Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Görünenin ötesinde: Hz. Musa ile ‘Kulun’ yolculuğu

Görünenin ötesinde: Hz. Musa ile ‘Kulun’ yolculuğu


AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM

Kur’ân-ı Kerîm, Kehf Sûresi’nde Hz. Musa’nın yolculuğunu anlatır. Hz. Musa, beraberindeki gençle uzun bir yol kat eder ve sonunda Allah’ın kendi katından rahmet verdiği ve özel bir bilgi öğrettiği ‘bir kula’ rastlar: “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 18/65)

Kur’an bu kişinin adını vermez; sadece ‘bizim kulumuz’ der. Böylece dikkat, şahıstan çok Allah’ın lütfuna ve öğrettiği hikmete yöneltilir. Musa bu kuldan öğrenmek ister: “Musa ona dedi ki: ‘Doğru yolu bulmam için sana öğretilenden bana öğretmen üzere sana tâbi olabilir miyim?’ (Kehf, 18/66)”

Yolculuk başlar, fakat kısa süre içinde Musa sabredemez: “Nihayet bir gemiye bindikleri zaman, o kul gemiyi deldi. Musa dedi ki: ‘İçindekileri boğmak için mi onu deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.” (Kehf, 18/71)

“Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında o kul hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: ‘Bir cana karşılık olmaksızın masum birini mi öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.’ (Kehf, 18/74)”

Duvar sahnesi

“Yine yola koyuldular. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ama onlar ikisini de misafir etmediler. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. O kul hemen onu doğrulttu. Musa dedi ki: ‘İsteseydin, buna karşılık bir ücret alabilirdin.” (Kehf, 18/77)

Musa zahire göre haklıdır; çünkü yaptığı itirazlar hukukun ve insani vicdanın sesidir. Fakat yolculuğun sonunda Allah’ın ‘kullarımızdan olan bir kul’ dediği kişi, yaptığı işlerin ardındaki hikmeti açıklar:

“Gemi var ya, denizde çalışan yoksul kimselere aitti. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiyi zorla alan bir kral vardı.

Çocuğa gelince, onun anne ve babası mümin kimselerdi. Onları taşkınlığa ve inkâra sürüklemesinden korktuk. Böylece Rablerinin onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini vermesini istedik.

Duvar ise şehirde iki yetim çocuğa aitti. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin diledi ki, o iki çocuk erginlik çağına erişsin ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” (Kehf, 18/79–82)

Görünüşte zulüm ve anlamsızlık gibi duran bu fiiller, aslında rahmetin ve hikmetin farklı yüzlerine işaret eder. İnsan gözüyle görünen zarar, perde arkasında daha büyük bir iyiliğe hizmet ediyor da olabilir. Küçük bir kusur, daha büyük bir felaketi önleme ihtimali taşır. Geçici bir acı, ebedî bir hayra dönüşebilir. Karşılıksız bir iyilik, geleceğin adaletini koruyan bir tedbir anlamına gelebilir.

Bu kıssa, insanın hayatla ve tarihle olan ilişkisine dair güçlü bir ders barındırır. İnsan çoğu zaman olayların yalnızca görünen yüzüne, felaketlere, zulümlere, kayıplara odaklanır. Oysa Kur’an’ın diliyle: “Sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah sizin için bir hayır kılmış olabilir.” (Bakara, 2/216)

Görünüşte musibet gibi duran şeyler, ilahi planın içinde daha büyük bir hikmete kapı aralayabilir. Neticede ayağın kayması bile Allah’ın yaratmasıyla gerçekleştiğine göre, sebep ve sonuç arasındaki bağ zorunlu değildir; onları neticede bir araya getiren Allahtır. Musibetler, ‘imtihan sırrı’ gereği sebepler perdesiyle görünse de, hakikatte kaderin işleyişinin parçalarıdır.

Mesela, Allah insanı yeryüzüne halife kılmayı murat ettiğine göre, o muradın gerçekleşmeme ihtimali var mıdır ve bu ilahi murat şeytanın insanın ayağını kaydırmasına mi bağlıdır? Allah, daha Adem yaratılmadan önce meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim!” (Bakara, 2/30) buyurduğunda aslında tarihin istikametini tayin etmiş değil midir?

Şeytanın hilesi, Adem’in ayağını kaydırması, cennetten yeryüzüne inişine vesile olmuş gibi görünse de, bu iniş Allah’ın muradının dışında değil, tam da onun içinde değil midir? Allah bunu murat ettigine gore, seytan yoldan çıkmasa da o murat yine de kendini gerçekleştirecek bir yol bulamayacak mıydı kendine?

İnsanın düşüşü aslında bir yükselişin başlangıcıdır. İlk bakışta sürgün gibi duran bu iniş, halifeliğin hayata geçtiği an olmuştur. Çünkü insanın temsil görevi cennette değil, yeryüzünde tecelli edecekti.

Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresi’nde anlatılan bu yolculuk, bilgiyi iki ufukta düşünmeye davet eder: Peygamberin temsil ettiği “hukuk ve adalet” bilgisi ile ‘kullarımızdan bir kulun’ temsil ettiği hakikat bilgisi. Metin, bu ikinci kişiyi isimlendirmez; yalnızca ‘Ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik’ der (Kehf, 18/65). Böylece dikkat, şahsa değil, bilgi ile rahmetin kaynağına yöneltilir.

Hz. Musa, vahyin dilini de hukukun ilkelerini de bilen bir peygamberdir; toplum düzeninin hukukunu, adalet ve mesuliyetin açık hükümlerine sahiptir. Bu yüzden geminin delinmesine, bir çocuğun öldürülmesine, karşılıksız bir duvar onarımına itirazı, getirdigi hukuk düzenine uygun bir vicdani refleks olarak okunabilir. ‘Kulun’ açıklamaları ise aynı fiilleri başka bir eksende anlamlandırmanın mümkün olduğunu gösterir: Küçük bir kusur daha büyük bir gaspı bertaraf etmektedir. Gelecekteki adaleti koruyan bir imkana dönüşmektedir. Böylece hukukun ‘herkese lazım olan’ kamusal ölçüsü ile hakikat bilgisinin ‘perde arkasına’ dair ufku yan yana durur; biri ötekini iptal etmeden tamamlar.

Burada önerilen, iki bilgi biçimi arasında bir hiyerarşi kurmaktan çok, iki bakışın farklı vazifelerini tanımaktır. Hukuk ve adalet, herkesin uyması gereken açık ilkelere yaslanır; görünürdeki fiile bakar. Hakikat bilgisi diye işaret edilen ufuk ise, fiilin görünmeyen bağlamına, ilahi muradın zaman içinde açılabilecek tecellilerine dikkat kesilir. Birincisi ‘şimdi ve buradayı’ düzenler; ikincisi ‘henüz görünmeyene’ işaret ederek sabrı ve tevekkülü  besler.

İnsan aklının doğal ufku, olgu ve olayları yakın planda yakalar; sebep-sonuç ilişkilerini görür ama bu ilişkiler arasında zorunlu bağlar olduğunu zannettiği yerde çoğu zaman sadece alışılmış eş zamanlılıkları görür. Bu yüzden Musa’nın itirazları, hukukun ilkeleri açısından yerli yerindeyken, ‘kulun’ açıklamaları aynı fiilleri başka bir düzen içinde — zamanın, kaderin ve rahmetin geniş çerçevesinde — anlamlı kılar. Burada teklif edilen, aklın hükmünü askıya almak değil; aklı daha yüksek bir dikkatle, daha uzun bir zamansallıkla işletmektir.

Kıssanın üç perdesi, ahlaki idrakin katmanlarını da düşündürür: Gemi sahnesi, ‘küçük bir kusur’ ile ‘büyük bir gaspın’ dengelenmesini; çocuğa dair sahne, sınırlı ömür ile sınırsız akıbet arasındaki gerilimi; duvar sahnesi ise ‘şimdi karşılık’ ile ‘gelecek hak’ arasındaki adaleti gündeme getirir. Şeriat, bu tür durumlarda genel ve bağlayıcı ölçüler teklif eder; hakikat ufku ise, her somut olayın perde arkasında farklı bir ilahi denge bulunabileceğini hatırlatır.

Bu yolculuk, bilgi ile bilgelik arasındaki ince farkı da görünür kılar. Bilgi, hüküm vermeyi; bilgelik, hükmü erteleyebilmeyi de içerir. Birincisi hızlı kararın, ikincisi sabrın erdemidir.

Bu anlatıyı yalnızca bir kıssa olarak değil, her çağın sınavına dair bir düşünme biçimi olarak okumak mümkündür. Toplumların gemileri zaman zaman deliniyor gibi görünebilir; bu, daha büyük bir gaspı önleyen bir eksiltme olarak anlaşılabilir. Gelecek kuşaklara dair trajik kayıplar, görünürde yıkım olsa da imanın ve adaletin daha büyük bir dengesine hizmet edebilir.  Bu ihtiyatlı okuma, ‘olanı’ aklamak için değil, ‘olanın’ ardındaki anlam katmanlarını ıskalamamak için gereklidir.

Son kertede kıssa, iki yanlış uçtan sakındırır: Biri, görünmeyen hikmeti bahane ederek zahirdeki hataları meşrulaştırma tehlikesi… Diğeri, zahirdeki sebep-sonuç ilişkisini mutlaklaştırıp zamanın ve kaderin uzun ufkunu gözden kaçırma tehlikesi.  Hukukun açık ölçüleri, ilkini engelleyen güvenli sınırdır; hakikat ufkuna açık kalmak ise, ikincisini yumuşatan, kalbe sabır veren bir imkândır. Böyle bakıldığında Musa ile ‘kullarımızdan bir kulun’ buluşması, hükmün muhkemliği ile hikmetin derinliğini aynı metinde buluşturur; akla saygıyı ve kalbe açıklığı birlikte talep eder.

Belki de bu yüzden, anlatının merkezinde bir isim değil, bir nisbet vardır: ‘Kullarımızdan bir kul.’

Bu ifade, hakikatin nihai sahibinin insan değil, Hak olduğunu; bilginin de, rahmetin de kaynağının ‘Allah’ın katı’ olduğunu hatırlatır. İnsana düşen, hukuka ve rasyonel olana sadakatle tutunurken, anlamın perdesine de saygıyla yaklaşmak; zahirde adaleti gözetirken, batında hikmete açık kalmak; hüküm verirken acele etmemek ve sabrın ufkunda yürümektir. Çünkü görünen, gördüğümüz kadarıdır; hakikat ise çoğu zaman gördüğümüzden fazlasıdır.

Zaman yolculuğu bu kıssada mecazi bir anlam da kazanır: O kul, ‘geleceği önceden bilmek’ yeteneğiyle adeta zamanın ötesinde yürür.

Ne güzel söylemiş T.S. Eliot: “Time present and time past

Are both perhaps present in time future,

And time future contained in time past.”

‘Şimdi ve geçmiş, gelecekte hazır;

Gelecek de geçmişin içinde mevcut…’

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version