AHMET KURUCAN | YORUM
Bazen bir cümle, yıllar süren bir iç muhasebenin son satırıdır. Bazen bir fısıltı, bir ömrün en ağır sorgusudur. Yeni tanıştığım ve son yaptığımız gezide bize üç gün boyunca eşlik edip rehberlik yapan biri anlattı. Kalbi hüşyâr, gözleri yaşlı, sesi titrek biçimde… Öyle anlattı ki, hani “Duygu geçti!” derler ya, tam da onu yaşadım. Duygusu bana geçti!
Allah’a inanan ama İslam dini adına pratiği zayıf bir yakını, ömrünün son günlerini acılı, ağrılı, ıstıraplı geçirmiş. Bir ziyaret esnasında, bize bu olayı anlatan arkadaşımız ona, “Gel, dua edelim!” demiş. Adam gözlerini kapatmış. Sonra dudaklarının arasından şu cümle dökülmüş: “Ayıp olmaz mı Allah’a karşı? Ben hayatım boyunca O’na (cc) inandım ama hiç ibadet etmedim. Şimdi tam yardıma ihtiyacım olduğu anda kapısını çalmak… Ayıp olur!”
Çok etkilendim bu sözlerden. Bana çok sarsıcı geldi. Cümlenin içinde derin bir incelik var. Rabbine karşı vazifesini zamanında yapmayışın verdiği bir pişmanlık var. Ve aynı zamanda yürek burkan, hatta ürkütücü bir yanlış anlamlandırma da var. Başka bir ifadeyle, Allah’a karşı ‘ayıp’ olacağını düşünecek kadar edepli bir insan.
Ama Allah’ın rahmetinin sonsuzluğunu kavrayamayacak kadar çekingen bir ruh hali…
Şu üç hususu gördüm ben o kısa cümlede: Allah tasavvuru, kulun kendini algılayışı ve ibadetle kurduğu ilişki biçimi…
İlkinden başlayayım: Allah tasavvuru. Bazı insanlar –farkında olmadan– Allah’ı bir tür kurumsal otorite gibi algılıyor. Sanki karşılarında bir devlet dairesi, onun memuru var. Yeni doğmuş çocuğunu nüfusa kaydettireceksin diyelim. Gerekli evraklar: Evlilik cüzdanı, hastane doğum raporu, anne babanın kimlikleri, başvuru dilekçesi… Bunlardan biri eksik olursa işlem yapılmıyor. Hepsinin eksiksiz olması lazım.
Oysa Kur’ân bize Allah’ı böyle tanıtmaz: “De ki: Ey nefislerine zulmetmiş kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 53)
Bu ayetin manası açık. Ne tefsire gerek var, ne te’vile. Allah reddetmiyor, aksine davet ediyor.
Kimi? Herkesi…
Ama en çok da huzuruna gelmek için geç kalanları, eksik yapanları, utananları. Başka bir ifadeyle: “Ne olursa olsun, gel!” diyor Allah.
İkincisi: kendini algılayışı. O adam, ibadetsiz geçen yıllardan dolayı kendini suçlu hissediyor. Gayet insani bir his. Ama İslami bakış açısıyla kötü bir başlangıç sayılmaz bu. Efendimiz (sas), amcası Ebu Talip’e ölüm döşeğinde bile “Gel!” demedi mi?
Evet, “Ayıp olmaz mı Allah’a karşı?” sözü, vicdanı henüz ölmemiş bir insanın sözüdür. Ancak burada durmamalı. Madem ki idraki bu noktaya ulaştı —hem de hayatının son anlarında— artık hemen Allah’a yönelmeli insan. “Allah beni kabul eder mi? Affeder mi? Ben buna layık mıyım?” diye sormamalı. Çünkü biliyoruz ki: O, her an herkesi kabul etmeye hazırdır. Yeter ki bir “estağfirullah” sesini duysun.
Üçüncüsü, ibadetle kurduğu ilişki biçimi. Adam, zamanında ibadet etmiş olmayı sanki Allah’tan yardım almanın ön şartı gibi görüyor: “Namaz kılmadım, oruç tutmadım; şimdi yardım istemeye yüzüm yok.”
Hayır. Böyle bir şey yok.
İbadet, Allah’ın (cc) sevgisini kazanmak için değil; O’na (cc) yakın durabilmek içindir. Ama Allah’ın rahmeti, ibadete endeksli değildir. Allah’ın bağışlaması, kulun başarısına değil, kendi merhametine bağlıdır. Bakın şu hadise: “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.”
Evet, O’nun rahmeti enginlerden engindir.
Bitiriyorum… Edebin zirvesine çıkmış ama ümide sırtını dönmüş bu ruh halini terk edelim. Zira ne edep ümidi iptal eder, ne de ümit edebi küçümser. İkisi birlikte yaşanır. Eğer bizler şu anki yaşımıza kadar ibadet etmedi ama O’na inandıysak O’na yönelmek için ölüm döşeğini beklememeliyiz. Hemen, şimdi o kapıyı çalmalıyız. Çünkü o kapı herkese, her zaman açık.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***