Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Tarihselcilik anlayışının riskleri (10)

Tarihselcilik anlayışının riskleri (10)


YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM

Tarihselcilik problemi, en geniş anlamıyla Kur’ân’ın nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir yöntem arayışıdır. Bu yaklaşım, Kur’ân’ı indiği tarihsel bağlam içinde okumayı ve modern insan açısından taşıdığı anlamı ortaya koymayı amaçlar. Dolayısıyla tarihselcilik tartışmalarının merkezinde her zaman Kur’ân yer alır.

Tarihselcilerin Kur’ân etrafında ortaya koydukları çalışmaların bir kısım faydaları olmuştur. Özellikle olgu ve realitelerin rolüne dikkat çekmeleri, tarihsel bağlam üzerinde yaptıkları değerlendirmeler, vahyin ilk muhataplarının yaşadığı ortamı anlamaya yönelik vurguları kıymetlidir. Bu nedenle tarihselciliğe yönelik eleştiriler, bütün fikirlerinin bütünüyle yanlış olduğu anlamına gelmez; çalışmalarında faydalanılacak dane-i hakikatler mutlaka vardır.

Ancak bu yaklaşımın din ve dindarlık açısından önemli boşluklar ve riskler barındırdığını da gözden kaçırmamak gerekir. Bu yazıda tarihselciliğin öne çıkan risk ve sakıncalarına kısaca değinilecektir.

1. Mevcudu Meşrulaştırması

Modern tarihselci anlayış, hükümlerin, tarihsel bağlam -yani dönemin olguları, sosyal yapısı ve kültürel şartları- tarafından belirlendiğini/üretildiğini savunur. Bu bakış açısına göre sosyal hayatın düzenlenmesine dair Kur’ân’da yer alan hukukî normlar, yedinci asır Arap toplumunun ihtiyaçları tarafından şekillenmiştir; dolayısıyla günümüzün toplumsal hayatını düzenleyecek fıkhî ahkâm da çağımızın realiteleri tarafından oluşturulmalıdır.

Tarihselciler bu fikri, genelde felsefi ifadelerle, karmaşık kavramlarla, sosyal bilim diliyle anlatmaya çalışsa da sonuçta din, modernizmin temel öncüllerini onaylayan bir araca indirgenmektedir. Başka bir ifadeyle dinle hayat çatıştığında, modern dünyanın baskın normları tercih edilmektedir. Bu durumda din âlimlerinin rolü de modernitenin değer ve kurumlarını din adına meşrulaştırmak ve ona dinî kılıf hazırlamakla sınırlı kalmaktadır. Moderniteye gömülü bir hayat yaşayan insanların istek ve beklentilerine uygun düştüğü için bu yaklaşım geniş bir taraftar da bulmaktadır.

Böyle bir neticenin ortaya çıkmasında tarihselcilerin “olanı” “olması gereken”, “reeli” “ideal” olarak görme eğiliminin payı büyüktür. Taha Abdurrahman’ın ifadesiyle, modernizm hiç yok olmayacak bir olgu, değişmeyecek bir gerçeklik ve kusursuz bir mükemmellik olarak algılanmakta; böylece dinî hükümler de buna uydurulmaya çalışılmaktadır.

Tarih boyunca din ile hayat arasında çeşitli çatışmalar yaşanmıştır. Dini kâmil şekliyle yaşamak hiçbir toplum için mümkün olmamıştır. En seçkin nesil olan sahabe toplumunda dahi kimi zorluklar ortaya çıkmıştır. Modern dönemde ise sekülerizmin yükselmesiyle dinle hayat arasındaki mesafe daha da açılmıştır. Tarihselcilere göre bu mesafeyi kapatmanın yolu, günümüze uymayan hükümleri “tarihsel” sayarak işlevsiz kılmak, ardından da dinin maksatlarına ve evrensel insanî değerlere uygun yeni normlar üretmektir.

Oysa bu yaklaşım, dinin bir kısmından vazgeçmek, Ehl-i Kitab’ın yaptığı hatayı tekrarlamak ve dini pasif bir konuma indirmek anlamına gelir. Hâlbuki tarih boyunca din, hiçbir zaman verili durumu meşrulaştırmamış; aksine girdiği toplumda âdeta bir devrim gerçekleştirerek kendi özgün dünyasını kurmuştur.

Kur’ân’ın hidayet kaynağı olmasının anlamı da budur: Toplumu kendi hedefleri istikametinde dönüştürmek, bozulmuş alanları ıslah etmek, zulmü ortadan kaldırmak, hak ve adaleti ikame etmek, ahlâkî erdemleri tesis etmek. Bu hedefler de indirilen hükümler aracılığıyla gerçekleşir. Ulemaya düşen vazife ise mevcudu meşrulaştırmak değil, Kur’ân’ın hükümlerini hayata taşıyacak yolları aramak ve  toplumu buna göre yeniden inşa etmektir.

2. Sınırsız Yorumun Kapısını Aralamak

Tarihselciler, dinî nasların sınırlı, buna karşılık insan hayatında meydana gelen olayların ise sınırsız olduğundan hareketle, nasların insanlığın yenilenen, değişen ve çoğalan ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyeceğini ileri sürerler. Onlara göre mevcut naslar zaten belli bir dönemin meselelerini çözmek için indirilmiştir. Öyleyse bugünün problemleri nasıl çözülecek? Naslardaki evrensel maksatları, ahlâkî yönlendirmeleri rehber alarak bunların ışığında günümüzün problemlerini kendimiz çözeceğiz. Ancak bu yaklaşım, din adına sınırsız ve keyfi bir yorum alanı açmaktadır.

Esasen “naslar sınırlıdır, olaylar sınırsızdır” argümanı usul-ü fıkıh içinde de bilinir fakat klasik usulcüler bunu kıyas ve içtihadın dayanağı olarak ele alır. Müçtehitler, pek çok olayı bu sınırlı nasların mantuk, mefhum veya manası içine dahil etmeye çalışırlar. Onlara göre naslar, kıyamete dek bütün insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak esneklik, enginlik ve zenginliktedir. Müçtehidin yapması gereken vazife dilin, mantığın ve usulün bütün imkânlarını kullanarak naslardaki illetleri, hikmetleri, hükümleri ve manaları ortaya çıkarmak ve bunların ışığında problemleri çözüme kavuşturmaktır. Dolayısıyla nasların yetersizliği gibi bir düşünce onların aklından dahi geçmemiştir.

İçtihadın zannî bir bilgi türü olması, ihtilafları da beraberinde getirir; bu nedenle usulcüler de belli ölçüde öznelliği kabul ederler. İçtihatlar her ne kadar referansını naslardan almak zorunda olsa da işin içine yorum girdiği için farklı hükümlere ulaşmak kaçınılmazdır. Bu yüzden içtihatlar hiçbir zaman mutlaklaştırılmaz ve tek doğru hüküm olarak sunulmaz. Fakat bütün bunlar İbn Teymiye’nin tabiriyle müevvel şeriat (yorumlanmış din) alanında gerçekleşir. Münezzel şeriat (indirilmiş din) denilen Kur’ân ve Sünnet naslarına, bu naslarda yer alan sarih ve kati hükümlere gelince, burada nesnellik söz konusudur. Modern döneme kadar İslâm âlimleri, bunların bütün mükellefler için bağlayıcı olup olmadığını sorgulama ihtiyacı bile duymamıştır.

Tarihselcilik ise dinin temelini oluşturan Kur’ân ve Sünnet naslarını tartışmaya açmakta, bağlayıcı hukukî normları ahlakî tavsiyelere indirgemekte, Kur’ân’ın açık âyetlerinde yer alsa bile hukuk alanında genel-geçer kuralların olamayacağını söylemektedir.

Dahası tarihselciler, hiçbir insanın, bir başkası adına dinin ne olduğuna karar verme yetkisinin olmadığını söyler. “Nasların bize ne dediğinin değil”, “bizim naslardan ne anladığımızın” önemli olduğunu belirtir. Kur’ân’da Allah’ın söylediklerinin, O’nun bizden istedikleriyle aynı olmayabileceğini iddia eder. Yorumu metnin dahi önüne geçiren hermenötik de bu yaklaşımı destekler. Hatta post-modern dönemde etkili olan ve semavî dinler açısından bir tehdit sayılabilecek rölativizmin de bu yaklaşımda etkisi vardır. Zira rölativizm de bir taraftan kesinliğin ve mutlak gerçeklerin olmadığını, diğer yandan da herkesin gerçeğinin farklı olabileceğini savunur. Sonuçta din, herkesin istediği gibi yorumladığı, kendi öznel görüşünü ortaya koyabildiği ve kimsenin yorumunun da diğerini bağlamadığı bir olguya dönüşür.

3. Din Adamlarını “Şârî” Yerine Koyması

Fıkhın en temel kabullerinden biri, hüküm koyma yetkisinin yalnızca Allah’a ait olduğudur. Usul âlimleri, Allah Resûlü’nün (s.a.s) “şâri’” vasfını dahi mecazen kullanır; çünkü hüküm koyma yetkisini ona veren ve sınırlarını belirleyen Allah’tır. Kur’ân-ı Kerim’in bir çok âyetinde bu yetkinin yalnızca Allah’a ait olduğu açıkça ifade edilir ve usul kitapları da bu konuyu ayrıntılı biçimde ele alır.

O hâlde müçtehitlerin yaptığı iş nedir? Usûlcülere göre içtihat, yeni bir hüküm icat etmek değil, var olan hükmü ortaya çıkarmaktır. Yani bir ispat değil, izhar faaliyetidir. Hüküm koyma ve dinin çerçevesini belirleme yetkisi sadece Allah’a aittir. İnsan ise aklı vasıtasıyla ilâhî vahyi anlamaya, içindeki hükümleri, hikmetleri ve sırları keşfetmeye çalışır. Aklın faaliyet alanı, naslarla sınırlıdır. Akıl, onların hükümlerini iptal ve ihlâl edemez; izhar etmeye, keşfetmeye çalışır. “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur.” kâidesi açıkça bunu ifade eder.

Oysa tarihselciler bu konuda farklı bir noktadadır. Onlar, Allah adına konuşmakta, din adına yeni hükümler koymakta bir mahzur görmezler. Farkına varmadan yaptıkları aslında bir çeşit “yeni din inşasıdır”. Yani semavî olan ve vahye dayanan dini beşeri müdahalelerle şekillendirmektir. Bu yaklaşım, fani bir varlığın, izafî ve sınırlı bir akılla, mutlak ve bâkî olanı sorgulamasına kadar varır. Bu tavır, Şiîlikteki imamet anlayışı veya Hristiyanlıktaki papalık kurumuyla benzerlik taşır.

Bu noktada Allah Resûlü’nün, “Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan ayrı rabler edindiler.” (Tevbe sûresi, 9/31) âyeti hakkındaki şu izahını hatırlamak yerinde olacaktır: “Onlar hahamlarına ve rahiplerine ibadet etmediler; fakat onlar bir şeyi helâl kılınca helâl, haram kılınca da haram kabul ettiler.” (Tirmizî, Tefsir 9:10)

4. Dine Olan Güven Duygusunu Zayıflatması

Tarihselcilerin Kur’ân hakkında ileri sürdüklerine hızlıca bakıldığında bu başlığın neden seçildiği kolayca anlaşılır. Onlar, sorgulamayı doğrudan vahyin tabiatından başlatır ve bilinen, inanılan çerçevenin dışında fikirler öne sürerler. Daha önce detaylıca değindiğimiz gibi İslâm dini de bütün semavî dinler gibi vahiy temellidir; gücünü ve otoritesini aşkın ve mutlak olandan alır. Kur’ân, Allah’ın kadim kelâmı olmaktan çıkarılıp sadece tarihsel bir metin olarak açıklanmaya çalışılırsa dine duyulan güvenin sarsılması kaçınılmazdır

Üstelik Müslümanların zihinlerine şüphe düşüren yalnızca tarihselcilerin vahyin kaynağı, mahiyeti ve kutsallığı hakkındaki karmaşık iddiaları değildir. Müslümanların, bugüne kadar dört elle sarıldıkları, büyük değer ve kutsiyet atfettikleri Kur’ân’ın farzlarının, vaciplerinin, helâl ve haramlarının aslında “Arap örfü” olduğu iddiasının da onlarda büyük bir sarsıntı oluşturacağında şüphe yoktur.

Bunun yanı sıra tarihselcilerin Sünnet’e, sahabeye, ulemaya veya asırlar boyu teşekkül ve teraküm etmiş İslâmî ilim mirasına karşı özen ve sorumluluk gözetmeden yaptıkları eleştiriler de zihinlere şüphe tohumları ekecektir. Aynı şekilde Kur’ân’ın İslâm tarihinde hakkıyla anlaşılamadığı veya ideal ve hedeflerinin hayata geçirilemediği düşüncesinin yayılması da halk nezdinde dine ve Kur’ân’a karşı büyük güvensizlik hissi oluşturacaktır.

5. Kur’ân’dan İstifadeyi Önlemesi 

Âlimler, Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmenin en önemli yolunun, onu herkesin kendisine hitap ediyor gibi okuması olduğunu belirtir. Kur’ân’ı her defasında yeniden nazil oluyormuş gibi okumak, okurken âdeta Allah’la konuştuğuna ve O’ndan doğrudan emir aldığına inanmak, insanın bu Kitap’tan en üst düzeyde istifade etmesini sağlar. Ancak tarihselci bakış açısı böyle bir okumaya oldukça yabancıdır. Tarihselciler, Kur’ân’ın asıl muhataplarının sadece nüzul toplumundaki insanlar olduğunu, sonraki nesillerin ise dolaylı muhatap sayılabileceğini ileri sürer. Kur’ân’daki emir ve yasakların da yalnızca o dönemin ihtiyaçlarına yönelik olduğunu savunurlar. Bu iki yaklaşım arasındaki fark zaten her şeyi anlatmaktadır.

Ayrıca Kur’ân’ı sosyo-kültürel ortamın bir ürünü gibi görmek ya da âyetlerin lafızlarının Hz. Peygamber’e (s.a.s) ait olduğunu ileri sürmek, Kur’ân’a dair bugüne kadar yerleşmiş bakışı köklü şekilde değiştirir. Böyle bir bakış açısı, Kur’ân’ın belagat ve icazını ortadan kaldırır. Âyetler ve sureler arasındaki anlam bütünlüğünü ele alan münasebet ilmini işlevsiz hâle getirir. Hakeza âyetlerin, kelimelerin, harflerin veya tertibin inceliklerinden mana çıkarma çabası da boşa düşer. Bir kısım tarihselcilerin yaptığı gibi Kur’ân’ın ifade ve üslubuna eleştirel bir gözle bakılarak onda -haşa- bazı hataların olduğu söylenirse onun tam anlamıyla bir hidayet rehberi olma vasfı da tartışmalı hâle gelir.

Üstelik tarihselci yaklaşım, Kur’ân’ı anlamak için sadece Arapça bilmenin veya İslâmî ilimlerde uzman olmanın yetmeyeceğini, mutlaka nüzul sebepleri ve dönemin tarihsel şartları hakkında da detaylı bilgi sahibi olunması gerektiğini söyler. Bu da Kur’ân’dan geniş kesimlerin faydalanmasını zorlaştırır.

Ayrıca tarihselcilik, Kur’ân’daki pek çok açık hükmü geçersiz sayarak âyetlerin açık emir ve yasaklarını uygulamaktan kaçınır. Hüküm içeren âyetlerden yalnızca genel ilkeler çıkarmakla yetinir. Ancak bu ilkeler de adalet, eşitlik, insan onuru, mal dokunulmazlığı gibi günümüzde zaten herkesin benimsediği genel değerlerden ibarettir. Kur’ân ve Sünnette yer alan yüzlerce hukukî norm ve kuralı birkaç soyut evrensel ilkeye indirgeme de Kur’ân’ın indiriş gayesine terstir. Üstelik bu genel ilkelerden kimin ne anladığı, bunların hangi somut hükümlerle hayata taşınacağı sorusu da cevapsız kalmaktadır.

6. Yeni Bir Dindarlık Modeli İnşa Etmesi

Daha önce de ifade edildiği gibi tarihselciler, dinin özünü yalnızca iman, ibadet ve ahlâkla sınırlandırır; sadece bunların sabit kalacağını savunur. Buna karşılık muamelat (toplum hayatını düzenleyen kurallar) ve ukubata (ceza hukuku) alanındaki dinî hükümleri tarihsel ve dönemsel kabul ederek bunların değişebileceğini öne sürer. Dolayısıyla klasik fıkıh kitaplarında yer alan muamelata dair hükümlerin günümüz insanı için bir değer ve bağlayıcılığı kalmaz. Tarihselciler, modern kültürün ve mevcut olguların dikkate alınarak bu alanlarda yeni düzenlemeler yapılması gerektiğini savunur. Bu nedenle örtünme şeklinden faize, şahitlikten boşama hakkına, had cezalarından evlilik hukukuna kadar pek çok meselede Kur’ân ve Sünnet naslarını değil, modern dünyanın hâkim aklını esas alırlar.

Böyle bir yaklaşımın doğal sonucu, dinin toplumsal, ekonomik ve siyasal hayattan çıkarılarak vicdanlara ve mabetlere hapsedilmesidir. Bu, dinin sekülerleşmesi anlamına gelir. Zamanla ibahilik (her şeyi mubah görme) anlayışının toplumda yayılmasına zemin hazırlar; çünkü modern zihniyetin mahzurlu görmediği pek çok dinî yasak, çeşitli gerekçelerle geçersiz sayılacaktır. Bu da ahlâkî erozyonu beraberinde getirir. Zira İslâm’da hukukî normlar ile ahlâkî ilkeler birbirinden ayrı değildir; hukukî normların değişmesi, doğrudan ahlâk üzerinde etki yapar. Ayrıca Kur’ân, toplumsal hayatı düzenleyen pek çok kanunu doğrudan iman ve takvayla ilişkilendirir ve bunları Allah’ın koymuş olduğu sınırlar (hududullah) olarak tanımlar. Dolayısıyla burada mesele yalnızca hukukla sınırlı kalmaz, doğrudan imanı da etkiler.

Şunu da unutmamak gerekir ki Kur’ân’ın aile, toplum, siyaset ve ekonomi alanlarına dair hükümleri sadece mevcut sorunlara çözüm üretmekle kalmaz; aynı zamanda ideal olanı gösterir, zihinleri şekillendirir, yeni bir toplum inşa eder ve Müslümanlara bir dünya görüşü ile hayat tarzı telkin eder. Kur’ân’ın hükümleri, kendi dünyasında gerçek anlamlarını bulur. Bu nedenle Müslümanlar Kur’ân hükümlerinin cari olduğu bir toplum yapısının kendiliğinden gelmesini beklemezler, bu toplumsal düzeni bizzat kendileri inşa etmeye çalışırlar.

7. Allah Hakkında Suizanlar Ortaya Çıkarması

Tarihselcilik düşüncesi, yanlış Allah telakkisinin bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Zira Kur’ân’daki hükümlerin sadece yedinci asır Arap toplumunun ihtiyaçlarına hitap ettiğini söylemek, Allah’ın hüküm koyarken sonraki çağlarda yaşayacak insanları hesaba katmadığı, onları kendi hâllerine bıraktığı anlamına gelir. Bu yaklaşımın iki muhtemel gerekçesi vardır: Cenab-ı Hak -haşa- ya gelecek tarihselliklerde neler olacağını bilmiyordur ya da bildiği hâlde bu dönemlerin problemlerine çözüm getirecek hükümleri göndermemiştir.

Bir Müslümanın Allah’a -haşa- cehalet isnat etmesi mümkün değildir; zira noksanlık ifade eden bir sıfatı Allah’a atfetmek kişiyi doğrudan inanç sınırlarının dışına taşır. Ancak ikinci ihtimal de masum değildir; çünkü bu düşünce Allah’ın adaletine gölge düşürür. Allah’ın sonraki toplumlarla ilgilenmediği, onların dinlerini yaşayabilmeleri için yol gösterici hükümler göndermediği düşüncesini ima eder ki bu da O’nun hakkında suizandır.

Sonuç olarak, tarihselcilik tartışmaları, yüzeyde bir yorum yöntemi meselesi gibi görünse ve bazılarınca bir zenginlik olarak değerlendirilse de gerçekte dinin otoritesi, vahyin tabiatı, şeri hükümlerin sürekliliği ve Kur’ân’ın evrenselliğiyle ilgili önemli risk ve şüpheler barındırmaktadır. Kur’ân’ın hakikatini korumak, onu çağlara hapsetmeden her zamanın insanına rehber kılmak, bugün de yarın da Müslümanlara düşen en önemli sorumluluktur.

 

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version