Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Yapayalnız bir yıldız!

Yapayalnız bir yıldız!


M. NEDİM HAZAR | YORUM

Yazmak tuhaf olduğu kadar belli bir matematiğin de neticesidir. Benim gibi ömrünün çok büyük kısmında kalem ve kağıtla haşir neşir olmuş yazar/çizer takımı zamanla yazmayı belli bir alışkanlık haline getirdiğini düşünse de aslında yılların birikimi bir mantık ve matematiğin geliştiğini çoğu zaman fark etmez bile.

İtalyan Rönesans’ının en büyük sanatçılarından biri olarak kabul edilen, heykelcilik, resim, mimarlık ve şiir alanlarında eserler vermiş çok yönlü bir sanatçı ve Rönesans’ın “dâhi” figürlerinden biri olan Michelangelo, (Tam ismi: Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni) muazzam heykeller üretirdi. Sanat meraklıları bu eserleri nasıl yaptığını hayranlıkla sorduklarında şöyle derdi: “Heykel zaten taşın içinde var, benim görevim sadece fazlalıkları almak!”

Yazarlık da böyle bir şey aşağı yukarı. Anlam zaten bitimsiz kelime deryasının içinde milyarlarca, yazarın yaptığı sadece kelimeyi kağıda ittirmek!

Ne ki eğer günlük makale yazıyorsanız bir süre sonra bir yazma disiplininiz oluyor. Yazının başında okuru hazırlayıp, ortalara doğru ritmi artırıyor ve finale hazırlıyorsunuz.

Evet baştan belirteyim ki, bu öyle bir yazı değil…

Tamamen gelişine, ummandan çekilen kelimeleri ardı ardına iliştirmek gibi bir şey olacak.

Son üç hafta benim için enteresan geçti. Sağlık sıkıntıları, yaşlılığın verdiği gündelik şapşallıklar ile geçen bu sürenin son günleriydi…

Neredeyse 10 yıldır zaten ülkemden uzaktaydım, yetmiyormuş gibi şimdi çok daha uzağa gelmiştim. Amerika turnesinde eyalet eyalet gezerken Los Angeles’e vardığımızda bir akşam vakti idi. Dostların yönlendirmesiyle akşam vaktini okyanus manzarasında gün batımını izleyerek geçirelim niyetindeydik.

Ki Los Angeles’ta güneşi batırmak, kendi ruhumuzu sonsuzluğun kıyısına bırakmak adeta. Şehrin labirentlerinde kaybolmuş bir ruh, her akşam bu kozmik ritüele tanıklık ediyor gibiydi. Gökdelenlerin arasından süzülen son ışıklar, varoluşumuzun geçiciliğini fısıldıyor sanki kulaklarımıza. Pasifik’in engin suları, zamanın akışını yansıtırken, biz de kendi içimizdeki okyanusların dalgalarıyla boğuşuyorduk sanki.

Yalnızlık, dünyanın ruhuna işlemiş gibi. Milyonlarca insan arasında, her biri kendi evreninin merkezinde, yıldızlar gibi parlayıp sönüyor. Merhum Necip Fazıl’ın İstanbul için yazdığı şiirinde “Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar” mısraları üşüşüyor zihnime…  Güneş batarken, bu yalnız ruhlar pencerelerinden dışarı bakıp, belki de aynı gökyüzünü paylaştıkları diğer ruhları düşünenler var gibi.

Galiba insan düşüncesinin uçsuz bucaksız genişliğinde, kendi zamanlarının ışıklarına dayanamayacağı kadar yoğun bir şekilde yanan nadir ruhlar var. Ölümlü gözlerin göremeyeceği kadar parlak bir yıldız gibi, bilgeliğin gök kubbesinde tek başlarına dururlar ve ışıltılarını kavrayamayanlar tarafından genellikle karanlık sanılıyorlar.

Borges’in sonsuz kütüphanesinde nasıl her kitap evrenin bir yönünü anlatıyorsa, Los Angeles’ın her sokağı da insanlığın bir hikâyesini fısıldamakta. Gün batımı, bu hikayelerin sayfalarını çevirir gibi şehrin üzerinden geçiyor. Kimi sayfalarda aşk var, kimilerinde hüzün; bazıları umutla parlarken, diğerleri pişmanlığın gölgesiyle kaplı. Ve biz, bu kitabın hem yazarı hem de okuyucusu olarak, kendi varlığımızın gizemiyle yüzleşiyoruz gün batımında.

Cibran’ın bilgeliğiyle bakacak olursak, belki de bu yalnızlık, ruhumuzun kendini bulma yolculuğu. Los Angeles’ın kaotik düzeninde, her birimiz kendi çölümüzde yürüyen birer seyyahız belki de! Güneş ufukta kaybolurken, içimizdeki ışık daha da parlak yanmaya başlıyor. Bu paradoks, varoluşumuzun özüdür belki de: en karanlık anlarda, ruhumuzun ışığı en güçlü şekilde parlamakta.

Şehrin tepelerinden baktığımda, gün batımı sanki sonsuzluğa açılan bir kapı gibi görünüyor bana. Sanki ehil bir el olsa tokmağına dokunacak bu kapının ve sonsuzluğun bitimsiz vadisini serecek önlerimize. Okyanustan yükselen son ışıklar, gökyüzünü bir tuval gibi boyarken, biz de kendi içimizdeki renkleri keşfediyor gibiyiz. Öyledir belki de her gün batımı, aslında içimizdeki güneşin de batışıdır; ama biliyoruz ki, her batış yeni bir doğuşun müjdecisidir ne belli?

Bir an için Los Angeles’ta güneşi batırmak, aslında kendi ruhumuzu yeniden doğurmak olduğunu düşünüyorum. Bu devasa şehirde, her birimiz kendi yalnızlığımızın sahibiyiz esasen. Ama belki de asıl zenginliğimiz, bu yalnızlıkta gizli kim bilir? Çünkü ancak kendimizle baş başa kaldığımızda, ruhun girift sonsuzluğunu içimizde hissedebilmekteyiz. Ve bu, gün batımında, Los Angeles’ın ufkunda kaybolan güneşle birlikte, biz de kendi içimizdeki sonsuzluğa doğru bir adım daha atmaktayız.

Hava önce koyuluğu hayranlık verici bir hızla artan kızıllığa bürünüyor. Ardından mavinin tuhaf bir tonu ile gökyüzü bir arka plan çiziyor.

Yıldızlar da belirdi işte.

Tam o esnada fark ediyorum, tam karşımda, göğün orta yerinde yalnız bir yıldız parlıyor.

Oldum olası astral mevzulardan anlamam. Yıldız filan tanımam öyle. Küçükken annem aslında ışığını gördüğümüz yıldızların çok önceden öldüğünü, ışıklarının bize yeni ulaştığını söylemişti, hafızamda bir tek o var. Bir de ismine aşina olduğum Çoban Yıldızı. Yanımdaki gençlerden biri bana o yıldızın ismini soruyor. Bildiğim tek ismi söylüyorum; Çoban Yıldızı olabilir mi?

Akıllı telefonunu gökyüzüne tutuyor. Bir uygulama varmış öyle, gökyüzüne tutunca hangi yıldız, gezegen söylüyormuş sana.

“O yıldız değil, bir gezegen” deyip ekliyor; “Venüs!”

Günler sonra bu yazıyı yazmak için oturduğumda bakıyorum internet kütüphanesine ve şu bilgiyi öğreniyorum: “Çoban Yıldızı, aslında bir yıldız değil, sabahları ve akşamları gökyüzünde oldukça parlak görünen Venüs gezegeninin adıdır. Halk arasında “Çoban Yıldızı” olarak adlandırılan Venüs, Güneş ve Ay’dan sonra gökyüzündeki en parlak cisimdir. Çobanlar, eski zamanlarda bu parlak gezegeni sabahın erken saatlerinde ve akşam güneş batarken gökyüzünde gördükleri için bu ismi vermişlerdir. Çoban Yıldızı ismi, bu gök cisminin özellikle sabahları doğuda ve akşamları batıda görülmesiyle ilgilidir.”

Hayretim fazlalaşıyor istemeden.

Çok geçmeden üzüntüye boğan haber ulaşıyor; “Hocaefendi vefat etmiş duydunuz mu?”

Daha önce belki onlarca kez siyasal İslamcıların benzer haberler yaydığını, hatta iki gün önce bile (Ne gibi bir beklentiyle yaptıklarını hala anlamış değilim) yaydıkları yalan haberlerden biridir, diye düşünüyorum. Ancak, pek çok kaynaktan teyit ediliyor haber…

Saf acı, hüzün…

Cenazede gördüğüm manzarayı hatırlıyorum şimdi, “münafığın olmadığı bir merasim” demiştim kendi kendime…

O an etrafımdaki tüm ekip bazıları gözleri yaşlı, bazıları ağlamaklı hüzne boğuluyor.

Çoban Yıldızı’na dönüyorum tekrar. Dedemin anlattığı hikayeler aklıma geliyor, yolunu Çoban Yıldızı ile bulan kahramanların öyküleri. Bu yüzden eskiler “Kılavuz” ya da “Rehber” de derlermiş bu yıldıza…

Bir tür pusula…

Pusulamızı yitirmiş gibi hissediyorum belki de bu yüzden…

Yazı uzadı yarın devam edelim, vefat sonrası hislerimize…

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version