Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Arendt’in tezleriyle Türkiye’ye bakmak!

Arendt’in tezleriyle Türkiye’ye bakmak!


ADEM YAVUZ ARSLAN | YORUM

Geçtiğimiz günlerde Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te” adlı eserini bir kez daha gözden geçirdim. Malum olduğu üzere, bu kitap 20. yüzyılın en sarsıcı entelektüel tanıklıklarından biri olarak kabul ediliyor. Arendt, Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargılanmasını izledikten sonra kaleme aldığı bu eserde, kötülüğün şeytani canavarlardan değil; düşünmeyen, sorgulamayan, sadece itaat eden sıradan bürokratlardan doğduğunu ileri sürüyordu.

Bugün Türkiye’de yaşadıklarımızı bu perspektiften okumak hem mümkün hem de gerekli. Evet, zulüm Erdoğan rejiminin merkezinde şekillendi. Ancak bu zulmü taşraya, okula, karakola, adliyeye, sokağa taşıyan yalnızca iktidarın polisi, valisi, hâkimi değildi. Onu mümkün kılan; komşular, öğretmenler, memurlar, akademisyenler, rektörler… Yani “bizden” olanlardı.

Gelin Arendt’in tezlerine ve bugünkü Türkiye’deki yansımalarına birlikte bakalım:

Emir kulu bürokrasi: Düşünmeyenlerin gücü

Adolf Eichmann, Nazi Almanyası’nda kitlesel soykırımın organizasyonunda önemli bir rol üstlenmişti. Arendt onu bir “canavar” değil, “düşünmeyen bir bürokrat” olarak betimledi. Tıpkı Türkiye’de 15 Temmuz sonrası yaşanan süreçte olduğu gibi…

On binlerce öğretmen, hâkim, savcı, doktor, asker ve akademisyen yalnızca Bank Asya’da hesabı olduğu, ByLock kullandığı ya da bir sendikaya üye olduğu gibi gerekçelerle ihraç edildi, tutuklandı. Bu süreci yürüten komisyonlar, yargıçlar, emniyet mensupları ve rektörler, “Talimat aldık!” diyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalıştı.

“Ben sadece görevimi yaptım!” savunusu, Arendt’in tarif ettiği “düşünmeyen insanın kötülüğe alet olması” teziyle birebir örtüşüyor.

Hukuka değil, ahlaka uymak

Arendt’e göre ‘düşünmek’ etik bir sorumluluktur. Hukukun çerçevesi ahlaksızsa, birey vicdanıyla hareket etmek zorundadır. Totaliter rejimler, yasal kılıflar üreterek bireyin vicdanını devre dışı bırakır.

15 Temmuz sonrası çıkarılan KHK’larla insanlar mahkeme kararı olmadan işten atıldı, pasaportları iptal edildi, sivil ölüme mahkûm edildi. Hâkimler, savcılar, bu hukuksuzluklara imza atarken bazıları “Emre uymak zorundaydık!” dedi, bazılarıysa kariyer hedefleri için gönüllü olarak katkı sundu.

Arendt’in uyarısı çok açık: “Yasa adil değilse, ahlaki sorumluluk devreye girmelidir.”

Kötülük normalleşir, vicdanlar susar

Arendt’e göre totaliter rejimlerde kötülük sistematikleşir ve vicdanlar susturulur. Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Gazeteciler, öğretmenler, akademisyenler “terörist” ilan edildiğinde toplumun büyük bir bölümü ya sessiz kaldı ya da destek verdi. Medya hedef gösterdi; RTÜK, savcılıklar, Diyanet, YÖK, TSK gibi kurumlar bu baskı mekanizmasına aktif şekilde katıldı. Devlet okullarında çocuklara, “FETÖ’nün nasıl kötü bir yapı olduğu” anlatıldı.

Arendt’in “kötülüğün sıradanlaşması” ve “totaliter ahlak üretimi” teorileri bu tabloyla birebir örtüşüyor.

Akademinin sessizliği: Düşünmenin tembelliği

Arendt’e göre düşünmeyen insan, fark etmeden büyük kötülüklere ortak olabilir. Türkiye örneğinde de bunu açıkça görüyoruz. Binlerce akademisyen ihraç edilirken, kalanlar büyük ölçüde sessiz kaldı ya da “temizlik” diyerek destek verdi. Türkiye’nin en saygın üniversitelerinden gelen suskunluk veya rejime uyumlu açıklamalar, entelektüel sorumluluğun çöküşünü gözler önüne serdi.

Toplumun rolü: Sessizlik, onay ve menfaat

Arendt’e göre insanlar bazen korkudan, bazen de menfaat uğruna kötülüğe göz yumar. Türkiye’de her ikisi de yaşandı. 15 Temmuz sonrası Gülen Hareketi mensuplarının mallarına el konuldu, evleri yağmalandı, çocukları okuldan atıldı, komşular tarafından dışlandı. Olan bitene karşı çıkması gerekenler ise bu süreçten kazanç sağladı. Toplumsal sessizlik, zulmü meşrulaştırdı.

Bu tablo, Arendt’in şu sözünü doğruluyor: “Kötülüğün yayılması için iyi insanların hiçbir şey yapmaması yeterlidir.”

“Ben sadece emirleri uyguladım” diyenler

Erdoğan rejimi 15 Temmuz sonrasında hukuksuzluğu “yasal” göstermek suretiyle milyonlarca insanın hayatını kararttı. Bürokratlar, akademisyenler, öğretmenler, hâkimler emirleri sorgulamadan uygulayarak veya sessiz kalarak bu zulmün parçası oldular.

Bu süreçte bebekler donarak öldü, anneler Meriç’te boğuldu. Binlercesi zindana atıldı, onbinlercesi ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Peki toplum ne yaptı?

Hiçbir şey…

Daha da kötüsü, destek verdi. “Temizlik oldu, oh olsun!” dendi. “Allah Erdoğan’dan razı olsun!” diyenler, kötülüğün sıradan yüzü oldu.

Kötülük sıradanlaştığında

Bugün Türkiye’de yaşanan kötülük, sadece ceberut bir iktidarın eseri değil; ona göz yumanların, sessiz kalanların ve menfaat sağlayanların ortak üretimidir.

Arendt’in dediği gibi: “Düşünmeyen insan en tehlikeli varlıktır.”

Yarın bu düzen değiştiğinde binlerce insan “Ben sadece görevimi yaptım!” diyecek. “Emir aldım, çocuğum vardı, mecburdum!” cümlelerinin arkasına sığınacak. .

Ama tarih affetmeyecek. Çünkü bir kötülüğe ortak olmak için elinize silah almanız gerekmez. Sessizliğiniz, konforunuza olan bağlılığınız da o kötülüğün bir parçasıdır.

Bugün asıl yüzleşmemiz gereken soru şudur: Bu topraklarda kötülük nasıl bu kadar kolay sıradanlaşabildi?

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version