Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Göbeklitepe’den Nuh Tufanı’na: Kur’an, felaketler ve tarihin derin katmanları

Göbeklitepe’den Nuh Tufanı’na: Kur’an, felaketler ve tarihin derin katmanları


AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM

Mart 2025’te Kolombiya’nın Buga kentinde yaşanan bir olay, insanlığın geçmişine dair bildiklerimizi yeniden sorgulamamıza yol açtı. Görgü tanıklarına göre gökyüzünde zikzaklar çizerek ilerleyen parlak bir cisim, kısa süre sonra yere düştü. Bölgeden alınan ve “Buga Küresi” adı verilen nesne, ilk bakışta olağanüstü görünüyordu: Üç metalik tabakadan oluşuyor, içinde dokuz mikrosfer barındırıyor ve yüzeyinde gizemli semboller taşıyordu. Araştırmacılar, nesnede hiçbir kaynak ya da ek izi bulunmadığını, bu nedenle alışılmış metal işçiliğine benzemediğini vurguladılar. https://www.jpost.com/science/science-around-the-world/article-855587

Asıl tartışmayı alevlendiren ise ABD’deki University of Georgia – Center for Applied Isotope Studies laboratuvarından gelen rapordu: Küreyle ilişkili reçine örnekleri yaklaşık 12.560 yıl öncesine tarihlenmişti. Eğer bu sonuç doğruysa, Buga Küresi insanlık tarihini yeniden yazdırabilecek bir bulgu. Buga Küresi eski bir uygarlığa mı işaret ediyor yoksa dünya dışı bir uygarlığa mı, burası hâlâ spekülatif ama ilginç olan son derece önemli bir tarihsel döneme yaşıtlanmış olması. https://myemail.constantcontact.com/Astounding-report-on-Buga-Sphere.html?soid=1109615552303&aid=ClbIh3ChNkI

Yaklaşık 12.900 yıl önce başlayan ve 11.700 yıl önce sona eren Younger Dryas, Dünya’nın aniden yeniden soğuduğu dramatik bir dönemi temsil ediyor. Grönland buz çekirdeklerinde yapılan ölçümler, bu dönemde sıcaklıkların yalnızca birkaç on yıl içinde 5–10 derece birden düştüğünü ortaya koyuyor. Kuzey Amerika ve Avrupa yeniden buzullarla kaplanırken, mamutlar, mastodonlar ve diğer dev hayvan türleri ortadan kayboldu. İnsan toplulukları ise zorunlu olarak yaşam biçimlerini değiştirmek zorunda kaldı.

Bilimsel konsensüs bu ani soğumayı, Kuzey Amerika’daki dev tatlı su gölü Agassiz’in buz barajlarının yıkılmasıyla Atlantik’e boşalan muazzam su kütleleriyle açıklıyor. Bu tatlı su, okyanus akıntılarını bozmuş, özellikle Gulf Stream’i duraksatarak Kuzey yarımkürede sert bir buzul geri dönüşüne yol açmış olabilir.

Ancak bazı araştırmacılar bu açıklamayı yetersiz buluyor. Onlara göre Younger Dryas, aslında kozmik bir çarpışmanın ürünüydü. Bu tez, Dünya’ya kuyrukluyıldız parçalarının çarptığını, bunun devasa yangınlara, atmosferde yoğun toz birikimine ve ani bir iklim kırılmasına yol açtığını savunuyor. Bu hipotezi desteklemek için platin anomalileri, nano-elmaslar ve eriyik cam parçaları gibi bulgular gösteriliyor. Fakat bilim dünyası bu kanıtların kesinliğini hâlâ tartışıyor.

Ancient Apocalypse: Felaket ve Kayıp Uygarlık Anlatısı

Younger Dryas, yalnızca iklim bilimciler için değil, alternatif tarih yazarları için de büyük bir cazibe merkezi. Graham Hancock’un Netflix belgeseli Ancient Apocalypse, bu dönemi insanlık tarihindeki en kritik kırılma olarak sunuyor. Hancock’a göre Younger Dryas, ileri bir uygarlığı tarihten sildi. Ancak bu uygarlıktan kurtulanlar, bilgilerini dünyanın dört bir yanına taşıdı ve farklı coğrafyalarda kültürel sıçramalara yol açtı.

Belgeselde Endonezya’daki Gunung Padang’dan Meksika’daki Cholula’ya, Malta tapınaklarından Bahamalar’daki Bimini Road’a, Anadolu’daki Göbeklitepe ve Derinkuyu’ya kadar pek çok alan inceleniyor. Hancock, bu yapıların “yerel toplulukların mucizesi” değil, “felaketten kurtulanların mirası” olduğunu savunuyor. Ona göre farklı kıtalarda görülen piramitler ve tapınak kuleleri, aynı bilgi kaynağının farklı coğrafyalardaki izleridir.

Göbeklitepe ve Göksel Uyarılar

Bu anlatının en güçlü halkası kuşkusuz Göbeklitepe. Şanlıurfa yakınlarında keşfedilen ve M.Ö. 9600’lere tarihlenen bu anıtsal kompleks, tarım öncesi dönemde inşa edilmiş olmasıyla arkeolojinin bütün kalıplarını sarsıyor. Evrimci yaklaşımla uyumlu modern arkeolojinin klasik insanlık tarihi anlatısı Göbeklitepe’de sert bir duvara çarpıyor. Devasa T-biçimli taşlar, üzerlerindeki hayvan kabartmaları ve düzenli planıyla Göbeklitepe, insanlığın sembolik bilinç kapasitesinin çok daha eski olduğunu gösteriyor. Medeniyet’in beşiği Sümer ve insanlığın kayıtlı tarih anlatısı Göbeklitepe’de sarsılıyor.

Konu Göbeklitepe’de bulunan 43 numaralı dikilitaş, yani “Vulture Stone” ile yeni bir boyut kazanıyor. Martin B. Sweatman ve Dimitrios Tsikritsis, taş üzerindeki figürleri takımyıldızlarla eşleştirerek bunun yaklaşık M.Ö. 10.950’ye tarihlenen bir göksel olayı — Younger Dryas’ın başlangıcını tetikleyen kozmik çarpışmayı — işaret ettiğini öne sürdüler. Onlara göre taş, kuyrukluyıldız çarpmalarının bıraktığı izleri “gelecek nesillere uyarı” amacıyla kayda geçirmiş olabilir. Graham Hancock da bu tezi benimseyerek, Göbeklitepe’yi yalnızca bir tapınak değil, aynı zamanda göksel hafıza taşı olarak yorumladı.

Fakat Göbeklitepe kazı ekibi ve ana akım arkeologlar farklı düşünüyor. Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden uzmanlara göre taş üzerindeki kabartmalar, ölü kültü bağlamında anlam kazanıyor. Başsız insan figürü, akbaba ve diğer hayvanlar, ölü bedenin kuşlara sunulması ve kafatasının ritüel amaçlarla yeniden işlenmesi gibi uygulamalara işaret ediyor olabilir. Dolayısıyla “kozmik uyarı” okuması cazip olsa da, bağlam dışı görülüyor. Bu karşıt yorumlar, Göbeklitepe’nin yalnızca arkeolojik değil, sembolik anlamda da hâlâ gizemlerle dolu olduğunu gösteriyor. Ancak Göbeklitepe’nin yaşı konusunda bilim dünyasında herhangi bir tartışma yok.

Altı Günde Yaratılış İddiası ve Kur’an’ın Kozmolojik Yorumu

Göbeklitepe’nin yaklaşık 12 bin yıl öncesine tarihlenmesi, kimi çevrelerde Adem’in 7 bin yıl önce yaratıldığı yönündeki geleneksel kabullerle çeliştiği için ciddi tartışmalara neden oldu. Oysa bu itirazlar hem Kur’an’ın metinsel bağlamını hem de bilimsel verileri dikkate almayan yüzeysel değerlendirmeler.

Dr. Ömer Atilla Ergi’nin bir çok kez Politurco YouTube kanalında anlattığı gibi, Kur’an’da yaratılışın “altı günde” gerçekleştiği ifade edilirken (A’râf, 7/54), burada kullanılan ‘yawm’ kelimesi 24 saatlik bir dünya gününü anlatmaz. Dünya günü, ancak dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüşüyle ortaya çıkmış bir ölçüdür ve evrenin yaratılış sürecinde böylesi bir ölçüm zaten mümkün değildir. Nitekim Kur’an’ın başka ayetlerinde bu kelime, “elli bin yıl” (Me’âric, 70/4) gibi çok daha geniş zaman dilimlerini ifade edecek şekilde kullanılır. Bu durum, yaratılışın 24 saatlik günlerle değil, uzun dönemler ve kozmik safhalar halinde anlaşılması gerektiğini gösterir.

Modern kozmoloji de bu yorumu destekler. Evrenin yaşı 13,8 milyar yıl, dünyanın yaşı ise yaklaşık 4,6 milyar yıl olarak hesaplanmıştır. Fussilet, 41/9’da dünyanın “iki günde” yaratıldığı ifade edilir. Bu iki gün, bilimsel verilere göre yaklaşık 4,6 milyar yıla karşılık gelmektedir. Buradan hareketle bir “yaratılış günü” 2,3 milyar yıl olarak hesaplanabilir. Altı gün ise toplamda 13,8 milyar yıl eder ki bu da modern astronominin ulaştığı sonuçla birebir örtüşmektedir (Ergi, Was the Universe Created in Six Days?).

Dolayısıyla Göbeklitepe’nin 12 bin yıl öncesine tarihlenmiş olması, ne Kur’an’ın yaratılış anlatısıyla ne de evrenin kozmolojik yaşıyla çelişmektedir. Bilakis, arkeolojik bulgular insanın dünya üzerindeki serüveninin on binlerce yıl öncesine gittiğini ortaya koyarak, Kur’an’ın zaman kavramını esnek ve dönemsel bir anlamda kullandığını teyit eder. Adem’in yalnızca 7 bin yıl önce yaratıldığı iddiası ise, kutsal metinlerin sözel yapısına ve bilimsel bulgulara dayalı sağlam bir temele sahip değildir.

Kur’an ayrıca insanlığın tarihsel çeşitliliğine dikkat çeker: “Andolsun, sizden önce nice nesiller (kavimler) yarattık; onlar sizden daha güçlü idiler…” (En‘âm, 6/6). Bu ayet, yeryüzünde bizden önce çok daha gelişmiş toplulukların bulunduğunu vurgulamakta, insanlık tarihinin birkaç bin yıl öncesine sıkıştırılamayacak kadar geniş olduğunu teyit etmektedir.

Göbeklitepe’nin ortaya çıkışı, insanlık tarihinin derinliğini genişleten arkeolojik bir kanıttır; Kur’an’ın yaratılışla ilgili ifadeleri ise bu derinliği sınırlamamakta, aksine uzun evrelere yayılan bir yaratılış sürecini işaret etmektedir. Bu nedenle, Göbeklitepe gibi bulgular Kur’an’ın kozmik tasvirleriyle çatışmaz; bilakis onları daha iyi anlamamıza katkıda bulunur.

Bu bağlamda, Politurco YouTube kanalımızda Dr. Ömer Atilla Ergi ile gerçekleştirdiğimiz programlarda da sıkça gündeme geldiği üzere, Kur’an’ın Nuh tufanına ilişkin ifadeleri yalnızca yerel bir felaketi değil, küresel ölçekte etkiler doğuran büyük bir kırılmayı işaret ediyor olabilir. Dr. Ergi, özellikle Kur’an’da gemi için kullanılan “fulk” kelimesine dikkat çekerek, bu ifadenin yalnızca tekil bir gemiyi değil, aynı zamanda bir “filo”yu da tanımlayabileceğini vurgulamaktadır. Bu, Nuh’un elindeki imkânların basit bir tahta kayıktan ibaret olmadığını, çok daha ileri düzeyde bir gemi teknolojisine işaret edebileceğini düşündürmektedir.

Hud Suresi 40. ayette geçen fevârat tannûr ifadesini de bu bağlamda ele alan Dr. Ergi, burada kullanılan “tennûr” (fırın) ve “feverân” (kaynama, taşma) kavramlarının, bir buharlı kazanı ya da motor sistemini çağrıştırabileceğini; dolayısıyla Nuh’un gemisinin klasik tasavvurumuzdaki gibi sıradan bir yelkenli değil, levha ve çivilerle yapılmış, buharlı ya da motorlu bir gemi olabileceğini belirtmektedir. Bu yorum, Elmalılı Hamdi Yazır’ın bazı yorumlarıyla da örtüşmekte, modern çağın teknik kavramlarıyla okunduğunda daha anlamlı hale gelmektedir.

Dr. Ergi ayrıca, Kur’an’da Nuh kıssasının anlatımında kullanılan üslubun Graham Hancock’un ileri sürdüğü tezlerle de uyumlu olduğuna dikkat çekmektedir. Hancock, dünyanın farklı bölgelerinde tufan sonrası hayatta kalan grupların, başka bölgelere göç ederek medeniyetin yeniden inşasında rol oynadıklarını; örneğin Azteklerin tufan sonrası denizden gelen sakallı, Akdeniz kökenli görünümlü insanlardan bahsettiklerini dile getirmiştir. Dr. Ergi’ye göre, Kur’an’ın işaret ettiği “öncekilerden daha üstün kavimler” ifadesi (En‘âm, 6/6) bu kaybolmuş yüksek medeniyetlere atıf olabilir.

Bu açıdan bakıldığında, Nuh tufanı yalnızca bir “yerel felaket” değil; gelişmiş bir insanlık medeniyetinin büyük bir kozmik felaketle sona ermesi, fakat bazı toplulukların ve teknolojik birikimlerin farklı bölgelerde varlığını sürdürmesi olarak da anlaşılabilir. Kur’an’ın kullandığı dilin esnekliği ve modern jeolojik/arkeolojik bulgular, bu yorumun önünü açmaktadır. Dr. Ergi’nin vurguladığı gibi, Nuh dönemi insanlığı bizimkinden geri değil, belki de daha ileri bir uygarlık seviyesine sahipti. Bu yaklaşım Göbekli Tepe tartışmasına da ışık tutmaktadır.

https://www.youtube.com/watch?v=SswTMZ5t984

Piramitler, Babil Kulesi ve Kâbe

Göğe yükselen yapılar insanlık tarihinde sürekli tekrar eden bir tema. Mısır’daki piramitler, Mezopotamya’daki zigguratlar, Orta Amerika’daki tapınak piramitleri hep aynı arzuyu simgeler: göğe ulaşmak. Eski Ahit’teki Babil Kulesi kıssası, bu arzunun Tanrı’yı öfkelendirdiğini ve kibirle inşa edilen kulelerin yıkıldığını anlatır.

Piramidal yapılar ile Kâbe arasındaki kontrasta dikkat çekmek gerekir. Zira piramidal yapılar politeistik/çok tanrılı dinleri sembolize ediyor olabilir. İslam’ın merkezindeki Kâbe, farklı bir sembolizmi temsil eder ve aslında tek tanrılı dinlerin de sembolüdür.

Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yeniden inşa edilen bu kübik yapı, göğe yükselmez; yeryüzünde sabitlenmiş bir merkezdir. Piramitlerin iddiası, Babil Kulesi’nin kibrine benzerken; Kâbe’nin tevazulu formu, Allah’a yaklaşmanın insani iddiayla değil teslimiyetle mümkün olduğunu simgeler.

Yahudi âlim Dennis Avi Lipkin’in ‘Return to Mecca’ (Kâbe’ye Dönüş) adlı kitabında vurguladığı üzere, Kâbe yalnızca İslam’ın değil, İbrahimî geleneğin ortak bir parçasıdır. Yahudi geleneğinde Kudüs Tapınağı Tanrı’nın huzurunun merkeziyse, Mekke’deki Kâbe de aynı mirasın farklı bir coğrafyadaki izdüşümüdür. Bu yaklaşım, Kâbe’yi yalnızca Müslümanların değil, Yahudi ve Hristiyan geleneklerin de tarihsel hafızasına ekler. Bu noktada Tefillin devreye girer. Yahudi geleneğinde Tevrat’tan ayetlerin yer aldığı küçük deri kutular kollar ve alın üzerine bağlanır. Bu pratiğe Tefillin, İncil’deki Yunanca karşılığıyla Phylacteries denir. Yunanca phylaktērion, “koruyucu, muhafız” anlamına gelir. İsa da Matta 23:5’te bu objeden söz ederek Ferisilerin gösterişini eleştirmiştir.

Lipkin, Tefillin’in koruyucu ve merkezi işlevini Kâbe’nin sembolizmiyle ilişkilendirir. Ona göre Yahudilerin bedenlerinde taşıdığı bu “koruyucu merkez”, İslam’ın kalbindeki kübik merkezle paralellik kurar. Beden üzerinde taşınan Tefillin nasıl Tanrı’nın sözünü ve koruyuculuğunu hatırlatıyorsa, Kâbe de yeryüzünde Allah’ın merkezi varlığını sembolize eder. Böylece İbrahimî gelenek, farklı biçimlerde de olsa aynı ‘koruyucu merkez’ fikrini taşır: Yahudilikte Tefillin, Hristiyanlıkta İncil’deki phylacteries ifadesi, İslam’da ise Kâbe. Bu arada belirtmekte fayda var, kitabının adından da anlaşıldığı gibi, Yahudi âlim Dennis Avi Lipkin, Kâbe’yi Yahudilerin kayıp mabedi olarak tanımlamakta ve aslında Yahudilere ait olduğunu iddia etmektedir. Yani Lipkin’in tek tanrılı dinleri aynı noktada buluşturmak ya da Kur’an’ın Kâbe anlatısını doğrulamak gibi bir amacı yoktur, geri almak gibi bir amacı vardır. Ancak bu talebi dile getirirken, Eski Ahit’ten ve İncil’den deliller göstererek Yahudi geleneği ile Kâbe arasında somut bağlantılar kurmuştur.

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim, Yahudiler açısından Yehova ile yapılan ahdin kurucu atası ve Yahudi halkının başlangıç noktasıdır. Ancak ana akım Yahudilik Hz. İbrahim ile Kâbe arasındaki ilişkiyi yok sayma eğiliminde olduğu için Lipkin’in bu kitabı niyeti ne olursa olsun kayda değerdir.

Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerîm, Kâbe’nin Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yeniden yükseltildiğini açıkça belirtir: “Hani İbrahim, İsmail ile birlikte Beyt’in temellerini yükseltiyordu…” (Bakara 127). Buradaki “temelleri yükseltmek” ifadesi, yapının İbrahim’den önce de mevcut olduğuna işaret ediyor olabilir. Kur’an, ilk inşayı kimin gerçekleştirdiğini söylemez; sadece Kâbe’nin “insanlar için kurulan ilk ev” olduğunu bildirir (Âl-i İmrân 96).

Bu nedenle Kâbe’nin tarihi çok daha eskiye uzanıyor da olabilir.

Şimdi bir başka konuyu tartışalım. İnsanlığın tarihi hakkında bilimsel bir konsensüs var mıdır? Yoksa bildiklerimiz hâlâ çok mu sınırlı?

Mesela, Çin’in Hubei eyaletinde bulunan ve “Yunxian 2” adı verilen yaklaşık 1 milyon yıllık insan kafatası, Homo sapiens’in ortaya çıkışını en az yarım milyon yıl daha geriye götürerek klasik evrimci ve modern arkeolojinin mevcut insanlık tarihi anlatısını boşa düşürmektedir. Önceleri Homo erectus’a ait sanılan fosil, yeni analizlerle Homo longi türüne — Neandertaller ve Homo sapiens ile aynı gelişmişlik düzeyinde bir kardeş türe — ait olarak sınıflandırılmıştır. Bu durum, Homo sapiens’in Neandertallerle birlikte yaklaşık 800 bin yıl boyunca aynı dönemi paylaştığını göstermektedir. Natural History Museum’dan Prof. Chris Stringer’ın ifadesiyle, bu sonuç “insan evrimindeki temel kronolojiyi değiştiriyor” (Pallab Ghosh, BBC News, 25 Eylül 2025).

Bu tür bulgular, insanlık tarihinin yalnızca son 5–10 bin yıllık kayıtlardan ibaret olmadığını, aksine kökenlerimizin çok daha eskiye uzandığını ortaya koyuyor. Üstelik, İsveçli genetikçi Svante Pääbo — 2022 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’nü kazanan ve “paleogenetik biliminin kurucusu” olarak kabul edilen araştırmacı — yaptığı çalışmalarla modern insan ile Neandertaller arasındaki genetik mesafenin sanılandan çok daha küçük olduğunu ortaya koymuştur. Pääbo’nun ifadesiyle, Neandertaller ile modern insanlar arasındaki yaklaşık 30.000 genetik fark, bugün yaşayan rastgele iki insan arasındaki 3 milyon farktan bile daha azdır (Pääbo, 2023, The Guardian).

Özetlemek gerekirse, Younger Dryas döneminden, Graham Hancock’un “Ancient Apocalypse” anlatısına, Göbeklitepe’nin gizemli sembollerine, Nuh Tufanı tartışmalarından Kâbe’nin tarihi ve sembolik anlamına kadar bütün bu veriler, insanlık tarihinin aslında bildiğimizden çok daha eski, çok daha katmanlı ve çok daha derin olduğunu göstermektedir. Jeolojik veriler, arkeolojik bulgular, kutsal metinlerin işaret ettiği kozmik semboller ve kadim gelenekler bir araya geldiğinde, tarihin yalnızca birkaç bin yıl öncesine indirgenemeyecek kadar geniş bir yelpazede anlaşılması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Göbeklitepe, bu tartışmanın merkezinde durmaktadır. M.Ö. 9600’lere tarihlenen bu anıtsal yapı, insanın sembolik bilinç kapasitesinin ve kolektif örgütlenme becerisinin sanıldığından çok daha eski olduğunu kanıtlamıştır. Bu gerçek, Kur’an’ın yaratılışa ve insanlık tarihine dair ifadeleriyle çelişmek bir yana, onları daha geniş bir bağlamda anlamamıza imkân tanımaktadır.

İnsanlık, son birkaç yüzyılda gerçekleştirdiği bilimsel ve teknolojik sıçramalarla tarihin en hızlı dönüşümlerinden birine imza attı.

Bu olguyu bilimsel bir analojiyle düşündüğümüzde şu soru kaçınılmaz hale gelir: Eğer insanlık bu kadar kısa sürede böylesine devrimsel adımlar atabildiyse, geçmişte –örneğin Büyük Tufan öncesinde– kaç kez yüksek medeniyetler doğmuş ve büyük felaketlerle yok olmuş olabilir? Jeolojik kayıtlar, Dünya’nın defalarca küresel iklim değişimleri, kozmik çarpışmalar, buzul çağları ve mega-volkanik patlamalar yaşadığını göstermektedir. Her biri, potansiyel olarak gelişmiş insan topluluklarını ya da erken uygarlıkları dramatik biçimde silecek güçteydi.

Tıpkı günümüzde kısa sürede ulaşılan teknolojik seviyenin “geçmişte de benzer sıçramaların yaşanabileceğini” ima etmesi gibi, arkeolojik anomaliler (Göbeklitepe, Piri Reis haritası gibi veriler) de kaybolmuş uygarlık ihtimalini bütünüyle dışlamamaktadır.

Dolayısıyla, modern insanın bugünkü başarısı tek ve kesintisiz bir çizginin sonucu olmayabilir. Tufan gibi küresel kırılmalar, geçmişte yüksek medeniyetlerin defalarca ortaya çıkıp yok olmasına yol açmış olabilir ve bu ihtimal insanlığın tarihsel hafızasının ne kadar sınırlı olduğunu bize tekrar hatırlatır ve bu durum Kur’an’la çelişmez; aksine, Kur’an insanlığın kayıp tarihi ile ilgili baş döndürücü bilgiler dahi içeriyor olabilir.

Kaynakça

Jerusalem Post. (2025, March). Science around the world: Buga Sphere. The Jerusalem Post. https://www.jpost.com/science/science-around-the-world/article-855587

Constant Contact. (2025). Astounding report on Buga Sphere. Constant Contact. https://myemail.constantcontact.com/Astounding-report-on-Buga-Sphere.html?soid=1109615552303&aid=ClbIh3ChNkI

Hancock, G. (2022). Ancient apocalypse [Belgesel]. Netflix.

Sweatman, M. B., & Tsikritsis, D. (2017). Decoding Göbekli Tepe with archaeoastronomy: What does the fox say? Mediterranean Archaeology and Archaeometry, 17(1), 233–250. https://doi.org/10.5281/zenodo.400780

Ergi, Ö. A. (n.d.). Was the universe created in six days? [Makale]. Academia.

Lipkin, D. A. (1994). Return to Mecca. Herzliya: JBS Publishing.

Pääbo, S. (2023, January 12). Svante Pääbo: ‘It’s maybe time to rethink our idea of Neanderthals’. The Guardian. https://www.theguardian.com/science/2023/jan/12/svante-paabo-interview-nobel-prize

BBC News. (2025, September 25). Million-year-old skull rewrites human evolution, scientists claim (P. Ghosh, Ed.). BBC. https://www.bbc.com/news

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version