacaktır. İşte tam bu noktada, çöküş kaçınılmaz hale gelecektir; çünkü modern dünyada hiçbir ülke, tamamen izole bir şekilde yaşayamaz.
Çöküş: Yavaş ve Ani
Diktatörlüklerin çöküşü, bazen yavaş bir çürüme, bazen ani bir patlama olarak gerçekleşiyor. Ernest Hemingway’in The Sun Also Rises (Güneş de Doğar) romanında bir karakter, iflas etmeyi şöyle anlatır: “İki şekilde. Yavaş yavaş, sonra aniden.”
Diktatörlüklerin sonu da böyledir.
Sovyetler’in çöküşü, on yıllarca süren ekonomik durgunluk sonucu geldi ama sonrası (iki ylda) ani oldu. Oysa batı bile Sovyetler‘in çok daha uzun yıllar süreceğini düşünüyordu. 1991’de ortada Sovyetler yoktu. Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Çavuşesku’nun infazı, Gorbaçov’un istifası; hepsi birkaç yıl içinde gerçekleşti.
Arap Baharı’nda da benzer bir süreç yaşandı. Ben Ali, Mübarek, Kaddafi, hepsi onlarca yıldır iktidardaydı, hemen hepsi rejimlerinin sağlam olduğunu düşünüyordu. Ama birkaç ay içinde, hepsi tarihe karıştılar. Diktatörlükler, dışarıdan genellikle son derece güçlü görünürler, ta ki çökene kadar. Çünkü çöküş, görünmeyen çatlaklarda başlar. Ekonomik kriz, saray içi çatışmalar, halkın sessiz öfkesi; tüm bunlar biriktikçe birikir, tıpkı düdüklü tencere gibi. Ve bir kıvılcım, hepsini ateşler.
Çöküş dönemi, diktatörlükler için en tehlikeli zamandır. Çünkü artık eski baskı yöntemleri işlemez ama yeni meşruiyet kaynakları da yoktur. Rejim, sadece çıplak güçle ayakta durur ki bu, en kırılgan durumdur. Tek bir kriz, tek bir hata, tek bir yanlış karar… Bunlardan herhangi biri domino etkisi oluşturabilir. Ve o noktada, diktatörlüğün sonu gelmiş demektir.
Bir kez daha; Allah tüm diktatörlerin ve diktatörlüklerin belasını bir an önce versin.
Amin.
Zirve: Patronaj kapitalizmi! | Diktatörlüğün evreleri (3)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

