Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Bayağılık ve taşlaşma üzerine!

Bayağılık ve taşlaşma üzerine!


Polemiği sevmemem bunu iyi yapamadığım anlamına gelmiyor elbette. Sevdiğim insanlarla kamuya açık ortamda tartışmak ise, muhatabım kadar beni de üzüyor. Çünkü her şeyden daha fazla hakikate hürmet etmek zorundayım. Ahmet Dönmez’e bu minvalde birkaç sözüm var.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Önce tüm samimiyetimle söylemek isterim ki, böylesi bir yazıyı kaleme almak asla hoşuma gitmiyor. Ama hakikate olan hürmetin neticesinde bazılarının üzüleceğini bilsek bile bazı şeyleri söylemek zorundayız.

1915 yılında Ural dağlarında doğmuş bir çoban çocuğuydu Vasily Zaitsev. Stalingrad Kuşatması sırasında Nazi ordusuna karşı verdiği ölümcül savaşla tarihe geçti. Küçükken dedesinden aldığı nişancılık dersiyle kısa süre içerisinde Rus ordusunda keskin nişancı olarak görev alan Zaitsev, sadece birkaç ay içinde 200’den fazla düşman askerini öldürmesiyle hem Alman ordusunun korkulu rüyası haline gelmiş, hem de Sovyet propagandasının sembol figürü olmuştu.

Zaitsev’in hikayesi, özellikle Alman süper keskin nişancı Erwin König ile yaşadığı efsanevi düelloyla zirveye çıkmişti. Bu ölüm kalım mücadelesi, harabeye dönmüş Stalingrad sokaklarında günlerce sürmüş ve sonunda Zaitsev rakibini alt ederek galip gelmişti. Savaştan sonra bir çok kez Lenin Nişanı’na layık görüldü, daha sonra “Kahraman” rütbesine yükseltildi. Bu çoban çocuğun savaşta kullandığı suikast tüfeği halen Stanligrad Tarih müzesi’nde sergilenmektedir.

Fransızların yaşayan (bana göre) en büyük sinemacısı Jean-Jacques Annaud, 2001 yılında bu büyük nişancının hayatını anlatan Enemy at the Gates – Kapıdaki Düşman ismiyle filme çekti. Hakkı yenen filmlerden biri olduğunu düşündüğüm bu filmi izlemediyseniz çok şey kaçırdınız demektir.

Film, Zaitsev’in küçüklüğündeki bir sekans ile açılır. Küçük Zatsev dedesiyle beraber bir kurdu avlamak için pusudadır. Ve en değerli atlarını yem olarak kullanmaktadırlar. Vasili, dedesinin telkiniyle kendi kendine sürekli şekilde şunu söyler: “Ben bir taşım, ben bir taşım… Hareket etmem!”

Pusuya yatmış iyi bir keskin nişancı bir süre sonra taşlaşmak zorundadır: Hissetmeyecek, merhamet duymayacak ve gözlerini kırpmayacaktır.

Bu cümle hayatı boyunca takip eder Vasili’yi: “Ben bir taşım!”

Önce, şahsen de çok üzüldüğüm vahim bir hadiseyi hatırlatmak durumundayım. Konuyla ilgili olanlar hemen hatırlayacaktır, gazeteci Ahmet Dönmez, 2022 yılında alçakça bir saldırıya uğramıştı. Olaydan yaklaşık bir yıl sonra çektiği bir videoda şöyle bir şey anlattı Dönmez:

Aslında yıllardan beri anlatmak istediğimiz tam da buydu sevgili dostlar.

Ahmet Dönmez ne kadar farkında bilmem ama bir takım kesimlerin özellikle operasyonel haberlerinden sonra, eğer onların işine gelen ve yaptıkları operasyonları destekleyen yönde şeyler söyleyecekseniz sizi kaale aldıklarını ve sizinle muhatap olacaklarını söylüyoruz. Yoksa size bir değer atfettikleri için değil!

Ve maalesef bazı akademisyenler ve gazeteciler bunun böyle olduğunu bildikleri için zamanla belki kendileri de farkında olmadan, bu tür platformlarda yer alabilmenin gerekliliklerini yerine getirerek, buralarda yer almayı kişisel ikbal ya da başka türlü beklentiler için kendilerinden arzu edilen şeyleri yazıp, çizip, söylemeye başlıyorlar.

Elbette burada Ahmet dönmez’i bir şeyle itham etmiyorum. Ancak, bahzi geçen videosunda Ahmet Dönmez, bir şey daha yapıyor. Videonun içeriğinde tam tersi olduğu halde, videoya hangi başlığı atıyor biliyor musunuz?

“Bana saldırıyı cemaat mi yaptı?”

Şimdi soruyorum, bu etik midir? Ya da Dönmez’in ifadesiyle sorayım, bu bayağılık değil de nedir?

Hadi konu gelmişken şu bayağılık meselesine biraz girelim. Ahmet Dönmez, yakından takip ettiğim ve sıklıkla takdir ettiğim bir gazeteci idi. Bunu kendisini eleştirdiğim yazıda bile hakkaneyit adına defalarca kamuoyuna da açıkladım. Dönmez gibi gazetecilerin önemli olduğuna samimi olarak inanıyordum. Nitekim bu düşüncelerimde asla cimri de olmadım. Kendisine bizzat ilettim de.

Hatta yazdığım bir yazıdan sonra, Dönmez bana bir sosyal medya platformundan (hangisi olduğu aklımda kalmadı) nazik bir mesaj yazdı. Ben bizzat orada da kırıcı olduysam bağışlamasını istirham ettim.

Bu konuşmamızı birazdan tekrar hatırlatacağım. Çünkü Ahmet Dönmez’in sıklıkla, “Şunu çağırıyorum gelmiyor, bunu yayına davet ediyorum!” çıkmıyor gibi ifadeleriyle karşılaşıyorum. Yine samimiyetle söylüyorum içeriğini hatırlamıyorum ama Ahmet Dönmez’in sanırım Twitter’da, bir paylaşımı bana biraz insafsızca geldi ve şöyle bir şey yazdım: “Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!”

Vay sen misin bunu yazan!

Bana “Yuh!” çeken Ahmet Dönmez, bir de “yalancılıkla” itham etmişti. Açıkçası neden bu kadar zıvanadan çıktığını anlamamıştım ama yaptığım sadece bir Kur’an ayetini, hatta aklımca yumuşatarak hatırlatmaktı. Evet, Maide suresi 8. ayet aynen şöyle söylüyor: “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin.”

Ben kin ya da nefret yerine öfke kelimesini seçmiştim. Bunu yaparak aklım sıra kırıcı olmayacaktım. Ama Dönmez, yuhalıyordu beni.

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi çıkardığı dönemde yaptığı polemik icerikli başlıklar meşhurdur. 60 İhtilali sonrasında şöyle bir başlık atmıştı: “Yoğurttan hükumete mukavvadan bıçak saplandı.”

Açıkçası Dönmez’i o anda eleştirmek, yoğurda mukavva bıçak saplamak kadar kolaydı ama bunu yapmayı asla tercih etmeyecektim. Ve sanırım Ahmet Dönmez, benim bu sessizliğimi acizlik ya da pısırıklık olarak gördü ki, son videosunda doğrudan ismimi vererek, beni bayağılıkla suçluyordu.

Üstelik konunun kendisiyle hiçbir alakası yoktu.

Malum son birkaç yazıdır Ruşen Çakır ile ilgili meselelere odaklanmış durumdayım. Gökhan Bacık’ın başlarda akademik ve samimi olarak gördüğüm yaklaşımına kendimce bir yaklaşım yazısı kaleme aldım. Ancak daha sonra Ruşen çakır’ın operasyon sitesi Medyascope’ta yapılan yazılar ve bazı gelişmeleri görünce bunun bir iktidar operasyonu olduğunu düşünmeye başladım.

Ruşen Çakır, Bacık’ın yazısından sonra bu kanaati pekiştirecek yan haberler ve hamleler de yapmaya başlamış. Bununla yetinmemiş, daha önce bu köşede ele aldığımız, “Biz var ya, acayip önemliyiz!” içerikli çalım sattığı videolar bile çekmişti.

Bir de yeni bir yazar bulmuştu Çakır: Psikolog Lara bilmem kim. Dikkatimi çekti bu Lara ismi, çünkü sahne ismi gibi duruyordu. Her neyse kendimce birkaç minik araştırma yaptım. Yapay zekayla alelacele yaptırılan internet sitesi, üç ay önce satın alınan gizli domainler vesaire.

Lara Hanım belki kendisi samimimiydi ama birileri bu operasyonda onu da kullanıyordu. Sonra çok ilginiç bir şey oldu, Lara Hanım sosyal medya hesabını kapatıp, kayboldu. Ben de, onu bir proje olarak hazırlayanlara, “Sizi perçeminizden yakaladım!” diye mesaj yazdım.

Konunun ne olduğunu şüphesiz benden başka kimse bilecek durumda değildi, çünkü daha tek kelime yazmamıştım. İşte Ahmet Dönmez, bu perçemden yakalanma nitelendirmesine, “Bunlar nasıl bayağı ifadelerdir!” diye saldırdı nedense.

İnanın hiç istemezdim ama yazmak durumundayım.

“Perçemden yakalamak” ifadesi bana ait değil, bizatihi Kur’an-ı Kerim’e ait. Kur’an’da birkaç yerde bizzat Allah, üçkağıtçıları, dolandırıcıların perçemlerinden yakalanacağını ifade ediyor. Dönmez, bana hücum edecekken Kur’an’a ‘bayağı’ diyebilecek kadar savrulduğunu farkında bile değil; ki açıkçası 37 yıllık meslek hayatımda böyle yarı entelektüel savrulmaları sayısız kere görmüşümdür.

Dönmez, örneğin Kur’an’ı açıp Hud suresi 56’ya ya da Alak 15’e baksa, bu “perçemden yakalamak” deyiminin aynen geçtiğini görecektir. Hala bu ifadeye “bayağılık” diyecekse elbette bu mesele onunla Kutsal kitap arasındadır, ben bir şey diyemem.

Meslektaşım Dönmez, çok aşina olduğum bir şey daha yapıyor. Psikolog Lara hakkında bir stereotipleştirme bayağılığına düşüyor. Evet maalesef bayağılık bu; anlatayım hak vereceksiniz.

Önce şu stereotipleştirmeden bahsedeyim kısaca. Stereotipleştirme, bir gruba ait insanlar hakkında aşırı basitleştirilmiş, genelleştirilmiş ve çoğunlukla yanlış yargılarla düşünme biçimine deniyor ve genellikle yarı-münevver tipolojilerin davranış biçimi olarak görülür.

Bu düçar olanın da pek farkında olmadığı hastalığın temel özelliklere bakalım. Bir setereotipçi şöyle davranır:

Gökhan Bacık’ın yazısının girişinde, “Kişisel kanaatim vitrindeki bu ilahiyatçı ve gazetecilerin büyük bir kısmı mahrem yapının PR ekibi olarak çalışıyor.” şeklinde yazması tam olarak stereotupleştirmenin örneğiydi.

Ahmet Dönmez  de böyle bir şey yapıyor. Benim bu konuda ne yazacağım hakkında hiçbir fikri olmadığı halde, zihninde oluşturduğu çuvala doldurup ve bunu büyük bir nefret şehvetiyle ballandırarak stereotipleştirdikten sonra bir de üstüne bir tutam bayağılık ekliyor. Bu ibareyi kendisine iade edeceğim ama yazının sonunda.

Benim Ahmet Dönmez’i ciddiye almamaya başlamamın sebebi çok ciddi bir mesleki defosunun olduğunu fark etmem oldu. Sıklıkla yazılarına konu olan kişilere ulaşamadığını ya da cevap alamadığını aktarıp, bundan şikayet eder. Ancak, Dönmez’i ciddiye alıp cevap yazanların da bundan pek memnun olmadıkları bellidir.

Bir haberci, haberi yaparken, bazı iddialarda bulunuyorsa, iddiada bulunduğu şahsa da fikrini sorara ve verdiği cevabı haberine koyar. Ahmet tam olarak böyle yapmaz genelde. Kendisi bildiği gibi haberini yapar, muhatabıyla ilgili her türlü iddiayı haberine koyar. Kendi kanaatini de söyler. Eğer cevap verilmişse, bunu haberin sonuna, “Bu arada falanca kişi yolladığığ cevaplarda, bu işin böyle olmadığını söyledi.” der.

Açık söyleyeyim böyle bir habercilik tarzı yoktur, olamaz da…

Ahmet’in bir diğer şikayet ettiği konu ise, davet ettiği kişilerin karşısına çıkmadığı, programına konuk olmadığıdır. Hemen söyleyeyim aynı şeyi kendisi de yapmaktadır. Kendisiyle ilgili yazdığım yazıdan dolayı bana mesaj yazdığında onu kibarca canlı yayında konuşmaya devat ettim ve kibarca reddetti. Ben de saygı duydum.

Gelelim Ahmet ve türdeşlerinin ne zaman sıkışsalar, “Siz de Adil Öksüz hakkında bir şeyler desenize!” cümlesine sarılmalarına.

Bir fıkra vardır bilir misiniz?

Bir grup Amerikalı Rusya’ya turist olarak gider. Ruslar, en güvendikleri Moskova metrosunu gezdirirken, tur rehberi, “Burası dünyanın en eski ve en büyük metrosudur. 7 katlıdır ve 15 saniyede bir metro geçer!” diye ididalı bir cümle söyleyince turistlerden biri, “Yarım saattir buradayız daha tek metro geçmedi!” der… Tur rehberi biraz bozulur ve sonra şöyle der, “Ama siz de Japonya’ya atom bombası attınız!”

Ahmet’in durumu buna benziyor.

Bambaşka bir mevzuyu konuşurken, lafı Adil Öksüz’e getirirek o tartışmada haklı görünmeye çalışarak kendi takipçilerini etkileyebilir ama bunun normatif münazaraya pek etkisi olmaz. Kaldı ki, şahsen kendisinin en değerli bulduğum videoları Adil Öksüz videolarıdır. Defalarca paylaşmışımdır.

Şimdi Ahmet ile bir konuda tartışmam beni Adil Öksüz taraftarı ya da bu konuyu kapatmak isteyen biri statüsüne indirmez.

Daha önce de belirttim. Ekmek peşinde olmanın getirdiği mecburiyet olabilir ya da bir başkasının kapıldığı gibi, Cemaat’in magazin polemiğinin şehveti. Her ne olursa olsun, ben Ahmet Dönmez videolarını altın günü kısır yerken muhabbet eden teyzeler seviyesine indiktin sonra izlememeye başladım.

Cemaat magazini ona popülarite ve ekmek getiriyor olabilir ama şahsen ilgimi çekmiyor.

Son olarak şu bayağılaşma meselesine değineyim.

Ahmet Dönmez, aşina olduğum bir tarzda stereotipleştirmenin dibine vurarak, başkasıyla aynı çuvala koyduğu benim için birkaç kez, “Bunlar nasıl bayağı ifadeler!” filan diyor. O ifadenin referansını yukarıda belirttim, Kur’an’ın ifadesine bayağı diyen birine söyleyecek lafım olmaz. Ama ne yazacağım konusunda zerre kadar bilgisi olmadan doğrudan Lara hanımın avukatlığına soyunup hücum etmesini bir kenara bırakıp, esas bayağılaşma konusunda Ahmet Dönmez’in eline su dökemeyeceğimi üzüntüyle bildirmek isterim.

İçinde mebzul miktarda haset kokan Cehvehi Güven videosunda, Cevheriye saldıracağım diye onu eşiyle vurmaya kalkışması, keza Eyüp Ensar Uğur ile alakasız bir tartışmada, yine işin içine kadınları katması, Dönmez’in ahlaki düzeyini ve bayağılığını da apaçık gösterimişti bana.

Toparlıyorum.

Taşlaşmak, tetikçiliğin doğasında var. Pusu ata ata bir süre sonra hissizleşiyorsunuz, vicdanınız oksitleniyor. Siz farkında olmadan Vasili Zaitsev’e dönüşüyorsunuz. Pek çok önemli şeyi unutuyorsunuz bu taşlaşma sürecinde. Oysa Bertnard Russel şöyle diyor: “İnsan olduğunuzu unutmayın, geri kalan herşeyi unutsanız da olur!”

Baki muhabbetle.

 

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version