Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Bir vicdan ‘vakanüvisi’: Karen Armstrong

Bir vicdan ‘vakanüvisi’: Karen Armstrong


“Katolik rahibelikten dünya çapında bir din tarihçiliğine uzanan yolculuğuyla Karen Armstrong, dinler arası diyaloğun en önemli savunucularından biri oldu. Onun Hz. Muhammed biyografisi, İslam’ı Batı’ya anlatmanın ötesinde, günümüz dünyasının sorunlarına çözüm arayan bir rehber niteliğinde.”

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Önce başlıktaki kavramdan bahsetmek isterim. Malum kelimemiz: Vakanüvis…

Kelimenin batı dillerinde tam karşılığı yok maalesef. Ona yakın anlam ifade edenler var ama yetersiz kalıyor.

Osmanlı Devleti’nin en özgün kurumlarından biri olan vakanuvislik, dünya tarih yazıcılığında benzeri olmayan sistemli bir yapıyı temsil ediyor. Batı dillerinde tam karşılığı bulunmayan bu kurum, devletin resmi tarihçiliğinin ötesinde, kapsamlı bir belgeleme ve arşivleme sistemini içerir. İngiltere’deki “Historiographer Royal” veya Fransa’daki “Historiographe du Roi” gibi unvanlar, vakanüvisliğin sadece belirli yönlerini karşılayabilmekteydi.

Vakanuvislik kurumunun en ayırt edici özelliği, sistematik ve kesintisiz yapısıydı. Her vakanuvis, kendinden öncekinin bıraktığı yerden devam ederek olayları kaydetmek zorundaydı. Bu süreklilik, Batı’daki benzer kurumların hiçbirinde görülmez. Orta Çağ Avrupası’ndaki kronistler veya saray tarihçileri genellikle birbirinden bağımsız çalışır, çoğu zaman kişisel inisiyatiflerine göre hareket ederlerdi.

Vakanüvislerin yetki alanı da Batılı muadillerinden çok daha genişti. Osmanlı vakanüvisleri sadece siyasi olayları değil, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeleri de kaydetmekle yükümlüydü. Devlet arşivlerine sınırsız erişimleri vardı ve resmi belgeleri kullanma yetkisine sahiptiler. Venedik’teki “Cancelliere Grande” veya Papalık’taki “Archivista” gibi görevliler ise çoğunlukla belge toplama ve koruma işleriyle sınırlı kalıyordu.

Metodolojik açıdan da vakanuvislik kurumu pek çok eşdeğer gibi görünen meslek ya da kavrama karşı bir adım öne çıkmakta. Vakanüvisler olayları kaydederken belge toplama, görgü tanıklarıyla görüşme ve resmi kayıtları inceleme gibi modern tarih yazıcılığının temel yöntemlerini kullanıyorlardı. Bu sistemli yaklaşım, 17. yüzyıl sonlarından itibaren Batı’da gelişmeye başlayan modern historiografi ile paralellik gösterse de vakanüvislik pek çok açıdan ondan daha ilerideydi. Mustafa Naima’dan Abdurrahman Şeref’e kadar uzanan vakanuvis geleneği, objektif ve belgeli tarih yazıcılığının önemli örneklerini vermiştir.

Günümüzde tarih araştırmacıları için paha biçilmez bir kaynak olan vakanuvis eserleri, Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılının en güvenilir tanıklarıdır. Bu özgün kurum, modern Türk tarihçiliğinin temellerini atmakla kalmamış, dünya tarih yazıcılığına da önemli bir model sunmuş. Vakanuvislik kurumunun sistemli yapısı ve metodolojisi, bugün bile tarih yazıcılığı açısından değerli dersler içermekte.

Tarihçesine bir göz atacak olursak:

Osmanlı Devleti’nin en önemli kurumlarından biri olan vakanuvislik, devletin resmi tarih yazıcılığını üstlenen seçkin bir makamı temsil ediyordu. Farsça kökenli “vaka” (olay) ve “nüvis” (yazan) kelimelerinin birleşiminden oluşan bu unvan, “olayları kaydeden kişi” anlamına geliyordu.

1699 yılında Sultan II. Mustafa döneminde resmi bir kurum olarak tesis edilen vakanuvislik makamının ilk sahibi Mustafa Naima Efendi oldu. Bu önemli kurum, imparatorluğun sonuna kadar varlığını sürdürdü ve Türk tarih yazıcılığına damgasını vurdu. Son vakanuvis olan Abdurrahman Şeref Efendi’ye kadar pek çok değerli tarihçi bu görevi üstlendi.

Vakanuvislerin en temel görevi, devletin resmi tarihini yazmaktı. Bu görev kapsamında siyasi, sosyal ve kültürel gelişmeleri belgeliyor, devlet adamlarının biyografilerini tutuyor ve önemli olayları kronolojik olarak kaydediyorlardı.

Mustafa Naima, Raşid Mehmed Efendi, Ahmed Vasıf Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa gibi önemli isimler, vakanuvislik kurumunun en önde gelen temsilcileri arasında yer almakta. Bu değerli tarihçilerin eserleri, bugün Osmanlı tarihinin en önemli birinci el kaynakları arasında kabul edilmekte.

Vakanuvislik kurumu, günümüz tarih araştırmaları için de büyük önem taşımakta. Bu kurum sayesinde özellikle Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılına ait detaylı ve güvenilir bilgilere ulaşabilmekteyiz. Vakanuvislerin tuttuğu kayıtlar, dönemin siyasi ve sosyal olaylarına ışık tutmakta, Türk historiografisinin temel kaynaklarını oluşturmakta.

Modern tarih yazıcılığına geçiş sürecinde önemli bir basamak olan vakanuvislik kurumu, Osmanlı bürokrasisinin en saygın makamlarından biri olarak tarihimizdeki yerini almıştır. Bugün hala tarih araştırmacılarının başvuru kaynağı olan vakanuvis eserleri, geçmişimizi aydınlatmaya devam etmektedir.

Birazdan size ayrıntılı olarak tanıtacağım Karen Armstrong için formel anlamda vakanüvis demek elbette mümkün değil, bir defa bu “titr” artık kurumsal olarak kullanılmadığı gibi Armstrong’un tarihin (özellikle dinler tarihinin) içerisinde adeta bir vakanüvis gibi çalıştığını vurgulamak için başlıkta bu kelimeyi kullanmayı tercih ettim.

Peki kimdir bu Karen Armstrong?

Karen Armstrong, din tarihi alanında çığır açıcı eserleriyle tanınan çağdaş düşününün en önemli isimlerinden biri. 1944’te İngiltere’de doğan Armstrong, 17 yaşında Katolik rahibe olarak manastır hayatına adım atmış. Hayatını değiştiren olayları ise bu dönemde yaşamış.

The Guardian’a anlattığına göre, 1961’de 17 yaşındayken dinî bir eğitim cemaati olan Sisters of the Holy Child Jesus’a (Kutsal Çocuk İsa’nın Kız Kardeşleri) üye olmuş. Armstrong, manastırda fiziksel ve psikolojik istismara uğramış ve bu yaşadıkları onun hayata ve inanca olan bakışını kökten etkilemiş. Yine The Guardian gazetesindeki bir makaleye göre “Armstrong nefsi isteklerini kırmak için kendini kırbaçlamak ve kolunun etrafında çivili bir zincir takmak zorunda kaldığını, düşüncesiz bir biçimde konuştuğu için on dört gün boyunca iğnesiz bir pedallı makinede dikiş dikmek zorunda kaldığını” söylüyor.

Daha fazla ayrıntı merak edenler için şuraya not düşeyim; Armstrong’un entelektüel yolculuğu, “The Spiral Staircase: My Climb Out of Darkness” adlı otobiyografik eserinde çarpıcı biçimde anlatılıyor. Manastır yaşamından sonra yaşadığı varoluşsal kriz ve epilepsi hastalığıyla mücadelesi, onu dinin özünü kavrama konusunda daha derinlikli bir arayışa yönelttiğini görüyoruz.

En çok ses getiren eseri “A History of God” (1993), üç büyük tek tanrılı dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) tarihsel gelişimini ve Tanrı anlayışlarının evrimini ele alırken şu cümleler muhteşemdir: “Din tarihi, aşkın gerçeklikle sürekli bir diyalogdur. İnananlar, kutsal geçmişe bakarak kendi yaşamlarının koşullarına doğrudan hitap eden dersler ararlar. Çoğu dinin, inancın ideallerini insan formunda ifade eden bir öncüsü vardır.” Bu enfes kitap, akademik derinliğine rağmen genel okuyucu kitlesine hitap eden üslubuyla dünya çapında bir başarı yakalamıştı.

Merhamet kavramı üzerine yoğunlaşan son dönem çalışmalarında Armstrong, tüm dinlerin ortak noktasının merhamet olduğunu vurgular. “Twelve Steps to a Compassionate Life”da şu çarpıcı tespiti yapar: “Merhamet tüm büyük dini geleneklerin kalbinde yer alır. Bu, sadece bir duygu değil, bir eylemdir. Merhamet, kendimizi başkasının yerine koyma disiplinidir.”

11 Eylül sonrası dönemde İslam ve Batı ilişkileri konusundaki görüşleri özellikle dikkat çekicidir. “Islam: A Short History” kitabında şu uyarıyı yapar: “Artık birbirimizi tanımama lüksüne sahip değiliz. Müslüman ve Batı dünyası, birbirlerini sadece tolere etmeyi değil, takdir etmeyi öğrenmelidir.”

Armstrong’un en önemli katkılarından biri, dinler arası diyaloğa yaptığı vurgudur. Charter for Compassion projesinde bu yaklaşımını şöyle ifade eder: “Tüm dinlerde ortak olan Altın Kural’ı – kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma – modern dünyada yeniden canlandırmalıyız.”

Ancak bu yazıyı yazmama sebep olan kitabı başkadır.

Kadın bakış açısıyla din tarihini yorumlaması da Armstrong’u özgün kılan özelliklerden biridir. Özellikle Hz. Muhammed biyografisinde, İslam’ın ilk dönemlerinde kadınların rolünü vurgular ve geleneksel anlatıların ötesine geçer.

“Muhammad: A Biography of the Prophet” (1991) ve “Muhammad: A Prophet for Our Time” (2006) adlı eserleri, Hz. Muhammed’i Batı dünyasına objektif bir şekilde tanıtma çabasının ürünleridir. Bu eserler, özellikle 11 Eylül sonrası dönemde artan İslamofobi’ye karşı önemli bir panzehir niteliğindedir.

Demek ki yaklaşık 17 yıl olmuş ben bu muhteşem vicdan vakanüvisi ile tanışalı.

Sıra geldi kitaba…

Karen Armstrong’un “Muhammad: A Prophet for Our Time – Muhammed: Çağın Peygamberi” adlı eseri, İslam peygamberinin hayatını modern okuyucuya sunarken, özellikle günümüz dünyasının sorunlarıyla ilişkilendiren özgün ve muhteşem bir biyografi çalışması.

Kitabın ‘Giriş’ bölümünde Armstrong, çarpıcı bir tespit yapar: “Bir dini geleneğin tarihi, aşkın gerçeklik ile dünyevi olaylar arasında sürekli bir diyalogdur. İnananlar kutsal geçmişi inceler, kendi yaşamlarının koşullarına doğrudan hitap eden dersler ararlar. Çoğu dinin bir öncüsü vardır, inancın ideallerini insan formunda ifade eden bir kişi.”

Beş bölümden (Mekke, Cahiliye, Hicret, Cihat ve Barış) oluşan kitabın Mekke bölümünde, Armstrong şehrin ticari ve dini yapısını detaylı şekilde analiz eder: “Mekke olağanüstü bir başarı elde etmişti. Şehir artık uluslararası bir ticaret merkeziydi ve tüccarları ve finansörleri en çılgın hayallerinin ötesinde zenginleşmişti. Sadece birkaç nesil önce, ataları Kuzey Arabistan’ın çorak çöllerinde umutsuz, yoksul bir hayat sürüyordu.”

Armstrong, Cahiliye dönemini anlatırken önemli bir noktaya dikkat çekmekte: “’Jahiliyyah’ kelimesi genellikle ‘Cehalet Dönemi’ olarak tercüme edilir… Ancak son araştırmalar gösteriyor ki Muhammed bu terimi belirli bir tarihsel dönemi değil, yedinci yüzyıl Arabistan’ında şiddet ve teröre neden olan bir zihin durumunu ifade etmek için kullanmıştır.”

Açıkçası klasik İslam alimlerinin pek azında bu müstesna bakış açısı vardır.

Hicret bölümünde, Armstrong’un analizi derinleşir: “Muhammed (SAV) tamamıyla benzeri görülmemiş bir şey yapmak üzereydi. Mekkelilere hicret (göç) etmelerini istiyordu. Bu sadece adres değiştirmek değildi. Müslümanlar akrabalarını terk edecek ve yabancıların kalıcı himayesini kabul edeceklerdi. Arabistan’da, kabilenin en kutsal değer olduğu bir yerde, bu neredeyse küfürdü.”

En çok mutabık kaldığım kısım ise şüphesiz ‘Cihad’ bölümü. Bu konuyu ele alırken Armstrong önemli bir ayrım yapar: “Cihadın birincil anlamı ‘kutsal savaş’ değil, Allah’ın iradesini pratiğe dökmek için gerekli ‘çaba’ veya ‘mücadele’dir. Müslümanlar bu çabayı tüm cephelerde göstermelidir: entelektüel, sosyal, ekonomik, manevi ve ailevi.”

Ve muhteşem final… Selam, yani barış… Kitabın son bölümü olan Selam’da Armstrong, Hz. Peygamber’in barışçıl vizyonunu vurgular: “Muhammed Mekke’yi fethettiğinde intikam almadı. Eski düşmanlarını affetti ve onlara önemli görevler verdi. Bu, onun asıl amacının reform olduğunu, yıkım olmadığını gösterir.”

Armstrong’un kitabının en önemli özelliklerinden biri, günümüz sorunlarıyla bağlantı kurmasıdır: “11 Eylül’den sonra içine girdiğimiz yeni tarih döneminde benzer bir yoğunlukla farklı bir bakış açısı geliştirmek için çabalamalıyız. Tuhaf bir şekilde, yedinci yüzyıl Arabistan’ında meydana gelen olaylar, zamanımızın olayları ve bunların altında yatan anlam hakkında bize çok şey öğretebilir.”

Armstrong’un yorum ve analizleri, İslam’ın erken dönemini anlamada yeni perspektifler de sunmakta. Özellikle ‘cahiliye’ kavramını modern dünyayla ilişkilendirmesi dikkat çekici: “Jahiliyyah bugün hem Batı’da hem de Müslüman dünyasında fazlasıyla mevcuttur. Paradoksal olarak, Muhammed kendi dönemine çok kök saldığı için zamansız bir kişilik haline geldi.”

Son tahlilde, bu kitap, klasik bir biyografiden öte, günümüz dünyasının sorunlarına ışık tutan ve çözüm öneren bir çalışma. Armstrong’un Hz. Muhammed’i anlatırken kullandığı dil ve yaklaşım, İslam ve Batı arasındaki anlayış köprülerini güçlendirmeyi amaçlar nitelikte. Yazarın, özellikle şiddet, hoşgörü ve barış konularındaki analizleri, günümüz dünyası için değerli dersler içermekte.

Armstrong 1983’te bir konferansta. Ve gençlik günleri.

Kitaptan bağımsız olarak şunu söyleyerek bitirmek isterim:

Armstrong’un son dönem çalışmalarında öne çıkan tema, dinler arası diyalog ve “merhamet” kavramıdır. “Twelve Steps to a Compassionate Life” (2010) adlı eseri, tüm dinlerin ortak noktası olarak gördüğü merhamet kavramını gündelik hayata uygulamanın yollarını göstericidir. Bu çalışmanın devamı niteliğindeki “Charter for Compassion” (Merhamet Şartı) projesi, dünya çapında yankı uyandırmıştı.

Konuşmacı olarak da etkileyici bir kariyere sahip olan Armstrong, TED konferanslarındaki sunumlarıyla geniş kitlelere ulaşmıştı. 2008 yılında TED Ödülü’nü kazanması, onun din konusundaki yapıcı ve kapsayıcı yaklaşımının global ölçekte tanınmasını sağladı.

Armstrong’un çalışmalarının ayırt edici özelliği, dini gelenekleri hem eleştirel hem de empatik bir yaklaşımla ele almasıdır. O, dinlerin dogmatik boyutundan çok, pratik ve etik yönlerine odaklanır. Dinin özünde bir “yapma” biçimi olduğunu, sadece inanç sistemlerinden ibaret olmadığını vurgular.

Günümüzde din ve şiddet ilişkisi, fundamentalizm, dinler arası çatışmalar gibi kritik konularda Armstrong’un görüşleri, dengeli ve yapıcı yaklaşımıyla öne çıkması. Onun eserleri, farklı dinlerin mensupları arasında köprüler kurmaya, önyargıları yıkmaya ve dinin özündeki evrensel değerleri öne çıkarmaya hizmet etmekte.

Karen Armstrong, sadece bir dinler tarihçisi değil, aynı zamanda çağımızın önemli bir barış ve diyalog savunucusudur. Onun çalışmaları, dinin modern dünyada nasıl anlaşılması ve yaşanması gerektiği konusunda değerli içgörüler sunmakta. Armstrong’un mirası, dinler arası anlayış ve barışın geliştirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.

NOT: Özellikle “Dua etmeyen bir rahibeydim” dediği Oprah Winfrey Show’un 4. Sezon 417. (sanırım 2013 yılında yayınlanmıştı) Epizodunu izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version