-Bulutlar üstünde kurgusal gezintiler…
VEYSEL AYHAN | YORUM
- Bölüm…
Yol arkadaşıyla beraber Mekke’ye süzüldüler. Beş yüzyıl geçmişlerdi ama sanki bir kaç saniyede olmuştu. Mekke gözüne küçük göründü. Çarşı çok kalabalıktı. Kabe’nin yanıbaşı Pazar yeri gibiydi. Kabeyi tavaf edenler bakılacak gibi değildi. Yol arkadaşı konuştu:
– Mekke küçük gibi görünür ama bu coğrafyada en önemli geçiş noktasıdır. Dünyaya bir haber salacaksan bu haberi Mekke’de vermelisin. Buradan dünyanın her yanına ulaşır. Ben sık sık gelir dolaşırım bu tarihleri.
Yolda ilerlediler. Arkadaşı parmağıyla bir genci gösterdi.
– Bak senin yaşında bir genç.
Gösterdiği genç elinde ve sırtında yiyecek torbaları telaşla ilerliyordu.
– Bu genci takip edelim. Hikayesi sizin hikayenize benziyor.
O genç önde onlar arkada ilerlediler. Genç, dolambaçlı yollardan dolaşıyor yolu uzatıyordu.
– Bu genç Mahzum kabilesinden. Ebu Cehil gibi Velid b. Mugeyre gibi Efendimiz’in (sav) can düşmanları bu kabileden. Adı Erkam… Kabilesinin önde gelenlerinin aleyhte propagandasına rağmen önyargılı olmadı. Gitti. Kâbe’de Efendimiz’i gördü. Daha 16 yaşındaydı.
Sorular sordu: “Ey Muhammed! Bazı şeyler duydum, kendinin peygamber olduğunu söylüyormuşsun. Sana gökten haberler geldiğini iddia ediyormuşsun, yüzyıllardır atalarımızın kutsal saydığı Lat’ı Uzza’yı ve Menat’ı kerih görüyormuşsun bunlar doğru mu?”
Allah Resulu sabırla cevap verdi, ona Allah’ı anlattı. Ve genç hemen orada müslümanlığı kabul etti. Dönüp duyduklarını hanımına anlatınca o da itiraz etmeden kabul etti.
O sırada büyük ve gösterişli bir evin önüne gelmişlerdi. Genç, sağına soluna dikkatle bakıp içeri girdi. Arkadaşı devam etti:
– Erkam beş yıl önce evlendi. Babası Abdumenaf ahdetmiş, “Mekke’nin en güzel evini oğluma alacağım!” diye. Ona bu güzel ve geniş evi almış. Müslüman olunca kabilesi şiddetle itiraz edeceğinden ona Allah Resulü şimdilik müslümanlığını duyurmamasını söyledi. Erkam çok heyecanlı bir gençti. Ama sabretti, duyurmadı.
– Bu evin özelliği ne?
– Gördüğün gibi çok işlek bir yerde. Dört ayrı yoldan Kâbe’ye çıkılıyor. Her taraf hacı dolu. Eve giriş çıkışlar dikkat çekmiyor.
– Evet doğru. Ama neden bu yanı önemli?
– Burası İslamın ilk eğitim merkezi. Hikayesi çok önemli. Mekke’de öğlenleri aşırı sıcak olur. Mekkeliler evlerine ve gölgeliklerine çekilir. Allah Rasulü, birgün öğlen sıcağında Ebubekir ile birlikte önceden haber vermeden Erkam’ı ziyarete geldi. Kapıyı açan Erkam ve hanımı çok sevindiler. Evin geniş bir salonu, bayağı büyük bir bahçesi vardı. Biz evlere ‘beyt’ deriz. Ama burası “dâr” gibiydi, büyüktü. “Daru’l Erkam” denmesi bundan. Allah rasulü evi beğenince Erkam tereddüt etmeden, “Ya Resulallah! Evim evindir, bayağı geniş. Evim de ben de hanımım da senin hizmetindeyiz.” dedi. Erkam, bu sözleri gözleri ışıldayarak kalpten söylemişti. Hanımının siması da aynı duyguyu aksettiriyordu.
– O gün için ne büyük bir risk ve fedakarlık.
– Evet. Yiğitlik bu. Sonraki yıllarda Saray hediye etse o günkü kadar makbul olmazdı. İşte o tarihten sonra burası müslümanlığın anlatıldığı, ayetlerin yazıldığı, ezberlendiği bir yer oldu. Salonu geniş olduğundan cemaatle namaz rahatça kılınıyordu.
– Müşrikler burayı öğrenemediler mi?
– Beni Mahzum’dan bir gencin evi o gün aranacak en son yer idi. Ebu’l Hakem’in (sonradan hep Ebu Cehil dendi) akrabasının evinden şüphelenmek ona hakaret olurdu.
– Aramadılar mı?
– Allah setretti. Öyle bir arayışa girseler önce Ebû Kuhafe’nin oğlu Ebû Bekir’in ya da Avf’ın oğlu Abdurrahman’ın evine bakarlardı.
Sonra bir ağacın altına oturdular. Yol arkadaşını dinlerken baktıkları evin konumunu düşündü. Dünyadayken umre yapmıştı. Safa tepesi eteğinde böyle bir şey yoktu. Demek ki yıkılmıştı. İnsanların kadirbilmezliğine üzüldü. “Neyseki dünyada olan şeyler insanların yıkmasıyla kaybolmuyor.” diye teselli oldu. Dünyada gerçekleşen her anın her hadisenin videoları olabileceğini, bunları ölünce seyredebileceğini düşünür hayaller kurardı. Şu an içinde bulunduğu alemden gördükleri hatta içinde olduğu şey, hayal veya video görüntüsü değildi. Bire bir gerçekti. Dünyadayken rüya görür. Rüya aleminin gerçek dünyaya göre ne kadar zayıf bir boyut olduğunu düşünürdü. Şimdi burada ise dünya gerçekliğinin bu aleme göre ne kadar zayıf ve hayal olduğunu şaşırarak fark etmişti.
Yol arkadaşı güzel güzel anlatıyordu ama onun aklı evin içindeydi. Girmelerini ve Efendimizi (sav) görmeyi bekliyordu. Aklı orada kalmıştı. Ama yol arkadaşında bir hareket yoktu. Bunu düşünürken bir rüyasını hatırladı. On beş on altı yaşlarındaydı. Rüyasında sahabilerin arasına karışmış Kâbe’ye namaz kılmak için yürüyordu. Ama öyle bir korku içindeydi ki neredeyse kalbi duracaktı. Korku, her an bir müşrikin saldırısına uğrama ihtimaliydi. Ölüm tehlikesi bir kılıç darbesi halinde peşlerindeydi. Önden, arkadan; sağdan soldan; üstten… Emin olmak mümkün değildi.
Sırılsıklam ter içinde uyandığında o zamanlar müslüman olmanın zorluğunu anlamıştı. Sahabi olmak çok pahalı bir şeydi. Ve, “Allah’ım ben iyi ki bu zamanda doğmuşum yoksa nasıl dayanırdım o zamanki gerilimli hayata!” diye şükretmişti. O şartlarda kılınan bir namazın değerinin ne kadar emsalsiz olacağı hayal bile edilemezdi.
Sonra bir gün Hz. Ebubekir’in Hz. Ali’ye söylediği söze rastladı: “Ya Ali! Sen bir çocuktun. Biz dışarı çıktığımızda geri döneceğimizden emin olamazdık; geri döndüğünde ise tekrar çıkacağından emin olamazdık.”
Bunu dinleyince rüyasının sadık olduğunu düşünmüştü.
Yol arkadaşı sanki düşündüklerini hissetmişti:
– Korku çok zor bir imtihandır. Bana cesur derlerdi ama emin ol “Daru’l Erkam” dönemininde müslüman olmayı göze alır mıydım bilmem. Bak bu ev üç yıla yakın kullanılıyor ve içinde neler olduğunu müşrikler bilmiyor. Fevkalade bir başarı. Oysa bu eve yüzlerce insan girip çıkıyor, ki Ömer müslüman olana kadar tüm sahabiler dini burada öğreniyor. Sonra ona döndü:
– Sizin de dünyada böyle evleriniz vardı değil mi?
Soruyu duyunca ortaokulda gittiği evi hatırladı. Okuldan sonra giderler, üniversiteli ağabeyleriyle ders çalışırlardı. Kitap okur dini konuları mütalaa ederlerdi. O günleri düşündü:
– Ama biz o zamanlar evlere giderken bir şeyden korkmazdık ki! Bir tehlike yoktu. Bilakis orada evimizden daha rahat ederdik. Kendimizi daha emin hissederdik.
– Evet ama o evler bugünlerde hiç emin değil. Her biri gerçek “Daru’l Erkam”a yükseldi. Seninle beraber nezarette ziyaret ettiğimiz çocukların kaldığı evler işte tam “Daru’l Erkam” evleri. Çağınıza yansıyan kopyalar. Sen bunlara yetişemedin ama şimdiki çocuklar bu evlere korku içinde giriyor, korku içinde çıkıyor. Endişeyle sabahlıyor. Beraber namaz kılıyor, dua ediyorlar. Bazen de gördüğümüz gibi en kötü muamelelere uğruyor, evleri basılıyor hapishanelere atılıyorlar.
– Bunun hikmeti ne olabilir. Bunlar daha çocuk?
– Sizin çağın bir tuhaflığı da bu yaşlardaki çocukların küçük görülmesi. Bizim Abdullah Bin Abbas çocuk yaşta çevresine hadis ve tefsir öğretiyordu. Muaz da öyle. Allah Rasulü, Üsame’yi 18 yaşında ordu komutanı tayin etti. Muaz ve Muavviz 15 yaşında Bedir’e katıldı. Devam etti:
– Fatıma’yı hiç düşündün mü?
– Hz. Fatıma’yı mı? Hayır tüm bilgim birkaç cümle.
– Birkaç cümle de ben ekleyeyim. Sekiz yaşında annesi Hatice’yi kaybediyor. Yetim kalıyor. Annesiz büyüyor. O çocuk yaşta babasının yani Efendimiz’in gördüğü sözlü ve bedeni işkencelere şahit oluyor. Bunlar öyle büyük yükler ki… Şi’bi Ebu Talip’te o boykot yıllarını narin bir kız çocuğu olarak yaşıyor. Belki de daha 25 yaşlarında vefatı o zor yılların yorgunluğuydu.
Bunları hiç düşünmemişti. Duyunca önce içi burkuldu ardından Hz. Fatıma’yı da görebileceğini düşünüp sevindi. Yol arkadaşı devam etti:
– Ama Allah onun hiçbir amelini ve niyetini zayi etmedi. Çünkü bu yaşlar bir insanın kaderinin temellendiği yaşlar. Ali ile evleniyor. Ki o da eşsiz bir genç. Rabb’imizin Fatıma’ya armağanı. Sonra da Cenabı Hak vefasıyla onu kıyamete kadar sürecek milyonlarca kadın-erkek veliye anne yapıyor. Bu yaşta bu tür bir çile çeken çok erken olgunlaşır. Ruhu ve karakteri dinginleşir. Anlayışlı bir insan olur.
– Biz şimdi buna empati kazanmak diyoruz. Çile çekmemiş çocuk büyümüyor, hayat boyu çocuk kalıyor.
Arkadaşı devam etti:
– Her şeyden önemlisi mücadeleci bir ruh kazanır. Yenile yenile yenmeyi öğrenir. Yıkıldığında morali bozulmaz. Mağlubiyete tebessüm etmeyi öğrenir.
– Sizi dinleyince dünyaya dönüp onlardan olma isteği belirdi içimde.
– Nasip meselesi. Sen artık sadece onları seyredip dua edebilirsin. Benim öğrendiğim en önemli şey şu. Allah’tan gelenleri tebessümle karşılayanı Allah mahcup etmiyor. Aşırı feryat, kötümserlik, inkisar, sürekli şikayet Allah’a tam iman etmemenin işareti. Ben onlar için hem üzüldüm hem sevindim. Görünüşe bakıp üzüldüm ama Allah’la teselli oldum. Allah kendi adına bedel ödeyeni asla zayi etmez. Düşerler kalkarlar. Ama emin ol Allah onları yerde bırakmaz. Biz geleceği göremeyiz ama şuna inan. Perde-i gayp açılsa bu yeni “Daru’l Erkam” evlerinde kalanların çok kısa bir zaman sonra Rıza-yı ilahi yolunda sahabi misal kadın ve erkekler olduğu görürüz. Ben adı hidayet tarihine yazılmış ama çilesiz ömür geçirmiş bir insana rastlamadım.
-Evet Sonsuz Nur’da okumuştum. Efendimiz (sav) Kâbe’de namaz kılarken müşriklerin üzerine bıraktığı deve işkembesini temizleyen kızına şöyle buyurmuş. “Allah senin babanı zayi etmeyecektir.”
– Allah ne Efendimiz’i ne de kızı Hz. Fatıma’yı zayi etti. Bu çocukları da zayi etmeyecektir.
– Rabbimiz hepsine sabır ve metanet versin. Onları şeytanın vesveselerinden korusun.
Arkadaşı devam etti.
– Bu zamanlar şeytanların en çıldırdığı zamanlar. Hidayet ikliminin kokusunu en iyi şeytan alır. Hidayet mevsimleri, gelmeden önce kışını yaşatır. Siz şu son on beş yılda çok ağır bir kış yaşadınız. Bedeli de müthiş bir hidayet mevsimi olarak gelecektir. Buna kimse engel olamaz. “Daru’l Erkam” dönemi sahabi sayısı yüzü geçmez. Ama o çilelerle öyle bir tohum atıldı ki, rahmet bulutlarının tohumları dünyaya öyle bir saçıldı ki sonrasını hep beraber gördük. Tüm dinlerin tarihinde bu var.
Doğru diyordu. Kendi nesli de öyle bir duanın neticesi gibiydi. Yaşlılar anlatırdı. “Bizim zamanımızda tek bir namaz kılan genç yoktu” diye. Sonra bir bahar geldi. Şimdi, ise daha büyük bir baharın kokusu duyuluyor. “Daru’l Erkam”ın önünde ne kadar zaman oturduklarını fark etmemişti bile. Deminden beri aklında dönüp dolaşanı nihayet sordu:
– İçeri girmeyecek miyiz?
Yol arkadaşı biraz düşündü:
– Bazı yerler vardır. Üç boyutlu canlı bir müze bile olsa ev sahibinden izin almadan giremeyiz.
– Nasıl izin alacağız?
– Seni Efendim’in yanına götüreceğim. İzni öyle alırız. Sonra da benim vazifem bitmiş olur.
– Sizi bir daha görmeyecek miyim.
– Hayır görüşeceğiz. Ama şimdilik bu kadar.
– Kendinizi tanıtmadınız.
– Sen beni aslında tanıyorsun. Hatta çok da severdin.
Ne diyeceğini bilemedi.
– Nerden tanıyorum, hatırlayamadım.
– Ben Hamza ibn Abdülmuttalib.
Hamza ismini duyunca ürperdi. Kendisini gezdiren yol arkadaşının kim olduğunu hep merak etmişti. Sormaya utanmıştı. Ama onun bir sahabi hatta Hz. Hamza olabileceği aklının ucundan geçmemişti. Bu eşsiz bir bahtiyarlıktı. Filmlerden hatırladığı Efendimiz’in(sav) en sevdiği amcası, “Allah’ın aslanı” “Şehitlerin efendisi” Hz. Hamza karşısındaydı. Gördükleri gerçekti. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Ona sarılmakta tereddüt edince Hz. Hamza ona sarıldı:
– Efendim (sav) sizlere kardeşim diyor. Sen de artık benim kardeşimsin.
Elini omzuna koydu ve beraber yola koyuldular.
(Bitti)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***