Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Batı’da mültecilerin statüsü tartışmaya açılıyor!

Batı’da mültecilerin statüsü tartışmaya açılıyor!


MAHMUT AKPINAR | YORUM

Bazı metinler yalnızca bir hukuk belgesi değil, aynı zamanda insanlığın kolektif vicdanının kaydıdır. 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi tam böyle bir belgedir. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Yahudi Soykırımı’nın oluşturduğu büyük utanç ve savaş mağduriyetlerinin gölgesinde doğan sözleşme, zulümden kaçan insanlara uluslararası hukukta ilk kez net bir koruma zemini sundu.

Sözleşme nereden doğdu?

1930’larda Nazi Almanyası’ndan kaçmak isteyen onbinlerce Yahudi, kapıların yüzüne kapanması nedeniyle güvenli liman bulamadı. 1938’deki Évian Konferansı, mültecilere çare bulmak için toplandı ama çoğu ülke yük almak istemedi. Bu konuda bir düzenlemenin olmaması, belirsizlik ve devletlerin keyfi, standart dışı tutumu milyonlarca Yahudi’nin, çingenenin toplama kamplarında hayatını kaybetmesine neden oldu.

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde yüzbinlerce Yahudi hayatta kalmıştı ama evsiz, yurtsuz ve mallarından mahrumdular. Avrupa’nın dört bir yanında “displaced persons camps” (yerinden edilmiş kişiler kampları) kuruldu. İşte bu acı deneyim, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin çıkış gerekçesini oluşturdu: Bir daha hiçbir insan zulümden kaçarken kapılar yüzüne kapanmamalıydı.

Sözleşmenin özü ve haklar

1951 Cenevre Sözleşmesi, ilk halinde yalnızca “1 Ocak 1951’den önce Avrupa’da yaşanan olaylar” sonucunda mülteci konumuna düşenleri kapsıyordu. Ancak 1967’deki New York Protokolü bu sınırlamayı kaldırdı ve sözleşmeyi evrensel hale getirdi. Bugün 145’ten fazla ülke, sözleşmeye taraf.

Belgenin merkezinde şu haklar yer alıyor:

Bu haklar, mültecileri “lütuf bekleyen” kişiler olmaktan çıkarıp uluslararası hukukun koruması altına aldı. Baskı, zulüm, dışlanma gören, savaşlara, açlığa, sefalete maruz kalan, can ve mal güvenliği olmayan insanlar güvenli ülkelere sığındılar ve hak sahibi oldular. Gittiği ülkeler onlara Cenevre Sözleşmesi gereği “sığıntı” olarak değil onurlu, hak sahibi misafirler olarak davrandı. Mültecilerin temel insani hakları, ekonomik, sosyal hakları güvence altına alındı. Çoğu zaman o ülkenin vatandaşlarından öte haklara ve imkanlara kavuştular.

1951’de yazılan metin, aslında savaş sonrası Avrupa için tasarlanmıştı. Ancak Ortadoğu’nun BOP çerçevesinde ve İsrail’in güvenliği gerekçesiyle istikrarsızlaştırılması Müslümanlardan oluşan kitlesel göçleri doğurdu.

SSCB sonrası Doğu Avrupa’dan gelen Hristiyan göçmenleri hazmetmekte zorlanan Avrupa ülkeleri, Irak, İran, Suriye, Afganistan, Libya, Sudan, Türkiye gibi Müslüman ülkelerden, Afrika’dan gelen göçlere muhatap oldular. Milyonlarca insan sözleşme gereklerini uygulayan, her türlü hakları veren demokratik Batı’ya, özellikle sosyal, refah devletlerinin olduğu Avrupa’ya yöneldi.

Zaman içinde haklar ve imkanlar fırsatçılar tarafından da keşfedildi. Sözleşmeden yararlanmayı hak etmediği, canı ve malı risk altında olmadığı halde sadece ekonomik sebeplerle sözleşmeyi istismar edenler ortaya çıktı. İş bulmak, refaha ve rahata ermek, mültecilere sağlanan ekonomik, sosyal imkanlardan yararlanmak için sözleşmenin haklarından yararlananlar oluştu.

Mesela, zamanında Türkiye’den Avrupa’ya, “Kürdüm, köyüm boşaltıldı, işkence gördüm, sürüldüm, dışlandım.” diye sığınan Karadenizliler olmuş! Bu göçler şehirlerin, ülkelerin ve toplumların dokusunu değiştirmeye başladı. Dolayısıyla göçmen düşmanlığını tetikledi.

Şimdilerde Avrupalıları en çok rahatsız eden bu yolun kolay ve rahat yeni bir hayat kurmak için kullanılması. İngiltere’de halk en fazla genç erkeklerin botlarla kanaldan geçip sığınmalarına tepki gösteriyor. Otellere yerleştirilip her türlü ihtiyaçları karşılanan eğitimsiz, niteliksiz bekar erkeklerin sosyal yardım alırken kaçak çalışmaya devam etmeleri, suça bulaşmaları, ülkenin düzenini bozan tavır ve tutumlarda bulunmaları ciddi rahatsızlık sebebi. Nigel Farage, bu malzemeleri kullanıp oya ve siyasi desteğe dönüştürüyor.

Göç dalgaları arttıkça, aşırı sağ partiler “Cenevre Sözleşmesi yükümlülük” söylemini siyasetin merkezine taşıdı, tartışıyor. Avrupa’da yükselen aşırı sağ partiler, “Bu sözleşme artık yük oldu!” derken; bazı hükümetler, sözleşmeden çıkmayı ya da fiilen etkisizleştirmeyi dillendiriyor. İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da ve Orta Avrupa ülkelerinde mülteci karşıtlığı oy toplamanın en kolay yollarından biri haline geldi.

Nitekim İngiltere’de bazı politikacılar “Sözleşmeden çıkmalıyız!” görüşünü açıkça dillendiriyor. Avustralya deniz aşırı kamplar kurarak, sözleşmenin ruhunu zayıflatacak uygulamalara yöneldi.

Resmi olarak bugüne kadar hiçbir ülke 1951 Sözleşmesi’nden çıkmadı. Çünkü çıkış, yalnızca insani değil, siyasi bir bedel de getiriyor. Ancak sözleşmeye taraf olmayan çok sayıda Müslüman çoğunluklu ülke var: Suudi Arabistan, Lübnan, Ürdün, Pakistan, Bangladeş, Malezya bunların başında geliyor. Bu ülkeler, milyonlarca mülteciyi barındırsalar da hukuken sözleşmeye bağlı değiller.

Sözleşmeden çıkmalar yaygınlaşırsa ne olur? 

Çıkış veya etkisizleştirme girişimlerinin asıl tehlikesi domino etkisi oluşturma potansiyeli. Bir ülke çıkarsa, başkaları da aynı yolu izleyebilir. Bu da uluslararası mülteci rejiminin çökmesine yol açabilir.

Mültecilere hak tanımak yalnızca ahlaki değil, ekonomik ve siyasi bir maliyet de getiriyor. Eğitim, sağlık, barınma, istihdam olanakları, kamu bütçelerine yük bindiriyor. Ev sahibi ülkelerde işsizlik, kültürel uyum sorunları, güvenlik endişeleri, siyasal gerilimler ortaya çıkıyor. Bu nedenle, bazı hükümetler kısa vadeli çıkarlarını gözeterek sözleşmeyi bir “yük” olarak görüyor.

Ancak sözleşmenin işlemediği bir dünyada beşeri, sosyal, siyasi maliyetler çok daha yüksek olur. Düzensiz göç artar, insan kaçakçılığı güçlenir, sınır ölümleri çoğalır, ülkeler arasında krizler çıkar. Sözleşmeyi etkisizleştirmek daha fazla kaos ve istikrarsız doğuracaktır.

Cenevre Sözleşmesi’nin zayıflaması insan hakları hukuku için de büyük bir gerileme olur. Çünkü bu belge, evrensel değerlerin pratikteki testidir. Çökerse, “sığınma hakkı” fiilen ortadan kalkar. Mülteciler, devletler arası pazarlık malzemesi haline gelir. Bölgesel istikrarsızlık artar, uluslararası örgütler (özellikle BM Mülteciler Yüksek Komiserliği) işlevsizleşir.

1951 Cenevre Sözleşmesi zulme maruz, siyasi, etnik, dini sebeplerle ülkesini terk etmek zorunda kalan hak mağdurları için çok önemli bir sığınak. Bu sözleşme sayesinde mülteciler onurlu, hakları, statüleri olan göçmenler haline geliyorlar. Ne varki son yıllarda, yükselen göçmen düşmanlığı ve aşırı sağın nefret siyaseti nedeniyle sözleşmeye imza atan bazı demokratik ülkeler dahi çıkmayı tartışıyor.

Bu durum milyonlarca insanın korunmasız, statüsüz ve haklardan mahrum olması anlamına gelir. Bu sebeple, mülteciler, göçmenler sığındıkları ülkelerde halkın duyarlılığını, kamuoyundaki olumsuz tartışmaları dikkate alıp daha duyarlı ve sorumlu davranmalılar. Irkçılara ve göç karşıtlarına malzeme vermemeliler. Aksine insan haklarını savunan kuruluşlara yardımcı olacak söz, tavır ve tutum içinde olmalılar.

Holokost’un ardından “Bir daha asla!” denilerek, 1951 Cenevre Sözleşmesi ile otoriter rejimlerin kitlesel hak ihlallerine, sürgünlerine karşı çok önemli bir set ve sığınak oluşturulmuştu. Eğer 1951 Sözleşmesi’ni terk edersek, insanlık olarak bu dersi unutmuş oluruz.

Tarih bize kendisini güvende, rahat hisseden pek çok kesimin, kişinin beklenmedik anda ve şekilde mülteci, göçmen olabildiğini söylüyor.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version