AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM
Kur’an, hiç şüphesiz insanın ruhunu en iyi tanıyan yüce bir kitaptır. Kur’an öfkenin fıtratımızdaki yerinden bahsederken adeta psikoloji ve davranış bilimlerine yol gösteren bir meşale gibidir. Nitekim Âl-i İmrân Suresi’nde övülen erdemlerden biri şudur: “Onlar bollukta da darlıkta da infak edenlerdir. Öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134)
Burada dikkat çekici olan nokta, kuşkusuz, öfkenin bütünüyle yok edilmesi değildir. “Yutulması”dır.
Peki Kur’an hangi insanların erdeminden bahsetmektedir bu ayette?
“Rabbinizin bağışına, genişliği göklerle yer arası kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun.” (Âl-i İmrân, 3/134)
Yani “takva sahiplerinin”, bir başka ifadeyle, “muttakilerin.”
Bakara, 2/2: “Şu kitap ki, onda hiç kuşku yoktur. Takvâ sahipleri için o bir yol göstericidir.”
Hucurât, 49/13: “Allah katında en üstün olanınız, takvâ bakımından en ileride olanınızdır.”
Kur’an’a göre takva sahibi olanlar, yani Allah’a karşı aşırı gitmekten kaçınanlar kimlerdir?
Bollukta ve darlıkta infak edenler, yani sadece bollukta degil yoklukta da paylaşmasını bilenler. Öfkelerini yutanlar ve affedenler.
Yani Kur’an’a göre, takva sahibi olmanın, bir başka ifadeyle “Allah’a karşı gelmekten sakınmanın” koşullarından biri olarak tanımlanır “öfkeyi yutabilmek.”
Öfke, elbette insan ruhunun doğal bir parçasıdır; ancak kontrol altına alındığında ve yönetilebildiğinde yapıcı ve bilgelik yoluna götürebilecek bir güce de dönüşebilir. Bir insan kendisine hakaret edildiğinde, öfkeyi tetikleyen asıl şey hakaretin kendisi değil, onun zihninde yarattığı “ben değersizim, haksızlığa uğradım” gibi düşüncelerdir. Bu düşünceler yeniden çerçevelendiğinde, öfke de farklı bir biçim alır. İşte Kur’an’ın “yutmak” olarak işaret ettiği şey, öfkeyi yok saymak değil, onu zihinsel bir dönüşümle denetim altına almaktır.
Bu bakımdan affetmek, yalnızca karşınızdakini serbest bırakmak değil, aynı zamanda kendinizi öfkenin zincirlerinden kurtarmaktır. Kur’an’ın “insanları affedenler” diye devam etmesi, öfkeyi yutmanın nihai amacının kalbi özgürleştirmek olduğunu da gösterir.
İnsanlar arası ilişkilerde öfkenin yutulması, tıpkı bir domino taşı gibi zincirleme bir barış etkisi yaratır. Bir kişi öfkesini yuttuğunda, karşı taraf da aynı şiddette karşılık vermez, ilişki yeniden dengelenir.
Kur’an’ın öğüdüyle modern psikolojinin buluştuğu yer de burasıdır: Öfkeyi yok etmek mümkün değildir ama onu yönetmek mümkündür.
Bastırılan öfke insanı içeriden tüketir; patlayan öfke önce insanın kendisini yakar. Yutulan öfke ise dönüşerek, insanı olgunlaştırır. Bugün terapi odalarında insanlara öfke günlüğü tutmaları, nefes egzersizleri yapmaları, düşüncelerini yeniden yapılandırmaları öğütlenir. Asırlar öncesinden gelen bu ayet, bütün bu tekniklerin özünü tek bir cümlede özetler: “Öfkeni yut.”
Şimdi “melek” kelimesinin zihninizde çağrıştırdığı anlamları düşünün. “Melek gibi insan” deriz mesela. Nasıl bir insandır o insan?
Melek kelimesi insan zihninde safiyeti, arınmışlığı simgeler. Bir meleği düşündüğümüzde aklımıza güç değil incelik, öfke değil sükûnet, çıkar değil teslimiyet gelir. Melek kelimesi, bize varoluşun başka bir boyutunu—tamamen sevgiye, nezakete ve itaatkârlığa adanmış bir varoluşu—hatırlatır.
Oysa “melek” kelimesi Arapçada “sahip olmak, kudret, hâkimiyet” anlamlarıyla mülk, melik ve mâlik kelimeleriyle akrabadır. Diğer taraftan “meleke” kelimesi, ahlaki veya zihinsel bir yeti, içsel bir kabiliyet demektir; bu da meleğin insanın iç dünyasında saf bir kuvvet çağrıştırmasının dilsel bir izdüşümüdür.
Bütün bu anlamlar birleştiğinde, melek kavramı bize şunu hatırlatır: Asıl güç, kaba kuvvette değil; safiyette, masumiyette ve insanın kendi benliğini Allah’ın muradında fani kılabilmesinde saklıdır.
Fakat insan, meleklerden farklıdır. İnsanlar öfke duyar, kin tutar, nefrete kapılabilir. İnsanın meleklerden üstünlüğü, bu duygulara sahip olmasına rağmen onları aşabilme potansiyelinde saklıdır. Melekler öfkelenmez ama insan öfkelenip onu yutabilir. Melekler kin bilmez ama insan kin duyup ondan arınabilir. İşte insanın gerçek yüceliği burada ortaya çıkar: İmtihan tam da bu zıtlıkların ortasında şekillenir.
Sevgiyi içselleştirmek, meleklerin saf doğasına yaklaşmanın insani yoludur. Melekler saf nurdan yaratıldıkları için ışık gibidir; insan da sevgiyi içselleştirdiğinde, öfkenin gölgelerini geride bırakıp o ışığın düzlemine yaklaşabilir. Nefretin insan doğasında stres, kaygı ve depresyonu artırdığını; sevginin ise sinir sistemini dengelediğini, sağlığı güçlendirdiğini biliyoruz. Bu açıdan bakıldığında, meleklerin çağrıştırdığı saf hal, aslında insan ruhunun en sağlıklı hâline işaret eder.
O hâlde evet: İnsan zihninde melek, sevginin en saf tezahürüdür. Bu düzleme yaklaşmak isteyen kişi, önce kalbini kin ve nefretten arındırabilir, öfkesini terbiye edip, sevgiyi bir varoluş biçimi haline getirebilir.
Ve işte Belkıs’ın tahtını Hz. Süleyman’ın huzuruna getiren gücün sırrı da belki burada gizlidir: “Kitaptan bir ilme sahip olan kimse dedi ki: ‘Ben onu sana gözünü açıp kapamadan önce getiririm.’ Süleyman tahtı yanı başında durur halde görünce dedi ki: ‘Bu, Rabbimin lütfundandır; beni şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye denemek içindir. Kim şükrederse kendi lehine şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki Rabbim Ganî’dir, Kerîm’dir.’” (Neml, 27/40)
Burada dikkat çekici olan nokta, tahtı getiren kişinin “gücü” değildir. “Kitaptan bir ilim” sahibi olmasıdır. Bu bilgi, kuru aklın değil, ancak saf bir kalbin taşıyabileceği bir bilgidir. Bu ilmin özü, belki de kalbin arınmışlığıdır.
Neml Suresi’nde hatırlanması gereken bir başka nokta da şudur: Önce ifrit (cinlerden güçlü bir varlık) çıkar ve “Ben onu sen yerinden kalkmadan önce getiririm” der. Ama hemen ardından “kitaptan bir ilme sahip olan” bir kul konuşur ve tahtı “göz açıp kapayıncaya kadar” getirir. Buradaki incelik şudur: İfritin sunduğu şey güce dayanır. Ama tahtı gerçekten getiren kulun dayandığı şey “kitaptan bir ilim”dir. O kişi sadece bir kuldur. Yani asıl kudret, güç gösterisinde değil; bilgide, hikmette, kalbin safiyetinde ve kulluğun teslimiyet sırrında saklıdır.
Bu da bize şunu gösterir: Hakiki bilgiye ulaşmak için kaba kuvvet ya da dışsal kudret yeterli değildir. Bu yüzden tahtı getiren, ifrit değil; meleksi bir kudrete sahip olan saf bir kuldur. Çünkü gerçek güç, meleklerin çağrıştırdığı gibi, masumiyette ve Allah’ın muradında fani olabilmektedir.
O halde Kur’an’ın öğüdünü hep birlikte yeniden hatırlayıp: Öfkemizi yutmaya çalışalım.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***