Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Baba, çocuk ve Allah; teslimiyet!

Baba, çocuk ve Allah; teslimiyet!


AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM

Kur’an’ın, Hz. İbrahim’in Allah’ın mutlak talebi karşısında teslim oluşunu anlattığı kıssa, inancın aslında aklın ve etik yasaların ötesinde bir sınav olduğunu da anlatır. Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmeye hazırlanışıyla, inancın mutlaklığına teslim olur; çünkü inanç, aklın sınırlarını aşan, aşkın olanın kucaklanmasıdır. Bu eylem, Allah ile insan arasında kurulan sessiz ve kavranamaz bir diyalogdur.

İnsan çocuğunu mu yoksa Allah’ı mı daha çok sever? Bu soruyu kendinize de sorun. Çoğu insan Allah’a inanır ama annesini, kızını, oğlunu ya da babasını daha çok sever. Bu soru, inancın özüne odaklanan, varoluşun en keskin sorularından biridir. Çünkü sevgi, ölçülemez ve kıyaslanamaz bir sırdır; bir insanın kalbinde iki uçurum yan yanadır: Biri somut, dokunulabilir, cana can katan evlat; diğeri ise görünmez, tarifsiz ama sonsuzluğun kaynağı olan Allah. İbrahim’in yaşadığı sınav, işte tam da bu sevgi ikileminin, bu derin çatışmanın ve aynı zamanda apayrı bir teslimiyetin yansımasıdır.

Hz. İbrahim, oğluna olan sevgisini tüm insanlığın bildiği biçimde hisseder; o, babadır, beklemiş, sevmiş, umut etmiştir. Ancak Allah’ın çağrısı, onu bu sevginin ötesine taşır, insan aklının çözmekten aciz olduğu bir limana götürür. O, çocuğunu feda ederken aslında sevginin en yüce biçimini gösterir; çünkü evlat, Allah’a olan inancın ve teslimiyetin bedelidir. Bu sevgi, bir yok ediş değil, aşkın ve bilinmeyenin kucaklanışıdır; bir nevi, insan sevgisinin en derin ve en trajik ifadesidir.

İbrahim, çocuğunu sever, ama Allah’ı daha çok sever; çünkü Allah sevgisi, onun sevgisinin en yüksek ve en uç halidir; tüm sevginin kaynağıdır. Ve işte bu yüzden İbrahim’in kurbanı, inancın ve sevginin en yüce, en trajik ve en kutsal ifadesi olarak tarih boyunca yankılanır.

Peki Hz. İbrahim bu sırrın bilgisine nasıl ermiştir?

“Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, ‘Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Saffat, 102)

Bu diyalog, sadece bir baba ile oğul arasında geçen bir konuşma değildir; bu, bir kulun Rabbi ile kurduğu mutlak güven ilişkisinin aynasıdır. Aklı susturmak kolaydır, fakat kalbi susturmak; sevgiyi, evladı, hayatı “Sen emrettiysen, tamam” diyerek teslim etmek, başka bir bilinç ister. Ve o bilinçte seslenir Allah:

“Böylece (ikisi de) teslim olup (İbrahim) onu alnının bir tarafı (yere gelecek şekilde, yanı) üzerine yere yatırınca, artık ona: ‘Ey İbrahim! Hakikaten rüyaya sadakat gösterdin! İşte biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz ki bu, gerçekten apaçık bir imtihandır!’ diye seslendik.” (Saffat, 103-106)

Rüya gerçekleşmiştir ama kurban edilmemiştir oğul. Asıl kurban edilen, beşerî bağlar, benlik arzuları ve nefsin sahiplenme tutkularıdır. İşte bu teslimiyetle Hz. İbrahim, Allah’ın muradına razı olmuş ve ilahî, evrensel bir sırra ermiştir.

Bu sırrı taşıyan kalp, Allah’a ait olanı Allah’a bırakmayı öğrenmiştir. O kalp, muradın ne olduğunu sormaz artık, “muradın kendisi olur.” Çünkü Kur’an, bu teslimiyet hâlini şöyle betimler:

“İbrahim’in Rabbi ona, ‘Teslim ol!’ dediğinde, o da ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” (Bakara, 131)

Bir baba bu bilince ulaşmış olabilir — peki ya bir çocuk? Henüz hayatın oyunla, gülüşle, merakla örülü çağında olan bir çocuk, böylesi bir teslimiyeti nasıl kavrar? Hangi tecrübe, hangi söz, hangi yaşanmışlık ona bunu öğretir?

“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap…” diyen o çocuk, gerçekten kendi yaşının diliyle mi konuşmaktadır? Yoksa bu sözler, gönle fısıldanan ilahî bir huzurun, bilinçten öte bir sezginin yankısı mıdır? Onun kalbine bu metaneti koyan kimdir? Korkuyu susturup sabrı konuşturan, kaybı gözden silip vuslata odaklayan hangi kudrettir?

Bu kissada anne yoktur.  Anne, “söz” değil “suskunluk” ile hikâyede yer alır. Bu sessizlik, anlatının “iki kişi arasında geçen ilahi bir sır” gibi algılanmasını pekiştirir.

Dünyanın en zengin insanıyla en yoksulu arasında, görünürde farklar büyük olabilir. Ancak hakikatte herkes sınanır. Herkes acıyla yüzleşir. Herkes kaybı tadar. Kimi servetle, kimi hastalıkla, kimi yalnızlıkla, kimi de sevdiklerinin imtihanıyla.

Hiçbir acı başıboş değildir. Her yük bir muradın parçasıdır. Ve belirleyici olan, onlara nasıl yaklaşıldığıdır.

Şeytan ise, Allah’ın muradını kavrayamadığı — ya da daha doğru ifadeyle, onu kendi kibriyle yorumlamaya kalktığı — için kaybetmiştir. “Ben ateştenim, o ise çamurdan” diyerek kendince bir üstünlük kurdu; ama Allah’ın muradını, hikmetle işleyen mutlak iradesini idrak edemedi. Oysa muradın hakikati görünende değil, emirde saklıydı.

Sadece Allah’ın dediği olur; O’nun muradı her şeyin ötesinde, her düzenin ve hakikatin kaynağıdır. İnsan ne isterse istesin, ancak O’nun izniyle gerçekleşir. Çünkü gerçek irade yalnızca Allah’a aittir; O’nun muradından daha yüce, daha güzel, daha kusursuz bir şey yoktur. Bu anlayış, insanı en derin teslimiyet ve huzur haline götürür. Bu bilince sahip olan, evrenin ve yaratılışın sırrına erer. Gerçek ilm-i ledün de budur: Sebepleri aşan, aklın ötesine geçen, sadece gönle fısıldanan sır.

Olmazlar, bu şekilde olur. Hiçbir hesap, hiçbir plan, O’nun muradıyla yarışamaz. İnsan ne zaman ki “Ol!” diyenin iradesine tam anlamıyla teslim olur, işte o zaman hakikatin sıfır noktasına varır. Orası ne hiçliktir ne varlık; orası muradın doğduğu yerdir. Ve orada olan, hep olması gereken olmuştur.

Nitekim Hz. Süleyman kıssasında geçen, Sebe Melikesi’nin tahtının göz açıp kapayıncaya kadar huzura getirilmesi, aklın sınırlarını aşan böyle bir tecellidir: “İlm-i ledün” denen o sırra ermiş bir kulun, kendi nefsinden sıyrılıp Allah’ın muradına bağlanmış bilincinin eseridir.

Hz. İbrahim’in yolu, sadece bir peygamberin yolu değil; murad sırrına ulaşmak isteyen her kalbin yoludur.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version