Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Küresel Blokların Dönüşü: Dünya Nasıl Parçalanıyor?


Bugün, jeopolitik blokların geri döndüğü, küresel rakiplerin ağır ideolojik ve teknolojik savaşlar verdiği tarihi bir dönüm noktasındayız. Güç kullanımı artıyor, uluslararası normlar sistematik bir şekilde göz ardı ediliyor. Peki toplumlar, yöneticiler ve şirketler ne yapmalı?

DÜNYA, Ukrayna’dan Gazze’ye ve Güney Çin Denizi’ne kadar krizlerle boğuşuyor. Uluslararası iş birliği, diplomatik rekabet sebebiyle felç olmuş; teknolojiye yönelik iyimser tutum, yerini yaygın bir endişeye bırakmış durumda. Rakipleri bugün yarın olacak bir savaş için harıl harıl silahlanırken, ABD, kaderini belirleyecek sonuçları olan bir seçime doğru ağır aksak ilerliyor. Bu zorlukların her biri, aynı zamanda derin bir tarihî değişimin belirtisi.

Güç kullanımı artıyor, uluslararası hukuk normları sistematik bir şekilde ihlal ediliyor, jeopolitik cepheleşme ve çatışmalar büyüyor, küresel ve bölgesel istikrar riskleri yükseliyor.

Soğuk Savaş sonrası dünya, bir dizi hakikatle şekillendi: Demokrasinin otokrasiye karşı zaferi, küreselleşme ve yenilikçiliğin erdemleri, büyük güçler arasındaki barış olasılıkları ve ABD gücünün istikrar sağlayıcı rolü. Bunlar, ABD ve müttefikleri için son derece elverişli bir dünya yarattı. Aynı zamanda, o dönem, küresel finans ve ticaret için de tarihsel olarak elverişliydi. Bugün dünyanın bu kadar kaotik görünmesinin nedeni, bu eski hakikatlerin çökmesi ve yeni bir dönemin şekillenmesi.

Şimdilerde jeopolitik blokların geri döndüğü ve stratejik rakiplerin şiddetli ideolojik ve teknolojik savaşlar verdiği bir düzen karşımıza çıkıyor. Uluslararası ekonomi; karşılıklı bağımlılık ve güvensizliğin bir arada bulunduğu bir savaş alanı hâline gelmiş durumda. Küresel yönetim sistemi ve sorun çözme çabaları, gitgide geçmişin bir parçası gibi görünüyor. Uluslararası şiddet artıyor ve büyük savaş, hatta küresel savaş riski giderek yükseliyor. ABD hâlâ etkin güç. Fakat siyaseti istikrarsızlaştıkça, attığı adımlar da dengesizleşiyor.

Bu kargaşa, hâlâ iyi bir gelecek üretebilir. Fakat öncelikle, politika yapıcılar ve karar mercileri, içinde bulunduğumuz parçalanma çağını anlamalıdır.

Küreselleşmenin Altın Çağı ve Sonrası

Soğuk Savaş sonrası dünyada güvensizlik, adaletsizlik ve skandallar hâkimdi. Ancak Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından dünya, yine de benzersiz bir ilerleme ve umut vadediyordu.

Demokrasi, otokrasiye karşı büyük bir zafer kazanmıştı: 1970’lerin başında yaklaşık 40 olan demokratik ülke sayısı, 2000 yılına gelindiğinde 120’ye kadar çıkmıştı. Küreselleşme hızla yayılıyordu: Dünya ticareti, 1989-2019 arasında yaklaşık dört katına çıkarken, doğrudan yabancı yatırımları da 1992-2000 arasında sekiz kat artmıştı. Ekonomik açıklık, dünya genelinde yaşam standartlarını yükseltiyordu. Ayrıca bu gelişmelerin, sadece acımasız aktörlerin bozabileceği ortak bir refah yaratarak uluslararası gerilimleri de azalttığı düşünülüyordu.

Küreselleşme, dijital devrimle de ivme kazanmıştı. Bu devrim, ticareti kolaylaştırıp üretkenliği artırıyordu. Bilgi teknolojileri, özgürlüğü destekliyor gibiydi: Sosyal medya, 2010’ların başlarında, Mısır ve Ukrayna’daki baskıcı hükûmetleri deviren protestoları ateşledi.

Tabii ki ilerlemenin karanlık bir yanı da vardı. ABD’nin 11 Eylül saldırılarında yaşadığı yıkıcı terörizm, zayıf aktörlerin uluslararası seyahat, iletişim ve finansın sunduğu kolaylıkları küresel ölçekte saldırılar düzenlemek için nasıl kullanabileceğini gösterdi.

Genel olarak bakıldığında, ekonomik entegrasyonla huzura kavuştuğu düşünülen dünya, büyük güçlerin barışına her zamankinden daha elverişli görünüyordu. Büyük savaş tehdidi azalırken, önde gelen güçler enerjilerini, şiddetli aşırılıkla mücadeleden Dünya Ticaret Örgütü’nü kurmaya kadar uzanan girişimlere ve kurumlara yönlendirerek, sınır ötesi tehditleri kontrol altına almayı ve küresel kuralları güçlendirmeyi amaçlıyordu.

Tüm bu ilerlemenin başında ABD vardı. ABD ittifakı, Doğu Avrupa ve Batı Pasifik’te barış ve istikrarı sağlıyordu. Washington, demokrasiyi ve küreselleşmeyi savunuyor; nükleer yayılmanın önlenmesi ve diğer sorunlara karşı kolektif eylemleri teşvik ediyordu. Amerikan teknoloji firmaları, dijital çağı besleyen yeniliklere öncülük ediyordu. Pentagon’a ait bir belgede de ifade edildiği üzere, Soğuk Savaş sonrası düzen, “sonuçta ABD tarafından destekleniyordu.”

Bu düzen, küreselleşme dalgasına kapılan firmalar ve yatırımcılar için de bulunmaz bir nimetti. Çok uluslu şirketler, açık ve entegre bir dünya ekonomisinde yeni fırsatlar yakalayabiliyordu. Sam Amca’nın temin ettiği güvenli ortamda ticaret yapıp yatırım yapabiliyorlardı.

Küreselleşme, gelişmiş ekonomilerin ucuz iş gücünü kullanmasını sağlayarak, enflasyonu düşük tutmalarına da yardımcı oldu. Ayrıca baskıcı rejimlerle, hatta potansiyel rakiplerle iş yapmanın getirdiği zorluklar, göz ardı ediliyordu. Çünkü ticaretin, bu sorunlu aktörleri, zamanla sorumlu paydaşlara dönüştüreceğine dair bir beklenti vardı.

Bu anlamda Soğuk Savaş sonrası dönem, âdeta altın bir çağdı. Fakat şimdi, bu altın çağı tesis eden temel unsurlar çözülmüş vaziyette.

Fikir Savaşları

Geriye dönüp baktığımızda, Soğuk Savaş sonrası ilerleme, göründüğünden daha kırılgandı: Yeni demokrasilerin birçoğu tam anlamıyla kökleşememişti, bu da onları otoriter rejimlerin tekrar güç kazanmasına karşı savunmasız hâle getirdi. Dönemin diğer özellikleri ise iki ucu keskin kılıç gibiydi. Küreselleşme, refah getirdi ancak eşitsizlik ve kültürel güvensizliği de beraberinde getirdi. Ki bu etkiler, hâlâ sona ermemiş bir neo-popülist dönemi körükledi. Bilgi teknolojileri, baskıcı yöneticileri eleştirmek için muhaliflere yeni araçlar sundu. Fakat söz konusu yöneticilere de muhalif olanları takip edip susturmak için daha iyi yollar sundu.

En temelde, Soğuk Savaş sonrası ABD ve Batı hâkimiyeti üzerine kurulu olan düzen, bu hâkimiyet zayıflamaya başladığında sorunlarla karşılaştı.

Rusya yeniden canlandı ve Çin, gelişen küresel ekonomide hızla büyüdü. Washington ve birçok müttefiki, Amerikan hegemonyasının koruyucu kozasında kendini fazlaca güvende hissettiği için askerî bütçeye önem vermemişti.

Liberal değerlere ve ABD liderliğine dayalı bir sistemden hoşlanmayan ülkeler, zamanla bu sisteme karşı daha agresif bir tutum sergilemeye başladı: Rusya, komşuları Gürcistan ve Ukrayna’yı işgal etti; Çin, Güney Çin Denizi’nin büyük bir kısmını ele geçirdi; İran ise Orta Doğu’da kaos tohumları ekti. Bu hamleler, tam da ABD’nin sisteme bağlılığı zayıflarken gerçekleşti.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası, nüfuzu zirvedeyken Irak ve Afganistan’ı dönüştürme çabalarının başarısız olması, moral bozukluğuna ve geri çekilmeye yol açtı. 2008-09 küresel mali krizi, ABD siyasetini alt üst etti ve stratejik enerjisini tüketti. Donald Trump’ın başkanlığı sırasında, Washington, Çin’e karşı rekabete girişti; diğer yandan birçok müttefikiyle de anlaşmazlık içindeydi. Bu da ABD yörüngesinin ne kadar belirsizleştiğini gösteriyor.

2022’ye gelindiğinde, Vladimir Putin, Xi Jinping liderliğindeki Çin ile “sınırsız” bir ittifak kurmuştu. Bu ittifakın ardından, Putin’in bağımsız Ukrayna’yı yok etme girişimi, Soğuk Savaş sonrası dönemin kesin olarak sona erdiğini gösterdi. Şimdi başlayan yeni dönemi ise birkaç önemli unsur belirliyor.

Çin’in Teknolojide Yükselişi

İlk unsur, blokların geri dönmesi. Kısa bir süre önce jeopolitik ayrımlar belirsizleşiyordu. Şimdi ise birbirine rakip koalisyonlar, dünya genelinde karşı karşıya geliyor.

Ukrayna’da, bir grup Avrasya otokrasisi (Kuzey Kore, İran, Çin), Rusya’nın saldırmazlık ilkesini yıkma çabalarına arka çıkıyor. Kuzey Amerika, Avrupa ve Hint-Pasifik’ten bir grup demokrasi ise kendilerine iyi hizmet eden daha geniş bir sistemi sürdürebilmek amacıyla Kiev’i destekliyor.

Bu ittifaklar evrensel değil; Küresel Güney’deki birçok ülke her iki tarafa da oynamaya çalışıyor. Fakat uluslararası gerilimler arttıkça, bu ittifakların da keskinleştiği açıkça görülüyor.

Batı’dan uzaklaşan Rusya, revizyonist dostlarıyla ilişkilerini güçlendiriyor: Putin’in yakın zamanda Kuzey Kore yönetimi ile yaptığı ittifak anlaşması buna örnek. ABD ise Avrasya otokrasilerini kontrol etmek için ittifaklarını güçlendiriyor, genişletiyor ve bağlarını kuvvetlendiriyor.

Bu durum, çatışmaların bölgesel sınırların ötesine taşmasına yol açtı. 2022’den bu yana ABD, Avrupa ve Asya’daki müttefiklerini Çin’e ileri düzey yarı iletken üretim ekipmanlarının tedarikini kesmeye zorladı. Bu, jeopolitik bölünmelerin ekonomik ve teknolojik bağları yeniden şekillendirdiğinin de bir göstergesi.

İkincisi, fikir sahasındaki savaşlar yeniden alevlendi. Rusya ve Çin, demokrasinin karşı konulmaz zaferini ciddiye almadı. Aksine otokrasilerin güvenliğini artırmak için uluslararası norm ve kuruluşları yeniden şekillendiriyor. Bu iki ülke, liberallikten uzak sistemlerinin, çöküşteki demokrasilere kıyasla daha fazla disiplin, çaba ve güç üretebileceğine inanıyor. Bunu kanıtlamak için de önlerine çıkan devletleri baskılayıp istikrarsızlaştırarak ilerliyor.

Rusya, Atlantik’in her iki yakasındaki demokrasilere karşı dezenformasyon, siber saldırı ve sabotaj taktikleri kullanıyor. Pekin ise dost medya kuruluşları, rüşvet, siber saldırılar ve ekonomik yaptırımlar gibi silahları kullanarak Tayvan ve diğer liberal toplumlardaki eleştirileri bastırmaya ve kargaşa çıkarmaya çalışıyor. Teknolojik yenilikler, siyasi savaşı körüklüyor. Moskova ve Pekin, yapay zekâ destekli dezenformasyon silahlarını, artık demokratik düşmanlarına karşı kullanabiliyor.

Üçüncüsü, teknoloji liderliği için mücadele şiddetleniyor. Bir nesil önce, ABD’nin teknolojik üstünlüğü tartışılmazdı; artık işler değişti.

Çin, siber silah ve hipersonik füzeler konusunda büyük ilerleme kaydetti. Yapay zekâ, kuantum hesaplama ve Dördüncü Sanayi Devrimi olarak adlandırılan diğer teknolojilere, büyük yatırımlar yapıyor. Tarih boyunca, jeopolitik rekabetler, aynı zamanda teknolojik rekabetler olmuştur. Çin, kilit öneme sahip yeni teknolojilerde üstünlük sağlarsa, bu döneme de hâkim olabilir.

Bu da sanayi politikalarının kalıcı olacağı anlamına geliyor. Zira jeopolitik rakipler, yarı iletkenlerden temiz enerjiye kadar stratejik sektörlere yatırım yapıyor ve bu sektörler etrafında koruyucu bariyerler inşa ediyor. Bu gelişmeler, her iki ülke de inovasyonlarını hızlandırmak ve rakiplerini geride bırakmak için sübvansiyonlar, ihracat kontrolleri, yatırım kısıtlamaları, gümrük kısıtlamaları ve diğer araçları kullandıkça ekonomik savaşın sıradan hâle geleceğini gösteriyor.

Dördüncüsü, kıyasıya rekabet, küresel sorunların çözümünü engelliyor. Ulus ötesi sorunlar giderek daha da ağırlaşıyor ancak jeopolitik gerilimler, ABD ile Çin arasındaki Covid’den iklim değişikliğine kadar pek çok konuda iş birliğini zorlaştırıyor. Büyük güçler, kritik ticaret yollarını açık tutma konusunda bile iş birliği geliştiremiyor.

Bir zamanlar ABD ve Çin, Somali korsanlarını engellemek için birlikte hareket ediyordu. Fakat şimdi Pekin, Kızıldeniz ve Aden Körfezi’nde faaliyet gösteren Husi militanlarıyla anlaşmalar yapıyor; İran, bu militanları silahlandırıyor ve Rusya ise cesaretlendiriyor. Önümüzdeki yıllarda, denizlerdeki “seyir özgürlüğü” gibi temel normların bile daha tartışmalı hâle gelmesini bekliyoruz. Ayrıca iklim değişikliği veya ileri teknolojilerin yönetimi gibi ulus ötesi sorunların çözümüne yönelik iş birliğinin, farklı gruplar arasında değil; G7 ülkeleri gibi benzer düşünen ülkeler arasında gerçekleşmesini bekleyebiliriz.

Beşincisi, soğuk savaşlar, teknoloji savaşları ve ticaret savaşları arasında, gerçek savaş tehdidi kaçınılmaz hâle geldi. Ukrayna, Avrupa’nın 1945’ten bu yana yaşadığı en büyük çatışmada güç kaybediyor. Orta Doğu, birbiriyle ilişkili birçok çatışma ile çalkalanıyor. Devletler arası savaşlar, on yıllardır olmadığı kadar yüksek bir seviyede. Bunların yakın zamanda tersine döneceğini de kimse bekleyemez.

Ukrayna’daki savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Rusya, bu savaştan deneyimli bir ordu, seferber olmuş bir ekonomi ve Batı’ya karşı büyük bir kinle çıkacak. İran, Orta Doğu’daki şiddetli istikrarsızlık politikalarını destekleyecek bir nükleer kapasiteye gitgide yakınlaşıyor.

Çin ise gıda ve enerji stokluyor; gemi, uçak ve mühimmat üretiyor ve Pasifik’te üstünlük kurma çabalarını yoğunlaştırıyor. Senkaku Adaları’ndan İkinci Thomas Sığı’na kadar uzanan sıcak sahalar, Çin ve ABD arasında bir çatışmayı tetikleyebilir.

Uluslararası sistemin istikrarı uzun süredir Avrupa, Orta Doğu ve Doğu Asya gibi Avrasya’nın kilit bölgeleriyle yakından ilişkili olmuştur. Savaş ya da savaş tehdidi, bu üç bölgeyi etkisi altına almış durumda.

Bu da son unsuru daha çarpıcı kılıyor: Hâlâ güçlü ama daha az güvenilir bir ABD… ABD, ekonomik ve askerî avantajlarını koruyor. Mevcut küresel düzenin hamisi konumunda. Birçok Batı ülkesi siyasi felç veya istikrarsızlık ile karşı karşıya kalırken, ABD’nin iç sorunları, benzersiz şekilde yıkıcı olabilir.

Yakın vadede iki büyük tehlike öne çıkıyor. Birincisi, ABD’nin ittifaklarını zayıflatabilecek ve Polonya veya Güney Kore gibi cephe ülkelerini kendi nükleer silahlarını geliştirmeye teşvik edebilecek ikinci Trump başkanlığı; ikincisi ise ülkenin Biden gibi gücünü kaybetmiş bir lider tarafından yönetilmesi. Fakat mevcut sorunlar, daha derinlere uzanıyor.

Trump’ın ardında, dünyayı kendi hâline bırakmayı tercih eden bir “Önce Amerika” (MAGA-“Make America Great Again”) hareketi yatıyor. Biden’ın ardında ise, güçlü bir şekilde ortaya çıkabilecek yeni bir dışa kapanma (neo-isolationism) eğilimi var. Dolayısıyla Amerikan uluslararasıcılığının siyasi temelleri istikrarsız. Artan kutuplaşma ve iç gerilimler, ABD’yi kendi iç sorunlarına döndürebilir ve odağını dağıtabilir. Evet, küresel istikrarsızlığın da artmasıyla, odağının dağılmasının bedeli daha da artıyor.

III. Dünya Savaşı’na Doğru mu?

Kargaşa dönemleri, güzel sonuçlarla neticelenebilir. Soğuk Savaş, liberal bir uluslararası düzen doğurdu ve bu düzen, insanlığa daha önce hiç olmadığı kadar özgürlük, barış ve refah getirdi. Bugün gerçekçi bir bakış açısı, karamsar olmak zorunda değil. Çünkü ABD ve demokratik müttefikleri, özgür hükûmet kurumları da dâhil olmak üzere, uzun vadede düşmanlarına karşı hâlâ önemli avantajlara sahip. Fakat siyaset ve iş dünyası liderleri, bu parçalanma çağında yönlerini bulabilmek için bazı temel ilkeleri akıllarında tutmalı.

Birinci ilke olarak, artık “normale” dönüş yok. Bugün Ukrayna, Orta Doğu ve diğer sıcak bölgelerde yaşanan krizler, anormal gelişmeler değil. Bunlar, küresel düzenin temel dinamiklerini değiştiren, derin ve sürekli dönüşümlerin birer işareti.

Evet, belli başlı krizler gelip geçebilir; gerilimler artabilir veya azalabilir. Ancak liderler dinamikliğin, rekabetin ve çatışmaların hâkim olacağı bir döneme karşı hazırlıklı olmalı. Stratejik ve ekonomik riskler, önümüzdeki yıllarda da artmaya devam edecek.

İkincisi, her şeye sahip olunamayacağını unutmayın. Soğuk Savaş sonrasında, ABD ve müttefikleri, kendi çıkar ve değerlerine uygun bir dünyadan, düşük bir maliyetle faydalanabiliyordu. Çok uluslu şirketler, küreselleşmenin sunduğu verimliliklerden yararlanırken, küresel politikanın dalgalanmalarından fazla endişe etmeden işlerini sürdürebiliyordu. Fakat bugün, bunlar mümkün değil.

Ulusal güvenliği ve demokratik değerleri koruma maliyeti, otoriter güçlerin hamleleriyle birlikte artıyor. Aynı zamanda, Ukrayna işgalinden sonra, Rusya’da kalıp kalmamayı seçmek zorunda kalan Batılı şirketler -veya Çin’in Tayvan’ı işgal etmesi durumunda varlıklarını, operasyonlarını ve itibarlarını nasıl koruyacaklarını düşünen şirketler-, böyle gergin bir ortamda faaliyet göstermenin getirdiği zorlukları keşfediyor.

Üçüncüsü, en kötü senaryoları hesaba katın. Ülke liderleri, yalnızca ABD-Rusya veya ABD-Çin çatışması gibi olasılıkları değil; -ki her ikisi de yıkıcı sonuçlar doğurabilir- birden fazla cephede, aynı anda patlak verecek küresel bir savaşı da dikkate almalıdır. Uluslararası şirketler de yakın zamana kadar akla dahi gelmeyen senaryolarla başa çıkmak zorunda.

Örneğin, Husilerin attığı adımlar, diğer grupların da benzer şekilde hareket etmesine yol açar ve bu durum, kritik deniz yollarının güvenliğini tehlikeye sokarsa ne olur? Çin ve ABD arasında bir savaş çıkar ve bu, neredeyse kimsenin bugün hayal dahi edemeyeceği kadar şiddetli, ani ve kapsamlı bir ayrışmaya neden olursa, şirketlerin operasyonları nasıl etkilenir? Bunların gerçekleşmemesini umabiliriz. Fakat bu tür senaryolarla boğuşmak, ister askerî ister entelektüel düzeyde olsun, çalkantılı bir dünyada başarılı olmak için gereken dayanıklılığı kazanmanın bir yoludur.

Dördüncüsü, jeopolitik ve jeoekonomi birbirinden ayrılmaz hâle geldikçe, ülkelerin yeni bilgi alanlarına yatırım yapması gerekiyor. Hükûmetlerde ulusal güvenlik, artık yalnızca diplomat ve savunma uzmanlarının hâkimiyetinde değil. Modern rekabet ortamında, yatırım modellerini, finansal ve teknolojik darboğazları ve özel sektörün karar alma süreçlerini anlamak hayati önem taşıyor. Özel sektör ise jeopolitik konulara kayıtsız kalmanın artık sadece bir ihmalkârlık olarak görüleceği bir döneme giriyor. Zira ulusal rekabetlerin yol açabileceği aksaklık veya fırsatlardan tamamen yalıtılmış olan çok az firma var. 

Tüm bunlar, son olarak, önemli bir ilkeye dayanıyor: Zorlukların getirdiği fırsatları bulun. Evet, dünya, günbegün daha da zorlaşıyor. … Son derece çekişmeli bir dönemin henüz başlarındayız. Amacımız, bu dönemden en iyi şekilde yararlanmak.

Bu yazı, American Enterprise Institute’te “China and Russia Are Breaking the World into Pieces” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.

Kaynak: Dünya Siyaseti
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version