Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Güç ve karşı-güç


Makalede, Mustafa Kemal’in 1923-1924’te kaba güce dayalı uygulamaya koyduğu cumhuriyetin tartışmalı temel ilkelerinin, 2024’te yeniden tartışıldığına dikkat çekiliyor. Bu ilkeler Kürtler tarafından hoşgörü ötesi kötülük olarak algılanırken, çoğu Türk için bunlar onur olarak kabul edilir. Bu bölünme, ülkenin yalnızca kaba güç üzerine inşa edilmiş tasarımının bir sonucudur.

Michel Foucault’nun dediği gibi, gücün temel olarak kaba kuvvete dayalı değil, insan zihnine ve onu değiştirme becerisine bağlı olduğudur. Düşünme şeklimiz tıpkı Gramsci’nin hegemonya kavramında olduğu gibi belirleyicidir. Mesela gerçek seçenekler olsaydı çoğu insanın milliyetçiliği/Kemalizmi tercih edeceğini düşünmüyorum ama alternatifleri de yoktu.

Ayrıca Türkiye’deki insanlara “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” propagandası yapıldı. “Avrupa Birliği dahil diğer tüm siyasi sistemlerin bizim gerçekliğimize uymadığı” söylendi. Örneğin Süleyman Demirel’in söylediği, “Başkalarının elbisesi bize bol geliyor”. Aynı zamanda Kürtler neden bir sisteme isyan etsin eğer sistem onları da kapsıyor ve onlar için de çalışıyorsa? Başka bir deyişle güç temeldir ve insanların başkalarının değer ve çıkarlarını kendilerinin kuralları gibi kabul etmeleri yoluyla zihinlerinde var olan bir şeydir.

Ancak aynı zamanda, gücün olduğu yerde karşıt güç de vardır. Gücün kökleri devletin kurumlarındadır, ancak toplumda diğer çıkar ve değerler aracılığıyla etkileşime giren karşı-güç de vardır. Toplumsal değişimleri yönlendiren şey, güç (iktidar) ile karşı-güç (muhalifler) arasındaki bu dinamiktir.

GÜÇ KAYNAĞI VEYA GÜCÜN ÖZÜ NE?

Neden birçok kişi Kemalizm’i hala tek kurtuluş yolu olarak görüyor? Muhtemelen esas olan Kemalizm’de yatan güç yüzünden değil, gücü kullanma şeklindendir. Çoğu Kemalist taraftar devlet gücünün nasıl işlemesi gerektiğini düşünüyor. Yani, devlet gücünün, Mustafa Kemal’in döneminde olduğu gibi toplumsal yaşamın tamamı üzerinde acımasızca işlemesi gerektiğini düşünüyorlar.

Başka bir deyişle, Mustafa Kemal’in kutsadığı devletin ve yine onun yücelttiği etnik Türkler tarafından kontrol edilmesi, en önemli siyasi kararlarda tek söz sahibi olması ve onun döneminde olduğu gibi özel alan üzerinde de tam kontrol sahibi olmasıyla ilgili. Mustafa Kemal, böylelikle devlet gücü ile etnik Türk kimliği arasında yakın bir bağ kurdu. Yani Türklerin devleti kendilerine ait kılmasını sağladı, diğerleri ise dışlandı.

Kemalizm’e tarihsel açıdan daha yakından bakıldığında bilinen net bir ilişki ortaya çıkıyor: Kaba ve katı güç kullanımı ile Kürtlere yönelik topyekün inkar ve baskı arasında yakın bir bağlantı var. Kürtlere yönelik bu tür cezalandırmalar özellikle şiddet içeren şekilde ve acımasızdı; Mustafa Kemal, demokrasiyle ve insan haklarıyla uyumlu olanın çok ötesinde bir şey arıyordu. İnsanları varlıklarını inkar etmek ile yaşadıkları yerleri terk etmek arasında seçim yapmaya zorlayan acımasız istismar, sadece dehşet verici değil; aynı zamanda cezanın, gücün nasıl çalıştığını teyit eden halka açık bir ritüel olması gerektiğini de söylüyor.

Kemalizm’den miras kalan bu tartışmasız düşünce tarzı ve uygulama, toplumun nesilden nesile övünerek aktardığı ve bizim de bunu olduğu gibi kabul etmemiz gerektiği dayatmasıyla hala toplumun bazı kesimlerinde hakim. Bu, totaliter bir kötülüğün toplumun ruhunun ne kadar derinlerine kök saldığını gösteriyor.

KEMALİZM GERÇEKLERLE YÜZLEŞTİĞİNDE

Bugünkü tartışmayla örneklendiğinde, Kemalizm’in zorlayıcı gücünün hâlâ toplumun temel direklerini oluşturduğu ortaya çıkıyor. Mustafa Kemal kendine özgü ulus inşasıyla tekçi bireyler ve toplum (monizm) yarattı. Monizm, toplumdaki çeşitliliğin tek bir maddeye veya tek bir temel ilkeye dayalı olarak açıklanmasıdır. Çoğulculuğa karşı çıkıyor. Bu aynı zamanda Türk siyasi tartışmalarının da karakteristik özelliğidir. Anayasanın ilk dört maddesiyle ilgili tartışma bunu gösteriyor.

Birkaç gün önce HÜDA-PAR lideri anayasanın dördüncü maddesine karşı olduğunu açıkladı. Açıklama, Halk TV’de CHP’li, İyi Partili, Demokrat Partili siyasetçiler ve kanalın sözde siyasi yorumcularından oluşan panelde tartışıldı. Panelistler arka arkaya HÜDA-PAR’a sert eleştiriler yönelttiler. Bunların tamamı açıklamaya şiddetle karşı çıktılar ve ilgili maddenin değiştirilebileceği yönündeki talebi reddettiler –Maddelerin değiştirilmesi dahi teklif edilemez – çok tanıdık bir tekrar – ortak görüşleri idi.

HÜDA-PAR’ın açıklamasıyla ilgili pek çok yorum ve analizi diğer televizyon kanallarından da takip ettim. Bütün yorumlar tek boyutluydu. Bu maddelerin Kürtler için ne anlama geldiğini, bu maddelerden dolayı Kürtlerin ne gibi acılar çektiği vs. tartışılmadı. Maddeleri sorunsallaştırmak hala bir tabudur. Yorumcuların tek bir amacı vardı: Maddelerin değiştirilmesi yönündeki her türlü talebi kınamak. Ve değişim isteği suçla aynı şey gibi algılanıyordu. Çünkü maddelerin içeriği Kürtler tarafından kendi kimliklerinin inkarına zemin olarak görülüyor. Katılımcılar bu maddelerin normal demokratik standartlara göre ne anlama geldiğini tartışmaktan kaçındılar.

Dört maddenin yeniden tanımlanamayacağını iddia etmek diktatör (totaliter) görüşün ifadesidir. Bu, halkın bunu değiştirme hakkının olmadığını söylemekle aynı şeydir. Azınlıkların hukuki güvenliğini ve temel insan haklarını korumayan, sağlamayan maddeler neden değiştirilmesin?

Türk milliyetçileri milli hassasiyetler dedikleri şeyi her bağlamda olduğu gibi bu tartışmada da tekrarlıyorlar. Bu bağlamda Türk olmayan azınlıklar üzerindeki Türk hakimiyetinin öneminin altını çiziyorlar. O halde şu soruyu sormak doğaldır: Çoğunluğun azınlıklara eziyet etmekten duyduğu mutluluk, azınlıklara acı çektirmekten daha mı önemli?

Milliyetçilerin hassasiyetten kastettikleri, Kürt siyasetçilerle bir arada görülmemek, Kürt faaliyetlerine katılmamak, onlara dayanışma göstermemek, Kürtler hakkında olumlu sözler söylememek, onların haklarını savunmamak, Kürtçe olan her şeye net bir şekilde mesafe koymaktır.

KEMALİSTLER ATATÜRK İLKELERİNİ AYET GİBİ OKURLAR

Sosyal demokrat bir parti olmak isteyen CHP bile demokrasiyi çoğunluk yönetimi olarak tanımlıyor, bu da etnik Türklerin öncüllerine dayalı yönetim şeklinin değiştirilmemesi gerektiği anlamına geliyor. Böyle bir tanımın sorunu, örneğin Türkiye’de çoğunluğun, Kürt azınlığın demokratik haklarını elde edemeyeceğine karar vermesidir. Böyle bir durumda (şu anda öyle) ülke kendisine demokratik diyemez, çünkü Kürtler Türklerle eşit haklara ve fırsatlara sahip değildir.

Anayasanın ilgili maddelerinin değiştirilmesine yönelik Kemalist muhalefet, Hannah Arendt’in, kötülüğün sisteme nasıl itaat veya inanç kılığına girdiğine dair görüşünü hatırlatıyor: Nazi döneminde körü körüne veya itaatkar bir şekilde “işlerini yapan memurlar” ortaya çıktı.[1] Kemalistler Atatürk ilkelerini Allah’ın ayetleri gibi okurlar. Bir halka yapılan kötülük aynı zamanda o halkta direnişi seferber etme hakkını da verir.

Anayasa toplumun ihtiyaçlarını bir bütün olarak karşılamıyorsa elbette tartışılmalıdır. Anayasanın ülke gerçeklerine uygun olması lazım. Kürtler de burada yaşıyor.

İyi işleyen bir demokraside tartışmalı maddelerin değişmesi, özgür basının, bağımsız mahkemelerin ve aktif bir sivil toplumun olduğu bir toplumda, sansürsüz toplumsal tartışmalara dayanarak yapılır ve karara bağlanır. Bu, çoğunluğun hakimiyeti karşısında azınlıkların haklarının korunmasını içerir.

Demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için anayasanın ortak değer temelli olarak algılanması gerekmektedir. Şimdiye kadar olduğu gibi yalnızca egemen grubun çıkarlarına hizmet ettiği için toplumda çatışmalara neden oldu. Bir toplum yalnızca bireylerden ya da tek bir etnik gruptan oluşmaz; aynı zamanda farklı çıkarlara sahip, farklı güç ve etki fırsatlarına sahip farklı türde gruplardan da oluşur. Bu tür gruplar örneğin cinsiyete, dine, etnik kökene veya coğrafi bağlılığa dayanabilir. Herkes için fırsat eşitliğine katkıda bulunacak haklara sahip olmak önemli bir demokratik ilkedir.

FEDERAL SİSTEM TALEBİ DEMOKRATİK BİR HAKTIR

HÜDA-PAR’a yönelik bir başka itiraz noktası ise bu partinin Türkiye’nin devlet çerçevesi içinde Kürtler için federal bir sistemin kamuoyunda tartışılması arzusu programına alması idi. Panelistler böyle bir iddianın ortaya atılmasının kabul edilemez olduğu izlenimini veriyordu. HÜDA-PAR’ın federal sistemi tartışmaya davet etmesi, etnik çatışmanın var olması ve partinin destekçileri adına savunduğu bir çözüm olmasından kaynaklanıyor elbette.

Kürtler, genel olarak Kemalistleri tam da bu ülkenin nüfusunun tek tip bir grup olduğu fikrini idealleştirdikleri için eleştiriyorlar. HÜDA-PAR’ın talebi veya dileği tümüyle demokratik standartlara uygundur. Federal düzenleme talep etmek, kim talep ederse etsin, demokratik bir haktır. Demokratik toplumlarda partiler kendi ülkeleri için federal bir sistem önerdikleri takdirde eleştirilmezler.

Trajik ama şaşırtıcı olmayan bir gerçek, Kemalist panelistlerin HÜDA-PAR’ın Kürt sorununa yönelik federal çözümüne karşı demokratik bir alternatifleri yoktu. İzlenimim, günümüzün Kemalistleri arasında 1919’daki Mustafa Kemal’in kandırmaca konseptinden farklı olmayan yeni bir tür Kürt kandırmacası saklı olduğu yönünde.

Panelistlerin görüşlerinin Kemalist ideolojiye dayandığı çok açık. Bunlar net totaliter mesajlardı! Demokrasiyi tehdit eden tam da bu görüş değil mi? Yoksa buna çoğunluğun zulmü mü diyelim? Ancak bu ülkede kendilerini Türk olarak tanımlamayan başka gruplar da yaşıyor. Anayasanın ilk dört maddesi Türk milliyetçi değerlerine dayalı değil mi? Bu dört madde etnik kökene dayalı olarak güçlü bir Türk kimlik tanımı dile getirmiyor mu? Bunlar günümüzün Kemalistleri, ama 1930’ların görüşlerinin beyinlerini yıkamalarına şaşmamak gerek. Bu Kemal’in gücünün alenen kanıtı mıydı?

2. MADDE SORUN YARATIYOR

Cumhuriyetin niteliklerini sayan 2. madde Kürtler açısından ciddi sorunlar içeriyor. Örneğin Atatürk milliyetçiliğine bağlılık ilkesi, Ayrıca Türk ve Türklük terimlerinin tanımı: “Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkilapları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği”. Kürtler bu formüllere öteden beri karşı çıkmışlar. Hatta birçok kez isyan bile ettiler. Türkler ve Kürtler arasındaki sorunların kaynağı da yeni kurulan cumhuriyetteki güç dengesinin bu çarpık dağılımıdır.

Diğer yandan Kürtlerin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti ilkelerine karşı olduklarını sanmıyorum. Ancak bu sosyal yapılar Türkiye’de mevcut değil, olmadı da, en azından Kemal’in döneminde yoktu. Cumhuriyetin ana fikirlerinden biri farklılıklar yerine birliği dayatma prensibi demokratik degil. Kürtler ayrıca Atatürk ilkelerinin ayrıştırıcı olduğuna inanırlar.

Özetle, güç, yine Mustafa Kemal’in 1923’teki cumhuriyet planına gönderme yapan anayasanın ilk dört maddesinin arkasındaki stratejide yatmaktadır. Burada Kürtlerin özyönetim hayali Kemal tarafından reddedilmişti. Maddeler Kürtleri kapsamadigi için, Kürtler, Kemal ve Türk çoğunluğu tarafından ayrımcılığa uğradığını düşünüyorlar. Bu da karşı-güç yarattı, yaratiyor.

Totaliter Kemalizmin sonunu hayal etmenin dünyanın sonunu hayal etmek kadar zor. Onun için Kemalizm’le mücadele edilmeden Türkiye demokratik bir ülke olmayacaktır. Kemalizm totaliter bir toplum modelini savunur (tek parti sistemi 1923-1945). Bu modelde ifade özgürlüğü tamamen kısıtlanmış, bireye hiçbir hukuki güvence verilmemiş, muhalefet partilerinin siyasi faaliyette bulunmasına izin verilmemiş, üyeler hapsedilmiş, işkenceye maruz bırakılmış, öldürülmüş, temel insan hakları ihlal edilmiştir. Ve insanlar soykırımı eleştirmeye cesaret edemiyorlardı. İnkar etmek zorunda kaldılar. Kemalizm döneminde bu uygulamalar hakimdi.

Türkiye’de gerçek bir demokratik muhalefet Kemalizm’e karşı olmalıdır. Kritik sorun, Kemalist düşüncenin büyük çoğunluğunun artık çağımıza uygun olduğunun söylenememesidir. Geçmişten ders alabiliriz ama onu basitçe yeniden üretemeyiz. Mesela Kemalizm’i yeniden üretemeyiz. Ancak Türk milliyetçi partilerinin çoğu Kemalizm’i yeniden üretiyor. Bu, etnik gruplar arasında çatışmaların devam etmesi anlamına geliyor. Siyasi düşüncede bir değişim ve insanların taleplerine uygun, günümüz toplumuna daha uyumlu bir sistem yaratmalıyız. İfade özgürlüğünün yerini hiçbir şey tutamaz, çünkü ancak böyle bir özgürlük sayesinde yeni gözlemler üretebilir, değişimlere katkıda bulunabilir ve demokratik girdi sağlayabiliriz.

Mustafa Kemal’in çürümüş tezi (totaliter toplumsal düzen) yerini demokratikleşme tezine bırakmalıdır. Çünkü Mustafa Kemal’in Türklerin demokratik toplumsal koşullar algısı üzerindeki etkisi şu ana kadar hiçbir çatışmayı çözmedi. Tam tersine çatışmaların artmasına ve ciddileşmesine neden oldu. İşin garibi, Türkiye’de pek çok insan, Kemalizm’de bir şeylerin ters gittiğini, Kemal’in totaliter düşüncesi demokrasiyi engellediğini, varlığının tanınmaması nedeniyle kimliğini savunanlar için adaletsizlik yarattığını görmüyorlar.

Žižek’in dediği gibi “ideoloji, bir gerçeği saklayan, yanıltıcı bir bilgi biçimi değildir. Bir ideolojinin doğal ve gerekli bir şey olarak işlev görmesi gerekir ki, toplum değer açısından tarafsız bir anlamda doğru görünsün”.[2] Hakikatlere dayanmayan Kemalist düşünce ve uygulamalar anlaşılmaz ya da yersiz görünüyor. O zaman şu soruyu sormak lazım: Eylemlerinin adaletsizlik yarattığını veya toplumu deneyimleme biçimlerinin doğru olmadığını neden görmüyorlar? Ve neden kemalist formasyonun çerçevesi ve sınırları aşılamıyor? Eğer aşılırsa bu, Türklerin Kürtler üzerindeki hakimiyetinin sonu olarak okunabilir.

Kemal’in totaliter ilkeleri, koşulsuz itaat talebi hala yürürlüktedir: Kürtlerin varlığını yasaklayan kanunların Türkler ile Kürtler arasında kutuplaştırıcı bir etki yaratmasının nedeni budur. Örneğin geçmişte muhaliflere yönelik siyasi cinayetlerin, işkencelerin ve1990’lı yıllarda binlerce Kürt muhaliflerin ortadan kaybolmasının nedeni totaliter devlet yapısından kaynaklandığı dile getirilmedi, getirilmiyor. Demokratik ideolojiler ile çılgın şiddet içeren ideolojiler arasında keskin bir ayrım yapabilmek için totalitarizm terimini kullanmamız gerekiyor. Halihazırda da ağır baskı altında olan insanların temel haklara yönelik meşru taleplerine karşı silah ve şiddet kullanımı her zaman gayri meşru ve totaliterdir. Totaliter politikacılar, muhaliflere karşı hangi güç araçlarını ve şiddet eylemlerini uygulayacaklarını dikkatle seçmiyorlar.

Mustafa Kemal’in mirası olan totaliter statükoyu toplumun tek meşru düzeni haline getirerek ve geri kalan her şeyi bölücü sapma olarak nitelendirmek, mevcut düzenin ve onun tarihinin meşrulaştırılmasına katkıda bulunulur. Bu ancak milliyetçi partilerin hayalidir. Geçmişteki rejimleri savunmanın, Kemalizm döneminde yaşanan suistimallere, korkunç olaylara anlayış göstermenin hiçbir anlamı yok. Statükonun ötesine geçen bir toplumsal düzeni zımnen kabul etmek önemlidir. Benim iddiam totaliter devlet yapılarının buna engel olduğu yönünde ancak karşı argümanları duymaktan da mutlu olurum.


Mehmed S. Kaya kimdir?

Bingöl’ün Solhan ilçesinin Keşkon mezrası doğumludur. Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde sosyoloji profesörüdür. ‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabının yazarıdır.

KAYNAKÇA

[1] Hannah Arendt: The Origins of Totalitarianism. SD Books 1973.

[2] Slavoj Žižek, The Sublime Object of Ideology. New York & London: Verso 1989.

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version