Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hitler için “Allah’ın lütfu!”: Reichstag Yangını

Hitler için “Allah’ın lütfu!”: Reichstag Yangını


“Özgürlüğün son çığlığı, Berlin’in kalbinde yankılandı. 27 Şubat 1933 gecesi, demokrasinin alevler içinde kaybolduğu ve diktatörlüğün doğduğu an olarak tarihe geçti.”

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Hemen şunu belirteyim, bu seride bazı mevzular tekrar edilecek ama bu tekrarların unutkanlıktan değil öneminden kaynaklandığını bilmenizi isterim. Şimdi tarihte biraz geriye gidip, oralardan mevzumuza gelmeye çalışalım.

Demokrasi, insanlık tarihinin en kırılgan siyasal sistemlerinden biri. Kendisini savunma refleksi olan özgürlükçü mekanizmalar, ironik biçimde kimi zaman kendi yıkımının araçları haline gelebilmekte. Atina demokrasisinden Roma Cumhuriyeti’ne, Fransız Devrimi sonrası kurulan sistemlerden modern batı demokrasilerine kadar, iktidarı ele geçiren siyasal aktörler, demokrasinin kendi kurallarını manipüle ederek onu aşındırma yolunu seçmişler.

Roma Cumhuriyeti’nin son döneminde Julius Caesar’ın yükselişi, demokrasiyi kendi mekanizmalarını kullanarak çökertmenin klasik örneklerindendir. Seçilmiş bir konsül olarak başlayan Caesar, halk desteğini arkasına alarak anayasal yetkileri genişletmiş, senato üzerindeki etkisini artırmış ve nihayetinde cumhuriyet sistemini fiilen ortadan kaldırmıştı. Halk tarafından desteklenen reformlar ve popülist söylemler, Caesar’ın demokratik sistemin dokusunu yavaş yavaş aşındırmasına olanak sağlamıştı.

Fransız Devrimi sonrası kurulan sistemlerde de benzer süreçler yaşandı. Napoleon Bonaparte’ın yükselişi, demokratik devrim ilkelerinin kendi sonunu hazırlayan bir araca dönüştürülmesinin çarpıcı bir örneği olarak tarihte yerini almakta. Devrim ilkeleri adına yapılan düzenlemeler, Bonaparte’ın giderek artan otoritesinin meşruiyet zeminine dönüşmüş, nihayetinde cumhuriyet sistemi yerini imparatorluğa bırakmıştı. Halk oylamaları ve anayasal prosedürler, Bonaparte’ın demokratik görünümlü otoriter yapılanmasının araçları haline gelmişti.

Modern çağın en çarpıcı örneği hiç şüphesiz Adolf Hitler’di. Hitler, Weimar Cumhuriyeti’nin demokratik mekanizmalarını kullanarak iktidarı ele geçirmiş ve sonrasında bu mekanizmaları tamamen çökertmişti.

Biz ise bu seride tarihin bu dönemine yoğunlaşarak, sonra zamanı hızla ileri sarıp günümüzde yükselen faşizm sesleri ve elbette Türkiye örneğine odaklanacağız.

On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa’da yükselen milliyetçi ve totaliter eğilimler, Almanya’da kendini en keskin biçimde Nazi ideolojisi olarak gösterdi. Adolf Hitler, Weimar Cumhuriyeti’nin anayasal yapısındaki yapısal zayıflıkları öylesine ustaca kullandı ki, demokrasiyi kendi mekanizmalarını kullanarak yıktı. Bu süreç, yalnızca Almanya için değil, dünya demokrasi tarihi için de son derece kritik bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Hitler’in başarısı, demokratik sistemlerin ne denli kırılgan olabileceğinin en çarpıcı örneğini oluşturdu.

Alman İmparatorluğu (Deutsches Kaiserreich), 1871 yılında Prusya Krallığı önderliğinde kurulmuş ve 1918’e kadar varlığını sürdürmüş merkezi bir Avrupa devletiydi. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğraması sonucunda, İmparator II. Wilhelm tahttan çekilmeye zorlanmış ve imparatorluk çökmüştü. Bu dönem, Almanya’nın hızlı sanayileşme, militarizm ve pan-Germen milliyetçiliğinin yükselişe geçtiği bir süreç olarak tanımlanıyor. Savaş sonunda yaşanan yenilgi, ağır savaş tazminatları ve Versay Antlaşması’nın ağır koşulları, Alman toplumunda derin bir travma ve ulusal aşağılanmışlık duygusu oluşturmuş, bu durum daha sonra Nazi rejiminin yükselişi için kritik bir zemin hazırlamıştı.

918-1933 yılları arasında Almanya’nın ilk demokratik cumhuriyet dönemine Weimar Cumhuriyeti denmekte. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imparatorluğun yıkılmasıyla kurulan bu cumhuriyet, Almanya’nın Versay Antlaşması sonrası yaşadığı ağır ekonomik yük, siyasal istikrarsızlık ve ulusal travma içinde varlık mücadelesi verdi. 1919 tarihli anayasayla kurulan sistem, çok partili parlamenter demokrasi modelini benimsemişti, ancak kronik ekonomik kriz, siyasal parçalanmışlık ve toplumsal gerilimler nedeniyle zayıf bir yapı sergiliyordu.

Weimar Cumhuriyeti’nin anayasal yapısı, çok partili sistemin karmaşık dinamiklerini barındırıyordu. 181 maddeden oluşan bu anayasa, teorik olarak güçler ayrılığını ve demokratik işleyişi garanti altına almayı amaçlıyordu. Ancak pratik uygulamada, pek çok zaaf taşıyordu ve Hitler, tam da bu yapısal zaafları tespit ederek, demokrasinin kendi mekanizmalarını kendi aleyhine çevirmeyi başaracaktı.

Tarihe “kapitalist ekonominin en derin ve yaygın ekonomik çöküşü” olarak geçen Büyük Buhran, 24 Ekim 1929 Perşembe günü New York Borsası’nda başladı. Pek çok kaynakta “Kara Perşembe” olarak adlandırılan borsa çöküşü, tüm dünyaya hızla yayılan bir ekonomik krize dönüştü. Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan kriz, kısa sürede küresel bir ekonomik çöküşe dönüştü ve dünya çapında işsizlik, üretim düşüşü, ticaret hacminin daralması gibi yıkıcı sonuçlar doğurdu.

Buhranın etkileri, özellikle Almanya gibi zaten ekonomik zorluklarla boğuşan ülkelerde daha dramatik oldu. Almanya, savaş sonrası ağır tazminatlar ve ekonomik yükün üzerine gelen bu küresel kriz nedeniyle tam bir ekonomik çöküş yaşadı. İşsizlik oranları yüzde 30’lara ulaştı, sanayi üretimi durma noktasına geldi ve orta sınıf büyük bir yoksullaşma sürecine girdi. Bu ekonomik yıkım, Nazi Partisi’nin yükselişi için kritik bir zemin hazırladı ve Hitler’in toplumsal desteği artırmasına imkan sağladı.

Nazi Partisi’nin yükselişi, 1929 Ekonomik Buhranı sonrasında hızlandı. On iki milletvekilinden başlayarak, kısa sürede 107 ve ardından 230 sandalyeye ulaşan parti, meclisteki güç dengesini radikal biçimde değiştirmeye başladı. Hitler, bu sınırlı çoğunluğun bile kendisine mutlak iktidar sağlayabileceğine inanıyordu. Amerikalı bir gazeteciye verdiği demeçte, yüzde 37’lik bir temsil oranının yüzde 51’in yüzde 75’ini oluşturduğunu ve dolayısıyla ezici bir çoğunluğu temsil ettiğini söyleyecek kadar özgüvenli davranıyordu.

Nasıl matematik ama!

Komünist Parti’nin varlığı, Hitler’in demokrasiyi yok etme stratejisinde kritik bir engel oluşturuyordu. Reichstag’daki 221 sandalyeleri ile komünistler ve sosyal demokratlar, sistemin demokratik dengesini koruyabilecek potansiyele sahipti. Hitler, bu partiyi devre dışı bırakmadan mutlak iktidarı elde edemeyeceğinin farkındaydı. Reichstag yangını, ona bu amacı gerçekleştirmek için mükemmel bir fırsat sunacaktı. Bugün hala tam olarak aydınlatılamayan bu önemli yangın (Almanya’nın kaderini değiştirdi çünkü) Hitler için kelimenin tam anlamıyla “Allah’ın lütfuydu!”

Reichstag, Almanya’nın parlamentosunun tarihi binası ve aynı zamanda parlamentonun adı. Almanca’da “İmparatorluk Meclisi” anlamına gelmekte. Berlin’in merkezinde bulunan ve günümüzde Alman Federal Meclisi’nin (Bundestag) toplantı yeri olan bu bina, Alman siyasi tarihinin en önemli sembollerinden biri olarak kabul görür.

1894 yılında tamamlanan Reichstag binası, Alman İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş ve o zamandan beri Alman yasama organının toplantı mekanıydı. Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) ve Nazi Dönemi boyunca da kullanılan bina, Almanya’nın siyasal tarihinin tanığı olmuştu.

Evet sevgili dostlar, tarih, bazı anları unutulmaz kılıyor. Kimi zaman bir savaş, kimi zaman bir devrim… Ancak 27 Şubat 1933 gecesi, Berlin’in kalbinde yükselen alevler, yalnızca bir binayı değil, bir demokrasiyi de küle çevirdi. Almanya’nın parlamentosu olan Reichstag, korkunç bir yangınla yok olurken, Adolf Hitler ve Nazi rejimi bu yangını fırsata çevirmek için harekete geçti. Bu olay, modern çağın en sinsi komplolarından biri olarak tarihe kazındı.

O gece, Berlin sokakları alışılmadık bir sessizliğe gömülmüştü. Ancak Reichstag binasından yükselen kızıl alevler, bu sessizliği bozan ilk işaretti. Yangın öylesine hızlı yayılmıştı ki, sanki binanın içi benzinle kaplanmış gibiydi. Kısa sürede, Nazi liderleri olay yerine ulaştı ve Hitler, yanındaki Joseph Goebbels ile birlikte sahneyi izlerken, bu trajedinin nasıl kullanılacağını çoktan planlamıştı.

Hani bir tek kiliselerin çan kulelerinden Hıristiyan selası okumayı akıl edememişlerdi!

Yangından kısa bir süre sonra, Hollandalı bir komünist olan Marinus van der Lubbe tutuklandı. Nazi propagandası, yangını derhal komünistlerin bir sabotaj girişimi olarak lanse etti. Ancak tarihçiler ve araştırmacılar, olayın perde arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını iddia etti: Yangını bizzat Nazilerin kendileri çıkarmış olabilir miydi?

Yangın o kadar hızlı yayılmıştı ki, görenler, “koridorlara benzin mi dökülmüş?” diye birbirine soruyordu!

Hitler için Allah’ın lütfu!

Yangının ardından Hitler ve Nazi yetkilileri, Almanya’daki komünist hareketi tamamen ortadan kaldırmak için hızla harekete geçti. Reichstag Yangını Kararnamesi, 28 Şubat 1933’te çıkarıldı ve Almanya’da bireysel özgürlükler askıya alındı. Basın sansürlendi, toplantılar yasaklandı, ev aramaları ve tutuklamalar keyfi hale getirildi.

Bizdeki peş peşe yayınlanan KHK’lara ne kadar da benziyor değil mi? Nazi rejimi, yangını kullanarak Weimar Cumhuriyeti’ni fiilen sona erdirdi ve Hitler, hızla tam yetkili bir diktatöre dönüştü.

Birkaç hafta içinde, Almanya’daki tüm komünist liderler tutuklandı, sosyalist muhalifler susturuldu ve Nazi Partisi ülkenin tek hâkimi haline geldi. Yangın, bir rejimin çöküşünü ve bir tiranın yükselişini simgeliyordu.

Resmi Nazi anlatısı, yangını tek başına Marinus van der Lubbe’nin çıkardığını iddia etti. Ancak birçok tarihçi, olayın bir “false flag” (sahte bayrak) operasyonu olduğuna inanıyor. Görgü tanıkları ve uzman raporları, yangının tek bir kişinin gerçekleştiremeyeceği kadar hızlı yayıldığını gösterdi. Görünüşe göre, Nazi paramiliter güçleri olan SA birlikleri yangını başlatmış ve suçu komünistlere yükleyerek Hitler’in otoriter yönetimine zemin hazırlamıştı.

Felaketten doğan diktatörlük

Reichstag Yangını, Hitler’in totaliter rejimini hızlandıran en kritik olaylardan biri oldu. 5 Mart 1933 seçimleri, baskılar ve korku ortamında gerçekleşti ve Naziler büyük bir zafer kazandı. Ardından, 23 Mart 1933’te Yetki Yasası kabul edilerek Hitler’e sınırsız yasama gücü verildi. Artık hiçbir muhalefet kalmamıştı; Almanya tamamen Führer’in kontrolündeydi.

Yangın sadece bir bina yakmadı, aynı zamanda demokrasiyi de küle çevirdi. Bugün bile bu olay, otoriter rejimlerin nasıl manipülasyonlarla güç kazandığını ve özgürlüklerin nasıl bir gecede yok edilebileceğini hatırlatan korkutucu bir örnek olarak hafızalarda yaşamaya devam ediyor. Aslında bakılırsa Reichstag’ın alevleri, yalnızca o gece Berlin’i değil, tüm Avrupa başta olmak üzere demokrasiyi tutuşturup kül etmişti.

Bir sonraki yazıda, özellikle yangın sonrası yapılan ilk seçim ve sonrasında demokrasinin dibine kibrit suyu dökülmesini ele alacağız.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version