Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Etyen Mahçupyan ve konjonktürel pragmatizm (2): Cesaretsiz esaret!

Etyen Mahçupyan ve konjonktürel pragmatizm (2): Cesaretsiz esaret!


Entelektüelin tarihin kritik anlarında verdiği sınav, sadece teorik bilgiyi değil, ahlaki duruşu da test ediyor. Sokrates zehir kadehi içmeyi, Gramsci hapiste çürümeyi, Said kariyer riskini göze aldı. Peki ya günümüz entelektüeli? Etyen Mahçupyan örneği üzerinden, ‘negatif rıza’ kavramından koruma haracına, Anderson’ın hayali cemaatlerinden Althusser’in ideolojik devlet aygıtlarına uzanan analitik yolculuğumuza devam ediyoruz.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

İlk yazımızda Etyen Mahçupyan’ın günümüz Türkiye’si için çizdiği analitik çerçevesini 5 temel tez etrafında incelemiş, özellikle “negatif rıza” kavramlaştırmasının sorunlu doğasını ele almıştık. Mahçupyan’ın dönemsel gözlemlerini teorik genellemelere dönüştürme eğilimi, konjonktürel dinamikleri yapısal açıklamalar olarak sunmasına ve sonuçta hakim güç ilişkilerini “tarihsel zorunluluk” kategorisinde meşrulaştırma riski taşımasına yol açtığını göstermeye çalışmıştık.

Bu yazımızda, meseleyi biraz daha derinleştirmek ve entelektüel pratiğin sadece düşünce üretmekle sınırlı olmadığını hatırlatmak istiyoruz.

Dikkat edilecek olursa entelektüalite, tarihin önemli dönüm noktalarında hep aynı sınavdan geçmiştir: Düşüncenin hayatla kesiştiği kritik anlarda ne yapacağı, nasıl konumlanacağı ve hangi bedeli göze alacağı sorusu. Bu sınav, sadece teorik bilgi birikimini değil, ahlaki duruş ve siyasal cesareti de test eder.

Sokrates, fikirlerinden dolayı zehir kadehi içmeyi kabul etmişti. Giordano Bruno, bilimsel görüşlerini savunmak için yakılmayı göze almıştı. Pirlerin piri Antonio Gramsci, hapiste çürümeyi ama düşüncelerinden vazgeçmemeyi tercih etmişti. Daha yakın tarihe bakacak olursak, Edward Said Filistin davasını savunurken akademik kariyerine zarar verebilecek riskler almıştı. Noam Chomsky, Vietnam Savaşı’na karşı duruşuyla gözaltına alınma tehlikesini göze almıştı. Keza Ahmet Altan’ı hatırlatmaya gerek var mı bilmem.

Bu örnekler şüphesiz tesadüfi değil. Entelektüelin rolü, sadece “fikir üretmek” değil, aynı zamanda üretitiğine tutarlı bir hayat sürmek ve gerektiğinde bunun bedelini ödemek olsa gerek.

Kısaca tanımlayacak olursak, “Hakikati söyleme cesareti” diyebiliriz.  Michel Foucault buna “Parrhesia” diyor. Esasen doğruyu söyleme cesareti entelektüel pratiğin temel unsurlarından biridir Facoult için. Fransız düşünürüm hayatına baktığımızda, fikirler ile pratikleri arasında bir çelişki görmediğimiz gibi, -toprağı bol olsun- kendisinin neredeyse tüm ömrünü görünmez bir güç düzeninin maskesini düşürmek için harcadı.

Öte yandan ona göre Parrhesia, yalnızca “doğruyu söylemek” değil, hayatını riske atarak doğruyu söylemek demekti. Hakikat konuşulduğunda, illa ki bir söz iktidara çarpar ve konuşanın omuzlarına ağır bir yük bırakır zira. Bugünün dünyasında Parrhesia, yalnızca siyasetçilerin değil, başta münevverler olmak üzere gazetecilerin, sanatçıların, hatta sıradan yurttaşların turnusoludur bir nevi: Zira hakikat cesurca konuşulmadığında sessizlikte boğulur gider.

Bu bağlamda, bir entelektüelin konjonktürel pragmatizm ile eleştirel tavır arasında yaptığı tercih, sadece kişisel bir tercih değil, aynı zamanda entelektüel pratiğin geleceği açısından da belirleyici bir tercih olarak tebarüz eder. Çünkü her dönemde yapılan tercihler, sonraki nesillere de örnek teşkil eder ve “entelektüel cesaret”in sınırlarını çizer.

Farkında mısınız bilmem ama düşünce üretme işinde profesyonelleşmek hem böyle pragmatik neticeleri doğuruyor, hem de mebzul miktar iki yüzlülüğe sebep olabiliyor sanırım. Ve sanırım bu sebeple merhum Edward Said’in de dediği entelektüel “amatör” kalabilmelidir, yani; yani kurumsal bağlılıklar, korkular, beklentiler, ikbal hesapları ve kişisel çıkarlar, düşünce özgürlüğünün önüne geçmemeli asla. Keza bu “amatörlük”, entelektüelin iktidarla arasında mesafe kurabilme kapasitesini ifade ediyor.

İşte bu perspektiften Mahçupyan’ın kaba bir hesapla son on yılına baktığımızda özellikle “negatif rıza” kavramlaştırmasının teorik bağlamda ciddi problemli olduğunu, üstüne bir de tarihsel determinizmin yanılgısı ve bürokrasi fetişizminin analitik açmazlarını eklediğimizde maalesef fazla iç açıcı bir tablo çıkmıyor karşımıza. Önceki yazıda da belirttik, tekraren hatırlatalım, bu serinin amacı Mahçupyan’ın kişisel olarak ayıplamak filan değil elbette. Hatta böyle pozisyon almanın anlaşılabilir çok tarafı olduğunu da tekraren belirtelim. 

Evet entelektüel pratik, nihayetinde bir tavır meselesidir. Ve bu tavır, düşüncenin hayatla buluştuğu kritik anlarda ortaya çıkar.

Mahçupyan’ın konuşmasına döndüğümüzde, “1850’yi kendimize mihenk taşı alsaydık, Tanzimat dönemini diyelim Tanzimat’tan bu yana bakıyor olsaydık o zaman çok da yadırgayacağımız bir şey değil!” argümanı, tarihsel süreçleri teleolojik bir bakışla değerlendirmenin klasik örneği sayılabilir. Bu yaklaşım, günümüzden geriye doğru bakarak tarihi yeniden kurgulama, böylece mevcut durumu kaçınılmaz bir sonuç olarak sunma kolaylığından başka bir şey değil esasen.

Mahçupyan ve irili ufaklı türdeşleri, iktidarın kendilerine sunduğu konforlu alanda vicdan dağıtmaya devam edegelsin, tarih bu ince hesapçılığı da kaydediyor şüphesiz.

Mahçupyan’ın İttihatçılık ile AKP ideolojisi arasında kurduğu doğrudan bağ, Gramsci’nin “pasif devrim” kavramından haberdar olmadığını gösterdiği gibi farklı tarihsel dönemlerdeki hegemonya biçimleri arasındaki benzerlikler, aynı toplumsal güçlerin sürekliliğini değil, benzer yapısal çelişkilere verilen farklı cevapları ifade edebileceğini de göz ardı ediyor maalesef. İş bu sebepledir ki, “Eski damara döndük!” ifadesi, hegemonik bloklardaki dönüşümleri ve yeniden yapılanmaları görmezden gelerek, tarihi statik bir tekrar döngüsüne indirgemekte.

Kaldı ki Mahçupyan’ın zihinsel üretiminde çok ciddi bir metodolojik yanılgı da mevcut: Osmanlı-Modern Devlet sürekliliği.

Yaklaşık 10 yıl önce kaybettiğimiz İrlanda kökenli Amerikalı muhteşem bir siyaset bilimciydi Benedict Anderson. Özellikle 83’te ortaya attığı “Hayali Cemaatler” (Imagined Communitie) kavramı bu tartışmamızda bize epey yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Merak edenler için not edeyim, üstadın meşhur “Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism – Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması Üzerine Düşünceler” kitabı “Hayali Cemaatler” ismiyle Metis yayınlarından çıkmıştı. Baskısı var mıdır bilemiyorum.

Anderson, bu çığır açan çalışmasında millet/ulus kavramının doğuştan gelen, ezeli bir gerçeklik olmadığını; aksine hayali bir cemaat olduğunu savunur. Buradaki “hayali” kelimesi “uydurma/gerçek olmayan” anlamında değil, insanların birbirini hiç tanımasa bile kendilerini aynı topluluğun parçası olarak hayal edebilmeleri anlamında kullanılmakta. Anderson’a göre ulus, tam da bu ortak tahayyül sayesinde var olur ve gücünü bu kollektif imgelemden alıyor.

Anderson’ın teorisinin merkezinde ayrıca “basılı kültür” ve de “basılı kapitalizm” kavramları yer alır. Üstada göre gazete, kitap ve dergilerin yaygınlaşması sayesinde insanlar aynı dili okumaya, benzer haberlerle beslenmeye başlamış ve böylece ortak bir “biz” duygusu oluşmuştur. Bu süreç, modern ulus-devletlerin temelini hazırlayan kültürel ve zihinsel dönüşümün itici gücü olmuştur. Anderson’ın tezinin en çarpıcı yönü ise şu: Ulus ne fıtri ne de kadimdir; tarihsel ve kültürel şartlarda üretilmiş bir “hayali cemaat”tir. Bu bakış açısı, milliyetçiliği kutsallaştıran geleneksel anlatıların karşısına sert bir eleştiri olarak çıkmış ve ulusçuluğu romantik mitlerden arındırarak analitik bir çerçeveye oturtmuştur.

Anderson’ın “hayali cemaatler” kavramı, Türkiye’deki ulus inşası süreçlerini anlamak için oldukça aydınlatıcı ve kolaylaştırıcı aslında. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok kimlikli yapısından modern Türk ulusuna geçiş, tam da Anderson’ın tarif ettiği “basılı kapitalizm” ve ortak tahayyül dinamikleriyle açıklanabilir zira. Cumhuriyet döneminde gazeteler, ders kitapları ve resmi yayınlar aracılığıyla “Türk milleti” fikri yaygınlaştırılmış, ortak bir dil (Türkçe), ortak bir tarih anlatısı ve ortak değerler sistemi inşa edilmiş. Bu süreçte Türkiye’nin farklı coğrafyalarında yaşayan insanlar, birbirini hiç görmese de aynı “hayali cemaat”in parçası olduğunu hissetmeye başlamış diyebiliriz.

Bilmem hatırlar mısınız, Bediüzzaman’ın mekanlarıyla ilgili yaptığımız çalışmada Said Nursi’nin Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya davet edilmesinin esas sebebi de bu, yani “hayali cemaat” inşasına katlı sağlamasını talep etmek olduğunu yazmıştık. Nursi bu vazifeyi kabul etmeyince onun yerine Şeyh Sunusi görevlendirildi ve Anadolu’yu karış karış dolaşarak “hayali Cemaat” olgusunu pekiştirmeye çalıştı. Türkçe bilmemesi ciddi sorundu ama bunlar en azından bu yazımızın konusu değil.

Bu perspektifle bakacak olursak, Anderson’ın çerçevesi, Türkiye’deki ulus inşasının ne kadar bilinçli ve yapısal bir proje olduğunu, aynı zamanda bu projenin başarısının arkasındaki kültürel ve iletişimsel mekanizmaları görünür kılıyor. Günümüzde de medya, eğitim sistemi ve popüler kültür aracılığıyla bu “hayali cemaat”in sürekli yeniden üretildiğini tekraren gözlemlemek mümkün. Ne kadar tutar orasını bilemem zira Siyasal İslamcıların bu tür eylemlerinde bir bilinçten ziyade his ile ve çıkar motivasyonuyla hareket ettiklerini biliyoruz. Bu da ayrı bir fasıl.

Mahçupyan’a dönmeden önce bir ufak restorasyon daha yapayım.

Osmanlı devlet geleneği ile modern siyasal formasyonları doğrudan birbirine bağlamak, Anderson’ın analizindeki temel uyarıyı hiçe saymak anlamına geliyor. Doğru tanımlama ve konumlama şudur:

Modern ulus-devlet, Osmanlı İmparatorluğu’nun basit bir devamı değil, kapitalist dünya sisteminin gerektirdiği yeni bir siyasal organizasyon biçimidir. Bu tezimizi ispatlamak için Anderson dışında farklı filozof görüşleri de kolaylıkla söylemek mümkün elbette. Söz gelimi, modern devletlerin nasıl ortaya çıktığını açıklayan “devlet yapımı” (state-making) teorisiyle izah eden sosyolog Charles Tilly gibi. Tilly hassaten modern Avrupa devletlerinin oluşumunu savaş ve şiddet ekseninde açıklar. Ünlü sözü olan “Savaş devleti yapar, devlet de savaş yapar- War made the state, and the state made war.” bu teorinin tam anlamıyla özünü yansıtır. Tilly’ye göre, Avrupa’da 16. yüzyıldan itibaren yaşanan sürekli savaş hali, feodal lordları daha etkili askeri organizasyonlar kurmaya zorlamıştır.

Dikkat buyurun, bahsini ettiğimiz döngü 4 temel faaliyetten oluşuyor: Savaş yoluyla rakipleri yok etmek, devlet yapısı ile iç rakipleri bertaraf etmek, koruma sağlayarak müşterilerini düşmanlardan korumak ve kaynak çıkarma ile yukarıdaki faaliyetler için gerekli kaynakları sağlamak. Bu döngü içinde başarılı olan savaş lordları giderek daha merkezi, bürokratik ve etkili devlet yapıları geliştirmiştir. Vergi toplama, düzenli ordu kurma ve hukuki monopol elde etme gibi modern devletin temel özellikleri, bu rekabetçi süreçte şekillenmiş.

Bu noktada nice zamandır yazmak istediğim ancak bir türlü bağlam oluşturup, yazamadığım bir kavramı buraya eklemlemek isterim.

Organize suç örgütlerinin “Protection Racket-Koruma Haracı” adını verdikleri klasik bir yöntem/sistem var. Günümüz Türkiye’sinden Siyasal İslamcı iktidar bunu devlet eliyle şahane yapıyor aslında. Koruma Haracı yöntemi şöyle çalışıyor: 

Bir mafya grubu bir bölgede faaliyet göstermeden önce oradaki işletmelere, “Burada tehlikeli şeyler olabilir!” uyarısı yollar ve “Ama bize düzenli para verirseniz sizi koruruz!” teklifinde bulunur. Aslında asıl tehdit kendileridir; hem tehdidi üretir, hem de o tehditten “koruma” satarlar. İşletmeci para vermezse, gerçekten zarar görür.

Tilly’nin devlet analojisi şudur: Devlet de benzer şekilde işler. Savaş tehdidi üretir (bazen kendisi savaşın nedenidir), sonra da vatandaşlarına “Size güvenlik sağlarız ama bunun için vergi ödeyin, askere gidin!” der. Vatandaşlar bu “koruma” için devlete kaynak aktarır.

Şüphesiz ki modern devletle mafya arasında önemli farklar var; bir kere devlet meşru otoriteye sahiptir, hukuk çerçevesinde çalışır ve gerçekten koruma sağlar. Ama Tilly’nin vurguladığı nokta, devletin tarihsel kökenlerinin de şiddet tekelini ele geçirme ve bu tekeli kaynak toplama aracı olarak kullanma üzerine kurulu olması. Bu yüzden “meşrulaşmış korunma haracı” diyor.

İşte bu yüzden Tilly’nin teorisini, günümüzde başarısız devletler, devlet inşası projeleri ve uluslararası müdahaleler konularını anlamak için de referans alabiliriz.

Biraz ana mevzudan uzaklaştığımızın farkındayım, Mahçupyan’a dönecek olursak, devamlılık iddiası temelden çürük görünüyor, zira modern devletler, “savaş ve sermaye birikimi” süreçlerinin karmaşık etkileşiminden doğuyor ve yerel şartlara özgü formlar alıyorlar.

Mahçupyan’ın bana göre en temel yanılgılarından biri lineer tarih anlayışının toplumsal dinamiklerini (bilmiyor olamaz çünkü) adeta görmezden gelmesi: “Binlerce yıl geriye gidiyor ve 1923 ile gelen cumhuriyet çok küçük bir adım ya da parantez gibi artık” ifadesi geçmişteki seçici unsurları bugünün ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlayarak, yapay bir süreklilik anlatısı üretmeyi amaçlıyor sanırım.

Şimdi çok detaylandırmayacağım ama “tarihte faillik” diye bir kavram var ve Etyen Bey bunu tamamen göz ardı eden determinist bir yaklaşım içine girip adeta, tarihi bir “doğal süreç” olarak sunuyor. Oysa bu tür tarihsel süreçler önceden belirlenmiş kaderler değil, toplumsal aktörlerin eylemlerinin beklenmedik sonuçlarıdır. Mahcupyan’ın yaklaşımı, “tarihin galipleri perspektifi”ni benimsiyor ve mevcut iktidar ilişkilerini “tarihsel zorunluluk” olarak meşrulaştırmayı amaçlıyor bence.

Oysa entelektüelin özgürlüğü/özerkliği, hakim güç ilişkilerine karşı eleştirel bir konum alabilme kapasitesinde yatıyor. Mahcupyan’ın determinist tarih anlayışı, bu özerkliği feda ederek entelektüel pratiği ideolojik meşrulaştırmaya dönüştürme riski taşıyor.

Yaptığı bir diğer yapısal (hadi) okuma hatası (diyelim) ise ontolojikleştirmenin problemleri. Ki bu Mahcupyan’ın analitik çerçevesindeki en temel sorunlardan biridir; AKP dönemi değişimlerini “devlet değişimi” olarak okuyarak siyasal rejim değişikliklerini ontolojikleştirme çabası. Bu yaklaşım, dönemsel dönüşümleri kalıcı yapısal değişimler olarak sunarak, hem analitik hem de politik açıdan şüphesiz problemli sonuçlar doğuracaktır.

“Devlet dediğimiz şey iki ayak üzerine oturuyor. Bir tanesi rejim, bir tanesi ideoloji. Şu anda ikisi de değişti.” formülasyonu, devlet kavramının tarihsel ve toplumsal karakterini göz ardı ediyor. Biliyorum bugün haddinden fazla kavram ve isimden bahsettik ama ne olur bir kişiden daha bahsetmeme izin verin. Marksist ideolojinin en önemli beyinlerinden olan Fransız filozof Louis Althusser’e göre devlet sadece polis, ordu ve mahkemeler gibi “Baskıcı Devlet Aygıtları” (Repressive State Apparatus) ile değil, aynı zamanda “İdeolojik Devlet Aygıtları” (Ideological State Apparatus) ile de işler. Dolayısıyla devlet değişimi salt ideolojik ve kurumsal değişikliklerin toplamından ibaret asla değildir.

Bu kavram, Tilly’nin biraz önce bahsini ettiğimiz şiddet odaklı devlet anlayışına karşı önemli bir tamamlayıcı perspektif sunuyor. Althusser’a göre modern kapitalist devlet, yalnızca fiziksel güç kullanarak değil, ideoloji yoluyla da toplumsal düzeni sürdürür. İdeolojik devlet aygıtları; -eğitim sistemi, kilise, medya, aile, sendikalar, kültürel kurumlar – insanları mevcut sistemi doğal ve kaçınılmaz olarak görecek şekilde “özneleştiriyor.” Bu süreçte bireyler, sistem karşıtı olmak şöyle dursun, sistemi içselleştirerek onun gönüllü destekçileri haline geliyorlar. Dolayısıyla modern devletin sadece zorla/baskıcı güçle değil, zihinlerin ve kalplerin fethedilmesiyle ayakta durabilir.

Althusser daha radikal bir adım atıyor ve bu sürecin ne kadar sistematik ve kurumsal olduğunu bizlere gösteriyor. Türkiye bağlamında düşündüğümüzde, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren eğitim sistemi, resmi ideoloji, bayrak törenleri, milli marş ritüelleri ve hatta spor müsabakaları üzerinden işleyen bu ideolojik aygıtların rolü açıkça görülüyor. Bu da bize modern devletin neden bu kadar dayanıklı ve dirençli olduğunu açıklıyor: Çünkü insanlar ona karşı çıkmak şöyle dursun, onu kendi kimliklerinin ayrılmaz parçası olarak görürler. Karşımızda öyle kraker tadında bir sistem ya da devlet yok yani. Değiştirmek, hele hele bükümlemek kolay olmadığı gibi, çoğu zaman ters tepme ihtimali çok yüksek oluyor.

Şöyle toparlıyalım bu bölümü; Althusser’e göre devlet, “baskıcı devlet aygıtı” ve “ideolojik devlet aygıtları” kombinasyonundan müteşekkil ve bu aygıtların işleyişi, toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretimine hizmet ediyor. Gelin görün ki Mahçupyan’ın “devlet değişimi” tezi, bu yapısal süreklilikler karşısında ideolojik değişiklikleri epeyce abartıyor.

Bugünlük kafanızı bu kadar şişirmek yeter sanırım 🙂 Sonra devam edelim…

 

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version