Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Beklentisiz iyilik’ ve unutulan nimet sahibi!

‘Beklentisiz iyilik’ ve unutulan nimet sahibi!


AHMET KURUCAN | YORUM

Dost meclislerinde, hayatın inişli çıkışlı patikalarında yürürken karşımıza çıkan insan hikayeleri bazen öyle düşündürücü oluyor ki, kelimelerle ifade etmekte zorlandığımız derin gerçekleri fısıldıyor kulağımıza. Geçtiğimiz günlerde dokuz yılını parmaklıklar ardında geçirmiş bir dostumla telefonda sohbet ederken, onun anlattıkları zihnimi uzun süredir meşgul eden bir meseleye daha net bir çerçeve çizmemi sağladı.

Konu, iyilik ve beklentiydi.

Dostumun hapishanede tanık olduğu durumlardan biri şuydu: “Ben ona ne iyilikler yapmıştım ama o beni ihbar etti! Hakkımda olur olmaz yalan beyanlarda bulundu.” feryadı. Bir başkası ise bu feryadı dile getirmese de, benzer bir akıbete uğramış, iyilik yaptığı kişilerden beklemediği karşılık görmüş…

Bu türden vakalar, birçoğumuzun hayatında ya bizzat tecrübe ettiği ya da çevremizden duyduğu acı gerçekler değil mi? İyilik yaparken beslediğimiz o masumâne beklentiler, karşılanmadığında birer hayal kırıklığına, hatta öfkeye dönüşebiliyor.

Peki, bu durumun ardında yatan asıl sebep ne olabilir?

O arkadaşım, “İyiliğin merkezine Allah rızasını koymadığımızda başlıyor tüm sorunlar!” dedi. Ne kadar doğru söylüyor.

Yaptığımız her iyilik, uzattığımız her el, sarf ettiğimiz her gayret, eğer yalnızca “karşılık bulma” düşüncesiyle yoğrulmuşsa, işte o zaman zihnimize ve kalbimize bir “ödeme defteri” açmış oluyoruz. Bu deftere yazılan her “borç”, karşı taraf ödemediğinde bir “alacak” olarak zihnimizde büyüyor, büyüyor ve sonunda bizi yiyip bitiren bir zehre dönüşebiliyor.

Kıskançlık, haset ve kendini koruma iç güdüsü!

Oysa inancımızın bize öğrettiği temel düstur, “Veren Allah için vermeli, alan da Allah için almalı!” değil midir? Eğer veren, yaptığı iyilikte sadece Rabbinin rızasını gözetiyorsa, karşılığında bir teşekkür beklemez; bir minnet borcu aramaz, bir şikayetle karşılaştığında yıkılmaz. Çünkü o, eylemini doğrudan Yaradan’a sunmuştur. Aradaki kul, sadece bir vesiledir.

Peki ya alan taraf? Alan taraf da eğer yapılan iyiliği doğrudan Allah’tan gelen bir lütuf olarak değil de, sadece kuldan gelen bir “iyilik” olarak algılıyorsa, işte orada ezilmeye başlıyor. Bu “iyilik” onun üzerinde bir yük haline geliyor, bir borç hissi yaratıyor.

Ve insan fıtratı, bazen bu ağır yükten kurtulmak için, beklenmedik ve akla gelmedik yollara sapabiliyor. İhbar etmek, belki de o “borç” hissinden kurtulmanın, o “eziklik” duygusunu üzerinden atmanın bilinçaltı bir yolu olabiliyor.

Yalan yanlış ihbarların bir başka sebebi kıskançlık ve haset olabilir. Sürekli iyilik gören kişi kendini aşağıda hissedebilir. Bu duygu törpülenmezse zamanla kıskançlık ve hasede dönüşebilir. Totaliter veya baskıcı rejimlerde insanlar kendilerini korumak için başkalarını feda edebilir. Bu sıkça görülen bir durumdur. Bazıları, devlete “sadakat” göstererek, kendilerini güvende tutacaklarını düşünür.

Allah namına ver, Allah namına al!

Karşılıklı bu düşünceler üzerinde mütala ederken birden aklıma Bediüzzaman Hazretleri’nin o eşsiz satırları geldi: “Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zâhirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikiyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir. Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle, vesselâm.”

Evet, tam da bu!

Bediüzzaman’ın burada çizdiği tablo, iyilik yapma ve alma noktasındaki derin yanlışımızı ne de güzel özetliyor. Bir padişahın paha biçilmez bir hediyesini getiren yoksul bir adamın ayaklarını öpüp, asıl hediye sahibini yani padişahı görmezden gelmek nasıl bir ahmaklıksa, zahirde bize iyilik yapanları överek, onlara minnet duyarak, hatta onlardan beklentiler besleyerek asıl nimet sahibi olan Allah’ı unutmak da binlerce kat daha büyük bir ahmaklık değil midir?

Bizler  hayatta yaptığımız ya da karşılaştığımız her iyiliğin aslında Allah’ın bir lütfu olduğunu idrak etmeliyiz. Arada bulunan eller  sadece bir vesile. O iyiliği yapmak için ya da almak için Allah tarafından görevlendirilmiş, bir kanal. Eğer biz o kanala takılıp kalır, asıl kaynağı unutursak, işte o zaman hem veren hem de alan için bu iyilikler bir imtihana dönüşür.

Bu minvalde, Bediüzzaman’ın “Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle” öğüdü, hayatımızın her alanına tatbik etmemiz gereken bir rehber niteliğinde. İyilik yaparken, o iyiliğin Allah’ın emirlerine uygun olup olmadığını, O’nun rızasına matuf olup olmadığını sorgulamalıyız. Karşılık beklemeden, sadece O’nun hoşnutluğunu kazanma gayesiyle yola çıkmalıyız.

Aynı şekilde, bize yapılan iyilikleri de bir kulun lütfu olarak değil, Rabbimizin bize ikramı olarak görmeliyiz. Bu şuurla hareket ettiğimizde, ne iyilik yapan beklenti tuzağına düşer ne de iyilik gören eziklik hissine kapılır. Her iki taraf da, birer vesile oldukları o büyük lütfun şükrünü eda etme makamına yükselir.

O zaman, iyilik yaparken ve iyilik görürken kalbimizdeki teraziyi doğru tartmalı, tartının bir kefesine sadece Allah rızasını koymalıyız. Böylece iyiliklerimizin bereketi artacak, kırılan kalpler onarılacak ve insan ilişkilerimiz çok daha sağlam temeller üzerine oturacaktır. Zira gerçek iyilik, sadece Yaratıcı’nın adıyla anlam ve değer kazanır.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version