Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Görünmeyen felaket!

Görünmeyen felaket!


M. NEDİM HAZAR | YORUM

Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmeler hakkında pek çok akademisyen ve entelektüel analiz yapmakta, görüşleriyle katkı sağlamaya çalışmakta. Ancak üzülerek görüyoruz ki, bu fikir ve eleştirilerin çoğu bilgiden ziyade ideolojinin, rasyonellikten ziyade siyasi tarafgirliğin etkisinde kalmakta. Özellikle de bir dönemin siyasal İslamcılarının değirmenine su taşıyan, şimdi ise nevzuhur demokrat gömleği giymiş entelektüellerin görüşleri tam evlere şenlik bir manzara sergiliyor.

Bu bağlamda, son dönemde özellikle Levent Gültekin’in ortaya attığı “Lübnanlaşma” tezi, bu problemli yaklaşımın tipik bir örneğini oluşturuyor. Bir zamanlar AKP’nin en ateşli destekçilerinden biri olan, ancak şimdi kendini liberal demokrat olarak konumlandıran Gültekin, -nedense- Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmeleri “Lübnanlaşma” olarak tanımlamaya başladı. Bu yaklaşım, PKK’nın silah bırakması ve çözüm sürecindeki gelişmeleri, Türkiye’nin etnik-mezhepsel temelde bölünmüş bir siyasi sisteme doğru evrildiği şeklinde ifade ediyor.

Gültekin’in bu analizi, sadece entelektüel tutarsızlığın değil, aynı zamanda bilgiye dayanmayan analojik yanılgıyla beraber bir tür algı çalışmasının da çarpıcı bir örneği. Geçmişte aynı coşkuyla savunduğu politikaları bugün felaket senaryolarının parçası olarak sunması, onun objektif analiz yapma kapasitesinden çok, güncel siyasi konjonktüre göre pozisyon alma eğiliminde olduğunu göstermekte.

Eski İslamcı yeni demokrat Levent Gültekin örneğinden yola çıkarak, Türkiye’deki entelektüel tartışmaların ne kadar sorunlu bir zemine oturduğunu ve “Lübnanlaşma” tezinin neden hem tarihsel gerçekleri çarpıttığını hem de Türkiye’nin mevcut dinamiklerini yanlış okuduğunu dilimizin döndüğünce anlatmayı deneyelim. Bir de “Lacoste” meselesi var ki büyük geyik çıkar ama biz girmeyeceğiz.

Hadi başlayalım.

Gültekin’in “Lübnanlaşma” tezi, birbirleriyle bağlantılı dört ana argüman üzerine kurulu. Bu argümanların her biri, Türkiye’nin mevcut siyasi sisteminden radikal bir kopuş yaşadığı ve etnik-mezhepsel temelde örgütlenen yeni bir düzene doğru evrildiği iddiasını desteklemek amacıyla geliştirilmiş izlenimi veriyor.

İlk olarak Levent Gültekin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap ittifakı” vurgusunu, Cumhuriyet’in kurucu felsefesinden köklü bir kopuş olarak değerlendirmekte. İçeriğine bakılmasın değerlendirildiğinde doğru denebilecek bu tespitin altına baktığımızda Gültekin’in zihin haritasını da görüyoruz. Gültekin’in yorumuna göre, Erdoğan’ın Kızılcahamam konuşmasında tekrar ettiği bu ifade, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür.” tanımından kesin bir uzaklaşmayı simgelemekte. Gültekin, bu söylemin vatandaşlık temelli ulus devlet anlayışını ortadan kaldırıp, yerine etnik kimlikleri esas alan konfederatif bir yapıyı ikame etmeyi amaçladığını iddia ediyor. İlk bakışta kimsenin itiraz etmeyeceği bu tespitte Gültekin, bir yerde su kaynatıyor: “Artık “tek millet” kavramı terk edilmiş, yerine farklı etnik unsurların ittifakından oluşan çok milletli bir yapı benimsenmiştir.”

Eski tüfek bir ülkücüden çıktığını düşünebileceğimiz bu cümleler Gültekin’e ait.

İkinci argüman, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan için kullandığı “kurucu lider” ifadesi ve genel olarak “kurucu irade” söylemi etrafında şekillenmekte. Gültekin’e göre, bu terminoloji tesadüfi değil ve yeni anayasa sürecinde farklı etnik grupların ayrı ayrı siyasi temsilcilerinin masaya oturmasının altyapısını hazırlamakta. Bu çerçevede, Bahçeli Türk milliyetçilerini, Erdoğan muhafazakâr Sünnileri, Öcalan ise Kürtleri temsil eden “kurucu” aktörler olarak konumlandırılmakta. Gültekin, bunun Türkiye’de etnik temelli siyasetin kurumsallaşması anlamına geldiğini ve demokratik temsil anlayışını köküne kadar sarstığını savunmakta filan ama esas muhteşem olan, bu masada bir ayağın eksikliğini söylemesi: Aleviler! Bu cepheyi de CHP’ye veriyor Gültekin ama Özgür Özel değil, Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki Alevi tandanslı bir parti!

Buradan üçüncü ve belki de en çarpıcı argümana geliyoruz; Türkiye’de Lübnan’dakine benzer bir makam paylaşım sisteminin hayata geçirileceği iddiası. Gültekin, yeni anayasada yer alacak düzenlemelerin, siyasi makamları etnik-mezhepsel kimlikler temelinde dağıtan bir mekanizma oluşturacağını öne sürmüyor, örneklemeyle betimliyor… Bu sistemde, tıpkı Lübnan’da Cumhurbaşkanı’nın Marunî Hristiyan, Başbakan’ın Sünni, Meclis Başkanı’nın Şii olması gibi, Türkiye’de de benzer bir formül uygulanacağını iddia ediyor. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan, Meclis Başkanı Kılıçdaroğlu’ndan, önemli bakanlıkların ise etnik köken temelinde dağıtılacağından bahsediyor.

Hani Gültekin’in en az bizim kadar Erdoğan’ı tanıdığını bilmesek “Hadi ya” filan diyeceğiz!

Doğal olarak Gültekin’in tezinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun olası dönüşü kritik bir rol oynamakta. Gültekin’e göre, Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığına geri dönmesi, bu “Lübnanlaşma” projesinin son halkasını oluşturmakta. Bu senaryoda, Kılıçdaroğlu Alevi toplum kesiminin siyasi temsilcisi olarak masa başına çağrılacak ve yeni anayasada Alevilerin haklarının “garanti altına alınması” karşılığında sürece dahil edilecek. Gültekin, bunun sadece siyasi bir manevra olmadığını, aynı zamanda CHP’nin Alevi partisine dönüştürülmesi projesinin parçası olduğunu savunmakta. Bu çerçevede, yargı kararlarıyla desteklenen Kılıçdaroğlu’nun dönüşünün, tesadüf olmadığını ve büyük resmin bir parçası olduğunu iddia etmekte.

Bunu neye dayanarak söylüyor, bu kısmı açıklamıyor Gültekin.

Dahası hemen akabinde yaptığı Özgür Özel ağır eleştirisinin ardından; “CHP’nin başına daha aklı başında biri gelmeli” tavsiyesi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu anması çok enteresan değil mi?

Levent Gültekin, şu anda ülkenin mutlak sahibi konumunda olan Tayyip Erdoğan’ın yönetim gücünün bir kısmını Kürtlere, bir kısmını ise Alevilere teslim edebileceğine inanmamızı istiyor nedense!

Analojinin Temel Problemleri

Gültekin’in “Lübnanlaşma” tezi, temelde analojik yanılgının klasik bir örneği. Bu yaklaşımın sorunları, yazarın Ortadoğu siyaseti ve özellikle Lübnan tarihi konusundaki bilgi eksikliğinden kaynaklandığı kadar, mevcut gelişmeleri mebzul miktarda bükümleyerek alternatif bir gündem inşa etme çabasından da beslendiği intibaı veriyor. Gültekin’in argümantasyonuna yakından bakıldığında, onun Lübnan’ın karmaşık tarihsel gelişim süreçleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığı, bölgeyi yerinde gözlemleme fırsatı bulup bulmadığı tartışmalı olduğu ve bu konudaki okumalarının son derece yüzeysel kaldığı kolaylıkla görülüyor.

Gültekin’in Lübnan analojisi, her şeyden önce bu ülkenin gerçek tarihsel tecrübesini görmezden geliyor. Lübnan’ın konfesyonel sistemi, 1943 Milli Paktı ile kurumsallaştırıldığında, amaç farklı dini topluluklar arasında denge kurmak ve çatışmayı önlemekti. Ancak bu sistem, pratikte tam tersine sonuçlar doğurdu. Sistemin getirdiği rijit kimlik sınırları, toplumsal mobiliteyi engelledi, meritokriyi ortadan kaldırdı ve her topluluk kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başladı. 1958’deki ilk büyük kriz, 1975-1990 arası 15 yıl süren vahşi iç savaş ve günümüze kadar devam eden kronik siyasi krizler, bu sistemin yapısal başarısızlığının göstergeleriydi.

Daha da önemlisi, Lübnan’ın konfesyonel sistemi hiçbir zaman gerçek bir “çözüm süreci” sonucu ortaya çıkmadı. Bu sistem, Fransız mandası döneminde dayatılan ve sonradan o dönemin siyasi elitleri tarafından çıkarları doğrultusunda kabul edilen yapay bir düzenlemeydi. Gültekin’in bu tarihsel gerçekliği görmezden gelmesi, onun Lübnan hakkında derinlemesine bir çalışma yapmadığının ya da bölgenin gerçek dinamiklerini kavramadığının açık göstergesi.

Türkiye’deki mevcut gelişmeler ise tamamen farklı bir bağlamda gerçekleşmekte. Görünürde 40 yıllık terör sorununun çözümüne yönelik atılan adımlar, demokratik siyasetin güçlendirilmesi çabaları ve şiddetin sona ermesi yönündeki hukuki çözüm arayışı olan bu çabada tek anlaşılmayan amaç Bahçeli’ninki olsa gerek. Yoksa Kürt tarafının da, Erdoğan’ın da esas amacının ne olduğu çok belli değil mi?

Dolayısıyla amaçları belli olan bu süreç, Lübnan’ın tarihsel tecrübesiyle hiçbir benzerlik taşımıyor. Türkiye’de yaşanan süreç Erdoğan’ın iktidarını ölene kadar devam ettirebilme ve Kürtlerin hiç olmazsa belediyeleri geri alma ve hapisteki Kürt tutukluları kurtarma hamlesinden başka bir -gerçek- amaç taşımıyor.

Gültekin’in bu konuyu ele alış biçimi, onun gerçek amacının Erdoğan eleştirisi yapmaktan ziyade, esas meseleden uzaklaşarak alternatif bir gündem oluşturmak olduğunu düşündürüyor. Nitekim onun Özgür Özel’e yönelik sert eleştirilerinde de benzer bir pattern görülmekte. Gültekin, muhalefet liderinin gündelik siyasi kavgalarla meşgul olmasını eleştirirken, kendisi de benzer şekilde esas meselelerden uzaklaşarak spekülasyon üretmekten geri durmuyor!

Gültekin’in tezindeki en büyük çelişkilerden biri, demokrasi ve azınlık hakları konusundaki kavramsal kargaşasında kendini gösteriyor. Gültekin, kimlik temelli hakların tanınmasını (Öyle bir şey yok ya, keşke olsa!) sistematik olarak “ayrımcılık” olarak değerlendiriyor ve bu yaklaşımın demokratik ilkelerle bağdaşmadığını iddia ediyor.

Modern demokrasilerde azınlık haklarının korunması, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biri. Çoğunluğun iradesinin mutlak hakimiyet kurması değil, farklı toplumsal grupların eşit vatandaşlar olarak haklarının güvence altına alınması demokratik sistemlerin temel karakteristiği. Gültekin’in bu konuda meselenin biraz dibini yakarak epey ulusalcı bir alana savruluyor ve demokrasiyi sadece çoğunluğun diktatörlüğü olarak gören ilkel bir anlayışı ifade ediyor. Hani belirtmek ne kadar gerekli bilmem amma çağdaş demokratik teoride, farklı etnik, dini veya kültürel grupların kimliklerinin tanınması ve korunması, toplumsal bütünleşmenin ön koşulu olarak kabul ediliyor.

Kültürel çeşitliliğin korunması ve farklı grupların kendi kimliklerini yaşayabilmeleri, demokratik gelişimin göstergesi olarak kabul edilmeli elbette. Bu yaklaşım, homojen toplum inşa etme çabası yerine, farklılıkları zenginlik olarak gören çoğulcu demokrasi anlayışına dayanır. Gültekin’in bu gerçeği görmezden gelmesi, onun demokrasi kavramını yeterince anlayamadığını veya bilinçli olarak çarpıttığını düşündürüyor.

Dünya genelindeki örneklere bakıldığında, İngiltere’nin İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’ya tanıdığı özerklik, İspanya’daki özerk topluluklar sistemi, Belçika’nın federal yapısı, Kanada’daki Quebec modeli gibi başarılı uygulamalar, farklı kimlik gruplarına tanınan hakların ülkelerin parçalanmasına değil, aksine daha güçlü ve istikrarlı demokratik birlikler oluşturmasına katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu ülkelerde, farklı etnik veya kültürel grupların kendi dillerinde eğitim alması, kendi kültürlerini yaşaması ve siyasi temsillerinin güçlendirilmesi, ülkelerin demokratik kalitesini artırmış ve toplumsal barışı pekiştirdi. Keşke bizde de bu olabilse ama biraz önce de belirttiğimiz gibi Ne Erdoğan ne de DEM tarafında böyle bir amaç ve çaba yok sanırım.

Toparlayacak olursak, Gültekin’in “Lübnanlaşma” tezi, sadece analitik açıdan hatalı olmakla kalmıyor, aynı zamanda bilinçli olarak manipülatif söylem tekniklerini kullanarak kamuoyunda istenilen yönde algı oluşturmaya çalışıyor. Bu yaklaşım, objektif analiz yapmaktan çok, belirli bir siyasi gündem doğrultusunda kamuoyunu etkileme amacı taşıma izlenimi veriyor.

Paranoya Üretimi

Gültekin’in söyleminin en belirgin özelliği, sistematik olarak korku siyaseti yapması. Nedendir bilmem bir süredir anlatısını, sürekli olarak “Türkiye parçalanıyor” korkusunu beslemeye ve bu korku üzerinden siyasi argüman inşa etmeye çalışıyor. Açıkçası bu yaklaşım bana, rasyonel tartışma yerine duygusal refleksleri harekete geçirmeyi amaçlayan klasik bir manipülasyon tekniği gibi geliyor!

Aslında Gültekin’in söyleminde belirsizlik ve kaygı üretme sistematik bir yöntem haline gelmiş durumda. “Büyük oyun”, “gizli senaryolar”, “dış güçlerin planları” gibi komplo teorisine yakın ifadeler kullanması, mevcut gelişmeleri gizemli ve tehlikeli bir atmosfer içinde sunması AKP iktidarının duruşuna çok uzak şeyler değil.

Açıkçası bu tür bir söylem, kamuoyunda paranoya üretiminden ve insanları gerçek sorunlar üzerinde düşünmek yerine hayali tehditlerle meşgul etmekten başka bir işe yaramaz diye düşünüyorum.

Bana şaşırtıcı gelen bir başka husus ise özellikle çözüm sürecine karşı toplumsal direnci körükleme konusunda Gültekin’in son derece problemli yaklaşımı. PKK’nın silah bırakması gibi objektif olarak olumlu bir gelişmeyi bile şüpheyle karşılayarak ve “sahte barış” olarak nitelemek, barış umutlarını sistematik olarak zedelemekten başka ne işe yarar acaba?

Genel perspektifle bakacak olursak; Gültekin’in korku siyaseti, aynı zamanda gelecek hakkında karamsar senaryolar üretmesi “Türkiye Lübnan gibi olacak”, “ülke parçalanacak”, “iç savaş çıkacak” gibi uç senaryolar sunması, aslında iktidarın işine gelecek söylemler.

Gültekin’in söylemindeki bir diğer manipülatif unsur ise, gerçekleri seçici şekilde sunma ve kendine uygun olmayan gelişmeleri görmezden gelme eğilimi. Bu yaklaşım, objektif analiz yapma iddiasındaki bir yorumcunun güvenilirliğini ciddi şekilde zedeliyor maalesef.

Analizlerinde en belirgin özellik, sadece endişe verici senaryolara odaklanması ve mevcut gelişmelerin potansiyel olumlu sonuçlarını sistematik şekilde görmezden gelmesi “confirmation bias” olarak bilinen psikolojik yanılgının tipik bir örneği olarak görülebilir pekala!  Bu tür durumlarda kavram koyucuların, önceden belirledikleri tezlerine uygun düşen gelişmeleri abartırken, bu teze uymayan pozitif gelişmeleri ya tamamen yok sayar ya da önemsizleştirmeye çalışırlar.

Ancak Levent Gültekin muhalifliğinde başka bir şey var.

Erdoğan’ın topluma esasen havuç olarak uzatmaya çabaladığı “Türk/Kürt/Arap” yeni paradigmasını bir güç bölünmesi gibi algılatarak, “Aslında gücünü paylaşacak” izlenimi oluşturmak sanırım.

Levent Gültekin’in “Lübnanlaşma” tezi, detaylı inceleme sonucunda analojik yanılgıdan daha fazlası aslında.

Gültekin’in demokrasi anlayışındaki kavramsal kargaşa, modern demokratik teorinin temel prensiplerini yanlış yorumlamasını da aşkın bir durum.

Gültekin’in manipülatif söylem teknikleri, objektif analiz yapmaktan çok belirli bir siyasi gündem doğrultusunda kamuoyunu etkileme amacı taşıyor hissi veriyor. Korku siyaseti yapması, seçici gerçeklik sunması ve geçmiş hatalarından ders çıkarmaması, onun entelektüel güvenilirliğini ciddi şekilde zedelerken özellikle AKP dönemindeki destekleyici yazıları ile mevcut eleştirel tutumu arasındaki açıklayamadığı çelişki, pozisyon değişikliğinin analitik dönüşümden çok siyasi hesaplara dayandığını düşündürüyor.

 

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version